28 Şubat 2011 Pazartesi

Kimim Ben?


Yazmak beni rahatlatıyor. Şu içtiğim çaydan da, aldığım nefesten de daha fazla rahatlatıyor. Maskemi çoktan ayakkabılığa bırakmışım. Yarın saat 07.00’ye kadar da orada kalacak. İçimden ne geliyorsa, nasıl geliyorsa, kelime dağarcığım beni nereye kadar götürüyorsa, onu alıyorum, öyle alıyorum, oraya götürüyorum. Mutsuzken mutlu gözükmek gibi bir çaba içine girmiyorum. “Mutsuzum” yazıyorum, okuyan mutsuz olduğumu anlıyor. Ayıplar mı kimse diye çocukluğumu bastırmıyorum, “sevincimden uçuyorum” yazıyorum, beni tanıyanın aklına sırıtan çocuksu halim geliyor, tanımayanın aklına sevdiği kocaman bir gülümseme geliyor. Kendine bile dürüst olmayı çoktan unutturan bir sistemin içinde, sonuçların sebeplere, sonların hikayelere diz çöktürdüğü bir dünyada kendi hikayemi dürüstçe yazıyorum.


6 yaşındaydım. Standart ortadirek her Türk ailesinde olduğu gibi baba, mavi-beyaz çizgili baba pijamasıyla en baba koltukta ajansları izliyordu. Bacak bacak üstüne attığı için pijamanın paçaları bileğin üstüne kadar sıyrılmıştı ve çorapla, pijama arasından kıllar gözüküyordu; bunu sevmiyordum. Standart ortadirek her Türk ailesinde olduğu gibi anne, mutfakta bulaşık yıkıyordu biraz sonra gelip beni öpecekti ve elinin ıslaklığını, soğukluğunu ve bulaşık deterjanının kokusunu hissedecektim; bunu da sevmiyordum. Standart ortadirek her Türk ailesinde olmadığı gibi, evin çocuğu bilyeyle parmak maçı yapıyordu. Belki onlar da, halının üzerinde sürünürken akortsuz keman sesi gibi alın buruşturan incecik “Metin hızla ilerledi, Feyyaz’a çıkardı ve goool” diye ses çıkaran bir “şeyi” sevmiyorlardı. Sonra yine standart 80lerin her ortadirek ailesinde olduğu gibi ajanslar ve bulaşıklar, casus filmlerindeki saatler kadar senkronize biçimde bitiyor ve annem elinde gümüş tepsi, üzerinde 2 ince belli çay, 1 kocaman porselen bardak sütle içeri geliyordu. Çünkü herkes birbirini seviyordu…

Kocaman bir televizyonumuz vardı. Küçükken herşey insana kocaman görünür zaten. Arçelik’ti. Sağ alt köşesinde 6 tane düğme vardı, alt alta sıralı. Kanal değiştirmeye yarardı o düğmeler. En üst düğmede TV1, hemen altındakinde ise bir Arap kanalı vardı. Kalan 4 kanal karıncalara aitti. Televizyonu açtığınızda önce ekranın tam ortasında çok küçük beyaz bir nokta çıkardı. Daha sonra o nokta birazcık büyür 3 renkli bir kare olurdu. (O renkleri görünce mutlu olurdum, nedenini bilmiyorum). Sonra bir 10 saniye geçer ve koyu bir resim belirirdi. Yavaş yavaş beyazlaşmaya başlar ve nihayetinde televizyon artık izlenecek duruma gelirdi.

Anne tepsiyi sehpaya bıraktı, herkes koltuğa geçti ve reklamlara bakmaya başladı, ajanslar bitmişti.

Sonra televizyonda bir yazı çıktı, böyle bir 20 saniye falan durdu. Sonra siyah bir görüntü geldi. Televizyonun gösterebildiği renklerin %50’sine tekabül eden bu görüntüye şaşıran olmadı tabii... En sonunda bir ses duyuldu “İyi akşamlar sayın seyirciler. Bu önemli gecede Şampiyon Kulüpler Kupası Finalinde Porto, Bayer Münih’le karşı karşıya.”
O güne kadar gördüğüm en garip formalı 2 takımın maçını izliyorduk. Bir tanesinin forması siyah, kolları beyaz, şortu ise açık siyahtı. Diğeri açık siyah ve beyaz çubuklu forma giyiyordu. Ama çubuklar çok kalındı. Ben o takımı tuttum, Beşiktaş’a en çok benzediği için.

Maçı benim takım kazanmıştı. Üstelik de geriye düşmesine rağmen…

Maç sonunda Portolular, ellerinin üstündeki kupayla sahada tur atıyorlardı. Kupa; o güne kadar gördüğüm en kocaman kupaydı. Herkes mutluydu. Daha önce maç izlemiştim, seviyordum futbolu. Ama ilk “keyif” aldığım maç bu oldu. Ve ben futbola aşık oldum.


Bir gün babam eve kucağında dışı kahverengi olan bir televizyonla geldi. Sağ alt köşesinde Grundig yazıyordu ve amacı; salonumuzu renklendirmekti.

Bu, benim siyah-beyaz dünyamı değiştirmedi tabii...Sarı Fırtına hayranıydım ben. Beyaz fanilanın arkasına kömürle 11 yazar, önüne BEKO yazar, öyle mahalle maçlarına çıkar, Metin olurdum. Tabii terden o kömür akardı ve her tarafıma bulaşırdı. Akşam eve geldiğimde, annem tası kafama vura vura yıkardı beni. Ben ise maçtaki pozisyonlarımı düşünür, ertesi maçta daha iyi olacağıma kendi kendime söz verirdim. Metin olmak kolay değildi!
Yine de maçları renkli izlemek güzeldi. Bir gün -sanırım ikindi vakti-, evde tek başımaydım ve bir maç başladı. Spiker final maçı olduğunu söyledi. SSCB ile Hollanda oynuyordu. SSCB’de hiç gol yemeyen Dasaev vardı. Hollanda’da ise Van Basten vardı, Koeman vardı, Rijkaard vardı ve anneanneamin “Kıllı İt” dediği Gullit vardı. Ben de Hollanda’yı tutmaya karar verdim.

O kadar güzel paslar, o kadar güzel koşular yapıyordu ki Hollanda, izlerken, “ben de bundan sonra mahalle maçlarında böyle oynayacağım” diye kendime söz verdim. Gol yemeyen Dasaev’e 2 tane atmışlardı ve her açıdan üstün oynuyorlardı. Sonra hakem SSCB lehine penaltı kararı verdi. Penaltıyı Van Brukelen sağ alt köşeden çıkarınca Hollanda’ya olan sevgim büyüdü de büyüdü. Ve maç bittiğinde kupayı kazandıklarında, tören kürsüsüne otururken ayaklarını yere vura vura şarkılar söyleyen Hollandalı oyuncular beni benden aldı. Mutfağa gidip beyaz kağıt havludan 2 yaprak kopardım. Yarısını turuncuya boyadım ve balkona astım. (Adını sonradan öğreneceğim) Total Futbol’a aşık olmuştum.
Gullit, Van Basten ve Rijkaard Milan’da oynuyorlardı. Milan herkesi yeniyordu, hiç kaybetmiyordu. Beşiktaş da öyleydi. Hatta dünyada namağlup bu 2 takımın sembolik bir maç yapması ve kazananın “en yenilmeyen” olması tartışılıyordu. Öte yandan Türk takımları Avrupa’da yenilir ama ezilmezken, Galatasaray Neuchatel’e 5 atmış, Prekazi Monaco’ya füze göndermiş ve Şampiyon Kulüplerde yarı finale kadar gelmişti. Cimbom’un rakibi Steaua Bükreş’ti ve ilk maç deplasmandaydı. Bütün Türkiye maça kitlenmişti, herkes maçı konuşuyordu.

Galatasaray kötü oynamadı. Hakem Galatasaray’ın net bir golüne ofsayt dedi (alakası yoktu), Bükreş’e penaltı çaldı (kesinlikle değildi) ve maç 4-0 bitti. Hatta daha sonra hakem kötü yönetimi için özür dilemişti.

Çok kızmıştım. Steaua Bükreş hakemle finale çıkmıştı, hakkıyla değil. Finalin adı Milan-Steaua Bükreş olmuştu. Milan ise Real Madrid’i 5-0 yenerek oraya gelmişti.

O final maçını Milan 4-0 kazandı. Dağıttı Steaua’yı. Hele son 10 dakika Milan tribünlerinin söylediği şampiyonluk şarkılarını hiç unutmadım. Galatasaray’ın intkamını da almıştı. 4-0 hakemle değil futbolla böyle olurdu! Ve ben Milan’a aşık olmuştum.

*****
Her 80leri yaşamış çocuk gibi ben de Michael Jackson hayranıyım. Bir röportajında Michael Kayıt stüdyosuna giderken önünden geçtiğimiz bir park vardı, top oynayan çocukları görünce gözyaşlarımı tutamazdım. Benim onlar gibi oynayacak zamanım yoktu. Hiç parkta oynamadım”der.

İşte ben o Michael Jackson’ın bile ulaşamadığı, satın alamadığı parktayım. Dışarıda ne olduğu ile ilgilenmiyorum. Dışarıda kimin ne kazandığı, nereye koşuşturduğu ile ilgili en ufak bir merakım yok. Orada olmak gibi bir isteğim de yok. Elimde bir top, üzerimde, kömürle forma yapılmış bir fanila var.

Bir de okunacak kitaplar, gezilecek yerler, izlenecek maçlar, tanışacak insanlar, keyfi çıkarılacak pipolar, (tekrar) izlenecek filmler, yazılacak yazılar var...

Bu kadar.
Saygılar,

26 Şubat 2011 Cumartesi

Bir Del Piero Güzellemesi

90larda dünyanın tartışmasız en iyi ligi Serie A’ydı. O kadar üstündü ki diğer liglerden, bugün cakasından yanına geçilmeyen Premier League olsun, burnundan kıl aldırmayan La Liga olsun hepsi Serie A’nın önünde el pençe divandı. Futbolla biraz ilgilenen biri Serie A’dan 8-9 takımı, hatta o takımların 3-4 oyuncusunu da sayarken, İspanya’dan Barcelona ve Real’e ekleyeceğiniz, en fazla Deportivo La Coruna, zorlasan Atletico’ydu, O da Madrid kontenjanından...

Milan, Juventus, Parma, Lazio, Fiorentina, Roma, Inter zirve takımları, Zeman’ın Foggiası, Lucescu’nun Bresciası, Tabarez’in Cagliarisi baş ağrıtan, çelme takan, şampiyon belirleyen takımlardı.

89-99 arası dönemi incelediğimizde Avrupa’nın 3 büyük kupası; Şampiyon Kulüpler, Kupa Galipleri ve UEFA’yı toplamda 15 kez İtalyan takımları almış ki bu %50 başarı demek. Özellikle UEFA Kupası’nda, söz konusu dönemde oynanan 11 finalin 10’unda (1996 dışında) finalde mutlaka bir İtalyan var. 1990. 91. 95 ve 98 finallerinde ise 2 İtalyan takımı karşılaştı.

Böyle bir dönemde; elbette bir İtalyan’ın zirvede olması da olağandı. “İlahi At Kuyruk” Roberto Baggio 1993’te Avrupa’da yılın futbolcusu, FIFA Dünyanın En İyi Oyuncusu ve Altın Ayak ödülü almıştı. 1994 Dünya Kupası’nda takımını finale çıkarmıştı.

Herşey bundan sonra Milan’ın Roberto Baggio’yu transfer etmesiyle başladı.

Haberi aldığımızda Juventuslu arkadaşım Serhat’a “Baggio’yu nasıl aldık, para bizde, kaptanınızı aldık, istesek hepinizi alırız” tarzında Fenerbahçeli muhabbeti yaparken, Serhat döndü bana “Baggio yoksa Del Piero var” dedi.

Aslında Serhat bunu espri olarak söylemişti. Bu söz orjinalde Juventuslu yöneticilere aitti. Roberto Baggio’nun Milan’a satılması çok büyük tepkilere neden olmuş, taraftar galeyana gelmişti. Onlar da çıkıp bunu söyledi “Baggio yoksa Del Piero var”

Biz; yani Serhat ve ben Championship Manager (Italy) 94-95’ten biliyoruz Del Piero’yu. Sayıları 11-12’yi geçmeyen bir MAR’dı. Yani, Midfield-Attack Right. (O zaman CM de 8 özellik var, şimdiki gibi ekranın 4’te 1’ini kaplayan sayılar, istatistikler…vs yok. Ayrıca sadece 1 özellik artabiliyor; Influence (etki), o da sadece sezon sonunda artıyor (belki!!!). History (geçmiş)ine bakıyorsun Padova 14 (1) yazıyor, Juventus 11 (5). 2 senede toplam 25 maça çıkıp, 6 gol atmış sayıları 12’den yukarı olmayan bir MAR mı Baggio olacak?

Bu kinayeden 6-7 ay sonra okula kanca biçimli favorilerle (ki ismi “togon”dur) giden, maçlarda çoraplarının dize yakın kısmına siyah lastik bağlayan ve uçlarını aşağıya bırakan bendim. (Daha sonra Hakan Şükür de aynı favorilerden bıraktı. Ama Allah’tan lastik işi kimsenin aklına gelmedi.)

Çünkü Del Pieromanya başlamıştı.


Twitter yok, Youtube yok, Internet yok. Ahkam kesenler yok, binlerce yorumcu yok.

Sadece gazete küpürleri ve gözlerimiz var. Herkes Del Piero’yu konuşuyor; biz futbolunu, kızlar ne kadar yakışıklı olduğunu…

Tabii bunda Baggio’nun Milan’da eski günlerini araması da etkili oldu. Del Piero ise Vialli ve Ravanelli ile birlikte yeni trend olmuştu.

O kadar fazla ve temiz frikikler atıyordu ki; Real Madrid’i çeyrek finalde deviren frikiği attıktan sonra İtalyan spiker “Bu adam frikik değil, penaltı atıyor” diye bağırarak konuyu özetlemişti.

Ayağının bu kadar düzgün olmasını çocukluğuna bağlıyor Del Piero; “Kendimi bildim bileli futbol oynarım. Beni hiçbir şey futbol kadar çekmedi. Topla yatardım, topla kalkardım, topla gezer, topla okula giderdim”




Bugün itibariyle İtalya’nın serbest vuruştan en fazla gol atan oyuncusu.

*****

Kariyerindeki bence en kötü an; 2000 Avrupa Şampiyonasıydı. Bizim de çeyrek final oynadığımız bu turnuvada, aynı grupta olduğumuz İtalya Milli Takımı finale kadar gelmişti ve Del Piero’nun katkıları büyüktü. (Burada bir parantez açalım, şampiyonadan sonra Filippo Inzaghi, turnuvada karşısında en zorlandıkları takımın Türkiye olduğunu açıklamıştı)

Finaldeki rakip son Dünya Şampiyonu Fransa’ydı. İtalya iyi oynuyordu, Fransızlara boş alan bırakmıyordu. 55. Dakikada da Delvecchio ile 1-0 öne geçtiler. Zaten olan da bundan sonra oldu. Yüklenen Fransız savunmasının arkası boş kalmıştı ve Del Piero 3 adet kaleci ile karşı karşıya çok net pozisyonları kaçırmıştı. Yine de maç İtalya’nın üstünlüğüyle giderken 90+3’te Wiltord şok bir golle maçı uzattı. Uzatmalarda Trezeguet’nin golü kupayı Fransa’ya verdi.

Bu durumda suçlu Del Piero oluyordu.

Ama 2000 yılında da ödül kazanmasını bilmişti; 2000 En İyi Saç, Sakal ve Favori Ödülü


Del Piero’nun kariyeri bundan sonra -düşüşe geçti demeyelim de- rutine binmişti. Tamam, 2002’de Avrupa’da yılın futbolcusu oldu ama eski tadından uzaktı.

Derken 2006’da İtalya’da şike skandalı patladı. Savcı Antonio Di Pietro’nun yürüttüğü soruşturmada telefonla “hakem ayarlayan” kulüplerin olduğu ortaya çıkmıştı. Juventus ve Milan başroldeydi. Milan puan silinmesi ve para cezasıyla ucuz yırtmıştı ama Juventus bu kadar şanslı değildi. Şampiyonlukları silindi ve küme düşürüldüler. Hatta önce Serie C’ye düşürülmesi kararlaştırıldı, sonra tabii temyize gittiler ve Serie B ile ‘kurtuldular’.

(“Yurtdışından hakem, yurtdışından MHK Başkanı alalım” söylemlerinin geçtiği şu günlerde keşke yurtdışından Antonio Di Pietro’yu getirsek diye içimden geçiririm.)

Ibrahimovic’in “Serie B’de tekme yiyemem” diyip ayrılmasında sonra takımın gol yükü Del Piero’ya kalmıştı. O da bu yükü Serie B Gol Kralı olarak kaldırdı, Juventus’u tekrar Serie A’ya taşıdı. Bir sonraki sene Serie A’nın da Gol Kralı olmuştu.

Bütün bunlardan sonra tarihinde Combi, Tardelli, Laudrup, Platini, Baggio, Zidane gibi isimler olan Juventus’ta, bir futbolcu için olabilecek en önemli ünvana layık görüldü. 2008 yılında kulüp Del Piero’ya törenle “Juventus tarihinin en saygıdeğer oyuncusu” ünvanını verdi.


İçinde bulunduğumuz 2010-2011 sezonu sonunda sözleşmesi bitecek olan Del Piero için, henüz imzalamadığından ‘parayı beğenmedi’ dedikoduları dolaşırken; O dün akşam boş sözleşmeye imza attığını açıkladı. “Juventus’a ilk imzamı boş bir kağıda atmıştım. Bu son imzam bunu da boş bir kağıda attım” dedi.

Zaten istese ‘tekme yiyemem’ diyip Serie B’ye hiç inmezdi. Her türlü büyük bir kulüpte, büyük paralarla yoluna devam ederdi.

“Para hiçbir zaman önemli olmadı. Ben oyunu seviyorum. Para sadece aileme daha iyi bir yaşam sunuyor. Benim kafamdaki tek şey antremanlar ve şut figürleri. Başka bir şeyi önemsemiyorum.”

Seviyorum ben bu adamı.

Benimki gibi Roberto hayranı bir adam için biraz garip olacak ama, iyi ki Baggio Milan’a gitmiş o dönem. Ama Serhatcım kabul et, Baggio’yu elinizden aldığımızda, canınız acımıştı!


Bu kadar yazdığım cümlelere katlanıp sıkılmadan buraya kadar gelmişseniz, bu videoyu da hakettiniz demektir. Basit bir Del Piero’nun müthiş golleri videosu değil. Tarihi anların, gollerin açıklamasına kadar yazdığı bir Del Piero Güzellemesi…


25 Şubat 2011 Cuma

Beşiktaş’ın Gençliği

Kaybederken de kendinizi anlatabilirsiniz.

15 yıl şampiyon olamadığı halde taraftar sayısını arttıran tek camia olması bu yüzdendi Beşiktaş’ın.

Sağdan soldan çekiştirilen Alevi, Sünni, Türk, Rum, Ermeni herkesin darbe yediği bir dönemde herkese kendini en iyi anlatan takımdı.

Kiminin lobisi, kiminin parası vardı...

Neruda, şiirlerinde “Halkım ben, hani şu sayılamayan...” yazıyordu...
Beşiktaş’ın da tribünü oldu, sayılmayan gollere inat!

Tabelada ne yazdığı, tabloda hangi sırada olduğu önemli değildi.

“Başın öne eğilmesin” der geçerdi bu tribün.

Baba Hakkı’nın, Şeref Bey’in temelini attığı Beşiktaşlılık kültürüne sağlam bir harç eklenmişti. Markası tribündü!

Böylece dar gelirli halkın yaşam biçimi, düşünce yapısı, Beşiktaş’a sindi.

Satın alacak durumun, gücün yoksa, tarlanda ne varsa onu toplar, mutfakta ne varsa sofraya onu koyarsın.

Beşiktaş da kendi tarlasını ekti, telli dolaplarda bulduğu 3-5 parça malzemeyle tenceresini kaynatmaya başladı.

Özkaynak gelenek oldu. 19 Mayıs’ı “Gençlik ve Spor Bayramı olsun” diye Atatürk’e öneren bir camiada olması gerektiği gibi...

Beşiktaş’ı kendi öz evlatları en tepeye taşıdı. Bir ailede olması gerektiği gibi...

Ayrılıklar oldu. Hayatın içinde olduğu gibi...

Ayrılanlar, nefretle, kavgayla değil, sevgisini içinde taşıyarak gitti. Severek ayrılanlar gibi...

Beşiktaş’ı Beşiktaş yapan ağır “taş”lar bunlardır.

Beşiktaş’ın bir kişiliği vardır, karakteri vardır, duruşu vardır.

Dün gece Necip Uysal’ın isyanı bu kültürün bir parçası, bu duruşun adamı olduğundandır. Çünkü O’nun genlerinde bu karakter var.

Dün gece 85’te Gündoğdu söyleyen o tribünün genlerinde bu karakter var.

Bu karaktere sahip olmayan yaşını başını almış devşirmelere Beşiktaş’ta yer yoktur.

Sonuçtan utanan, her hatalı pasta, her kaçan golde, her mağlubiyette oyuncusuna, hocasına, küfür edenlere Beşiktaş’ın ihtiyacı yoktur.

Dünya kulübü olma hedefindeyse Beşiktaş; saha içinde yıldızların yanına, evlatlarını da eklemek zorundadır.

Bir Tabata parası, bir Del Bosque tazminatı, Sn. Başkan’ın çocuklarının ufak bir rızkı bu altyapıyı “yeniden” inşa eder.

Yalnız saha içinde değil, tribündeki evlatlarına da ihtiyacı vardır. “Başın öne eğilmesin” diyecek, “Gündoğdu”yu unutmayacak, en yüksek desibelden söyleyecek gençlere...

Beşiktaş’ı yeniden zirveye taşıyacak güç; Beşiktaş kültürünü sindirebilmiş tribün ve sahadaki gençleridir.

Bir de sabır.

*****

Sabah buz gibi bir yatakta uyandım. Kahvaltımı yaptım, kahvemi içtim.

Üşümem geçmedi.

Sonra anladım, Kiev soğuğunun hala içimde olduğunu.

Aklıma Juventus forması üzerindeyken, Fiorentina kaşkoluna sımsıkı sarılıp sahayı terkeden “genç” Baggio geldi.


Sistemin pranga sırasına girmek için evden çıkmadan önce aldım atkımı. Sokakta hızlı adımlarla yürürken, boynuma sardım özenle, uçlarını da ceketin dışına çıkardım. “Eğer ağustosta elenseydik bu atkıyı takamazdım” diye düşündüm.

Gelir gelmez de bu yazıyı yazdım.

Çünkü kaybederken de kendinizi anlatabilirsiniz.

Ve bu söz benim değil, Beşiktaş’ın öz evladı Metin’indir...

23 Şubat 2011 Çarşamba

İşlevsellik, Büyüklükten Büyüktür

“Ben basit bir ‘iyi futbol dilencisiyim'. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum:

Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen.

Güzel bir oyun gördüğüm zaman da bunu sağlayanın hangi takım ya da ülke olduğuna bakmaksızın bu mucize için şükranlarımı sunuyorum...”

Bu satırların sahibi Uruguaylı büyük yazar Eduardo Galeanno, geçtiğimiz pazar akşamı İnönü’de olsa şapkasını çıkarır sahadakilere şükranlarını sunardı.

Güzel bir derbi, futbol oynamaya çalışan iki takım, atılan 6 gol ve bir dolu (tartışması da bol olan) pozisyon.

“Ferrari atılmasa” içerikli cümleler, yazılar ve tartışmalar bitmeyecek, bitmez de. Özellikle mağlup taraf için “-se,-sa” hiç bitmez. Tersi olsa, Ferrari atılmasa, Beşiktaş maçı kazansa; bu kez Fenerbahçe tarafında ‘Ekrem 10. Dakikada atılsa, Dia’nın topu direkten dönmese’ muhabbetleri harlanacaktı.

Futbolun güzelliği ve heyecanı bu incelikten gelir zaten. Boston Celtics, Mersin Büyükşehir Belediye ile 100 maç yapsa, 100 galibiyet alır. Hepsinde de fark atar. Ama Barcelona, Bucaspor ile 100 kez oynasa, 90’ını kazanır, kalan 10 tanesi, bir şekilde, bol “-se,-sa” lı cümleler eşliğinde tarihe geçer. İşte biz o 10 tane için izliyoruz, seviyoruz, takip ediyoruz futbolu…

Stoperi saçmaladıktan sonra Schuster’in, Aurelio’yu savunmanın ortasına yerleştirmekten başka şansı zaten yoktu. Çünkü Sivok yoktu! Defansif orta sahaların (ön-libero tabirini sevmiyorum ve saçma buluyorum) stoperler kadar kesicilikleri vardır. Savunma mentaliteleri de vardır. Ancak stoperle, defansif orta saha arasında büyük bir fark vardır. Defansif orta saha; adam kaçırdığında arkasında basacak stoperin alışkanlığıyla oynar. Stoper ise arkasında sadece kaleci olduğunun bilinciyle oynar.

Ve bu farkı büyük usta Alex de Souza da elbette farketti.

Fenerbahçe ileri 3’lüsü hücum ederken, Beşiktaş 5’li savunması ceza sahasına olabilecek en güzel şekilde yerleşmişti. Aurelio ortasahadan gelen rakibini karşılamaya gitti, hatta bilerek basmadı, arada mesafe bıraktı. Böylece rakibin araya atacağı topu arkadaki “stoper” toplayabilecekti. Rakip araya bıraktı ve Aurelio’nun arkasındaki boşluğa, evinin banyosuna girdiği kadar rahat “adımlarla” süzülen Alex, penaltı noktası üzerinde bomboş kaldı, gollerini attı.

Alex’in dehası bu basitlikleri verimli kullanmasında yatıyor. Ve Cruijff ne güzel söylüyor “zor olan da basit oynamaktır” diye..

Derbi bize bir kez daha gösterdi ki; futbolun matematiği bildiğimiz kurallar dahilinde işlemiyor. Tek tek baktığımızda Bernd Schuster, Aykut Kocaman’dan, Guti, Alex’ten, Quaresma, Dia’dan daha büyük/ünlü isimler olabilir. Fakat Aykut Kocaman artı Alex artı Dia; Schuster, Guti ve Quaresma’nın toplamından daha işlevseldi! Takım olabilmek, bireysellikten daha fazla ürünler veriyor.

Aykut Kocaman’a olan inancım satırlarımda her daim var. Ancak mağlup taraf Beşiktaş’ın geleceği için de hiç karamsar değilim. Fenerbahçe kadrosunda takımın yıldızları,(taşıyıcıları da diyebiliriz) Lugano, Volkan ve Alex en az 5 yıllık isimler. Gökhan Gönül 4, Emre de 3 yıldır bu isimlerle birlikte. Beşiktaş’ın yıldızları Guti, Quaresma 7 ay, Almeida, Simao ise 2 aydır takımdalar!

Buna rağmen her maçın belli bölümlerinde -ki bu 30-40 dakika kadar- Beşiktaş mutlaka oyuna baskın bir şekilde hükmeden ve keyif veren taraf oluyor. Bunu 90 dakikaya yaymak için Beşiktaş’ın sabır ve inançtan başka itikade ihtiyacı yok.


21 Şubat 2011 Pazartesi

Newcastle'nın Malı Meydanda Olur

Artık birşeyi mi protesto ediyor, farkında mı değil bilmiyorum. Başlığa ekleyecek yorumum yoktur!


fat geordie with his little tail out

19 Şubat 2011 Cumartesi

Avrupa Maçında Rakibi Destekleme Muhabbeti...

Eskiden Avrupa'da bir Türk takımı maça çıkarken, o gün herkes o takımlı olurdu. Prekazi'nin Monaco'ya attığı füzede tura çıkmış, Sigma maçından sonra ağlamış bir Beşiktaşlıyım ben. Ta ki Galatasaray Şampiyonlar Ligi'nde Barcelona ile karşılaşacağı maç öncesi Fenerbahçe yöneticisi Ömer Çavuşoğlu Galatasaray bayrağının ortasını delip, içinden yumruğunu geçirince ve "barseeeloonaaa" diye tezahürat yapınca başladı bu muhabbet. Sonra Galatasaray kulübü "kızımız Fener Cannes'da meşhur oldu" diye pankart astı Ali Sami Yen'e, olay koptu. Daha sonra o bana bunu yapmıştı, öbürü saçımı çekti, beriki tükürdü şeklinde çocuk kavgasına döndü. Benim için PAOK'u desteklemenin saçmalığı Liverpoollu'dan çok Liverpool ile "hala" gurur duyan Fenerbehçeli'nin saçmalığı kadardır. Kimse tabii başkasını tutmak zorunda değil. Yeni nesil taraftar profilinden de bunu bekleyemem zaten. Ama bu olaylara hep "onlar bize şunu yaptı" mantığında haklı çıkma çalışmaları da aynı oranda sonuçsuz. Hepsi yapıyor bunu. Hepsi de aynı!

Ben hala Türk takımları Avrupa Arenasındayken desteklemeye devam ediyorum, bunu yapmayanlara da saygı duyarak...

Ya da duymayarak.

18 Şubat 2011 Cuma

Bir Dünya Kulübü

Salı gecesi Arsenal-Barcelona maçını izlemeyenler büyük bir futbol keyfini kaçırmanın yanı sıra, dünyanın en iyi takımının kalecisinin rezaletini de görmediler. Özellikle Robin Van Persie’nin neredeyse sıfırdan attığı ilk golde, Victor Valdes’in her zamanki gibi pozisyon hatası vardı.

Valdes bu hataları Barcelona kalesini korumaya başladığından beri yapıyor. Bu haliyle dünyanın en iyi takımlarının kalecileri arasında, gönlümün tüm altın bidonlarının tartışmasız sahibi.

Dinamo Kiev maçında yediği 3 golde de Hakan Arıkan’ın bir hatası yoktu. Valdes ile kıyasa dâhi koymayacağım. Peki neden uğultu vardı?

“Geçmişten…” cevaplarının savunmalarını duyabiliyorum.

Beşiktaş’ın en büyük sorunu zaten geçmişiyle yaşaması ve daha kötüsü ondan ders almaması.

Dün; Liverpool deplasmanına, Sivas maçındaki hakem kararlarına kızdığı için, “PAF takımı” tartışmalarıyla giden bir yönetim, bugün; Dinamo Kiev maçına, Karabük maçındaki hakem kararlarına kızdığı için, federasyon, MHK ve “masa” gündemini yerleştiren bir yönetim...

Dün; en altın çağını Gordon Milne ile yaşadığını her seferinde gururla söyleyen, Del Bosque’nin arkasından ağlayan bir taraftar, bugün Schuster istifa diyen bir taraftar…

Dün; ağabeylik-kardeşlik ilişkisinin en büyük örneği, sonuç ne olursa olsun 90 dakika takımının arkasında duran “Aldırma Kartal” diyen, Türkiye’ye taraftarlık öğreten bir tribün, bugün; 17-18 yaşındaki çocukların babaları yaşlarındaki insanlara “gider” yaptığı, elalemi alkışlayıp kendi oyuncularına küfür ettiği bir tribün…

Şu ömr-ü hayatımda 1400-1500 maç izlemişimdir. Allah fil hafızası vermiş, çoğunu da gol dakikalarına kadar hatırlarım; gördüğüm en rezil maç ne İngiltere-Türkiye, ne Sigma Olomouc-Fenerbahçe, ne de Liverpool-Beşiktaş maçıydı. Gördüğüm en rezil maç Barcelona’nın Real Madrid’i 5-0 yendiği maçtı. Skor olarak daha kötülerini gördüm. Ancak ben bir takımın, diğerini bu kadar ezdiği, futbol olarak aşağıladığı ve bunu başlangıç düdüğünden bitiş düdüğüne kadar yaptığı başka bir maç bilmiyorum.

Dünya kulübü olma yolunda ilerleyen değil, bizzat dünya kulübü olan, hatta orayı da aşmış olan Los Galakticos dahi yenilir, rezil olabilir. Ama önemli olan; dosta düşmana karşı ayakta kalabilmek, duygusallıktan sıyrılıp, acil kararların kumarına bel bağlamadan, mantık ile çözüm aramaktır. Dünya kulübü olma yolunda ilerlemenin temeli, ana teması bu mentalitedir. Transferler, tesisler…vs. dallardır, yapraktır. Gövde sağlam olmadan dal kurur, yaprak çürür.

Galatasaray bu temeli atabildiği için, Chelsea’ye evinde 5-0 boyun eğdiği sezonun sonunda UEFA Kupası’na sahip oldu. Şimdi bu mentaliteden çok uzaklarda olduğu için 5 sezondur kendinden 3 gömlek kötü kalite takımlara eleniyor.

Bu yenilgi sonrası kelle koparmak yerine, nelerin eksik olduğunu irdelemeli ve Dinamo Kiev, S. Donetskli Ukrayna futbolunun Türkiye’ye karşı neden önde olduğu iyice anlamalıyız. Yıllar sonra Löw’ün, Rijkaard’ın, Del Bosque’nin arkasından ağladığımız gibi 2-3 yıl sonra Schuster’in arkasında ağlamamalıyız. Çünkü geleceği ağlayan değil sabreden, sıkıntılara katlanan ve inşa eden kazanıyor.

Çünkü hayat devam ediyor.

Futbol da, Beşiktaş da…

17 Şubat 2011 Perşembe

GALATASARAY’IN YENİ HOCASI HAYIRLI OLSUN!


Bir adamın rüyası, diğerinin kâbusudur. Nihayetinde organik temelliyiz. Rekabet genlerimizde var. En sosyalistimiz bile en başında milyonlarca kardeşini geride bırakmıştır, yaşama hakkı için…

Bir koltuk; üzerinde sağlam oturan birini taşıyorsa, onu arzulayan başkası için kâbustur. Ne vakit üzerindeki kamburlaşmaya, tutunamamaya başlar, o zaman kâbuslar taraf değiştirir.

Hagi’nin, sadece protestoları kısa vadede önlemek, taraftarı susturmak için göreve getirildiğini, Hagi de, oyuncular da, taraftar da, krizde olan Rumen ekonomisi de biliyor. Böyle bir ortamda geleceğe yönelik hiçbir proje ya da plan olmaz, hedef de olmaz (hoş, normal şartlarda da yok). Hedef olmayınca koltuk sahibi koltuğun kenarlarını iki eliyle tutmaya başlar. Bu, ya kalkmamak için sıkı sıkıya yapışmak, ya da kenarlardan güç alıp, hızlıca kalkıp gitmek içindir. Hagi’nin ikinci durumu yapacağını sanıyorum.

Bundan sonra Galatasaray yönetimi; önce Mustafa Denizli ile görüşecek, hayır yanıtı alacağını bile bile…

Sonra Fatih Terimle anlaşamayacaklar…

Ve bu iş Daumla son bulacak.

Siz benim gelecek zamanlı fiilerime bakmayın, “tahminlerim” büyük ihtimal güzel Türkçemizin di’li geçmiş zaman örneklerinden oldu bile…

Artık geriye klişe…(klişe de değil, klişe biraz sevimli kaçıyor…bayat diyelim biz) bayat Daum tanımlamalı basın toplantısı kaldı bir tek; açılış cümlesi “Türkiye’yi tanıyan…” olanından…

Zaten en büyük sorun bu! Daum’un Türkiye’yi tanıması! Adam bu ülkede uzun vadeli hiçbir iş olmayacağını biliyor. Güzellik, zerafet, plan, program yerine her yolun mübah olduğunu da biliyor. Şampiyon olduktan sonra nasıl olduğunun önemli olmadığını da biliyor. Daha da ilginci; Galatasaray’dan ayrıldıktan sonra Trabzonspor’un, Bursaspor’un kriz dönemlerinde de adının ilk sırada olacağını biliyor. Bol tazminatlı milyonluk sözleşmelerin önüne geleceğini de biliyor…

Çünkü Türkiye’yi tanıyor.

Galatasaraylılar ilginç Brezilyalı ve/veya yaşlı Alman transferleriyle sezona umutlu girecek. Köşe vuruşlarında ön direkte duran stoperin arkaya aşırtmasını, arka direğe hareketlenen Brezilyalı stoperin kafa golünü bekleyecekler.

Zaten 5 senedir Avrupa Fatihi lakabını ceviz sandığa kapamışlardı, “erken” elenmeyi umursamayacaklar. Derbi maçlarda yarım forvetle “dahiyane” bir sonuç bekleyecekler. Rakiplerin sürpriz puan kayıpları (Samsun, Antep, Antalya) sonucu şampiyon olacaklar.

Ancak Türkiye’nin garp penceresi Galatasaray 1 adım ilerleyemeyecek.

Bir sonraki sezon Atatürk Havaalanında kimsenin vedalaşmayacağı Daum, 7 haneli “çalışmama” parasını çoktan almışken, asıl koltuk sahipleri pembe düşlerle geriye yaslanmaya devam edecekler. Bu durumda kâbuslar, taraftara kalacak…

“Ben demiştim demeyi sevmem” diyenleri sevmem. Samimiyetsizdir bu. Haklı çıkmak her insanın hoşuna gider. Bunun takdir edilmesi, en azından hakkının verilmesi keza aynı şekilde bıyık altına gülümsemeyi yerleştirir.

Daha önce söylemiştim (http://olefutbol.blogspot.com/2010/09/i-will-be-back.html), yine söylüyorum; Temmuz 2011 itibariyle; Galatasaray’ın yeni teknik direktörü Christoph Daum, ülkemizin yeni spor bakanı Hakan Şükür hayırlı olsun.


16 Şubat 2011 Çarşamba

15 Şubat 2011 Salı

Kim Japon Kale Oynamak İstiyor?


“Taş üstü, bel hizası, auta çıktı, orada direk olsa gol olurdu” tartışmalarıyla standart bir mahalle maçını Telegol kıvamında yaşarken, benim aklıma gelmişti! Büyüyünce böyle bir şey yapacaktım. Başkası yapmış.


Yakında mahalle maçlarına Piero, Şahin Göz falan da gelir.

Yine de hala “Geç lan kaleye bi şut atiiim” diyen abiyi engelleyecek bir teknoloji olduğunu sanmıyorum.

Neyse, bari ben de kimse yapmadan “aldım-verdim” adımlayıcısı ve gece maçları için ışıklı top projelerime başlayayım.

Bir Gün Olacaktı Ama Böyle Değil...

Çok üzgünüm…

Bunun üzerine elbette yazacağım. Ancak hem ilk sinirle girişmek istemiyorum, hem de olayın ayrıntılarını iyice öğrenmeye ve anlamaya çalışıyorum.

Kafamda basit sorular var ama.

Quaresma, Toraman’a aynı yerde, aynı davranışı gösterse sözleşmesi fesh edilir miydi?

Denizli maçında çocuk, yaşlı, kadın “YETER” diyen, demeye yeltenen herkesi döven, “İki kupayı unutma vefasızlık yapma” pankartının mümessilleri camiadan def edilmiş midir?

Saraçoğlu otoparkında, Beşiktaş’ın Paşası Ricardinho’ya ayak tabanıyla uçan, hemen ardında sağ elini ayasıyla Rico’nun kafasına vuran, sol elini yumruk yaparak nereye gelirse sallayan kimdir? Şu an hangi takımda oynamaktadır?

...

Değil 11 sene, 21 senelik de olsa bir oyuncu gönderilir. Oyuncular camialardan büyük değildir. Gönderilmeleri haklı sebeplere de dayanabilir. Hayat bu, futbol bu, her şey olur.

Sadece yaptıkları doğru ya da yanlış her işe “Duruş” kılıfını geçirmeleri bıkkınlık verdi. O “Duruş” Armadaki Bayrak’tan, Baba Hakkı’dan, Şeref Bey’den, Süleyman Seba’dan, Vedat Kaptan’dan, Sarı Fırtına’dan geldi. Beşiktaşlıyı saran ipek kaftan olsun diye geldi.

Her saçmalığa örten muşamba olsun diye değil.

Unutmadan son bir soru daha sorayım;

Üzülmez, Toraman yerine masaya vursaydı, olumlu bir sonuç alır mıydı?

14 Şubat 2011 Pazartesi

Gerçek Ronaldo Dişlek Olur


Pele’nin, Cruijff’un, Müller’in hikayelerini dinlerken, Rummenigge, Platini, Hugo Sanchez ve elbette Maradona izlemiş olan şanslı bir nesiliz. İzlemek derken; salı akşamları TRT-2’nin Avrupa’dan Futbol programındaki 2 dakikalık özetlerden bahsediyorum. Kalan 88 dakika hayallerimizle birlikte mahalle maçlarında bize eşlik ederdi.

Türkiye; enflasyonla gül gibi geçinip gidiyor, 2 anahtar hayalleri kuruyor ve kısa bir süre içerisinde A.E.T.’ye (A.B.’nin o zamanki adı) giriyordu.

Tanju Çolak’ın Altın Ayakkabısı’nı kutlarken, ilk özel televizyonla tanışıyor, maçları izlemek için kahvehanelerde duman altlarına doluşuyor ve endüstriyel futbolla tokalaşıyorduk.

Romario, Roberto Baggio henüz parlarken, bizim nesil kendi efsanelerini doğurmaya başlamıştı. Henüz altyapıdan çıkan, ileride dünyanın en iyi oyuncuları olacaklar listesinin başında, Del Piero, Raul, Zidane, Figo vardı.

Bir de Ronaldo…

Ronaldo dünyanın en büyük takımlarında oynadı, bir çok gol attı. Ama O’nu efsane yapan rakamlar değildi. Rakamlar, istatistikler bir oyuncuyu büyük yapar, ama efsane olmak efsane anları yaşamanın ve yaşatmanın sonucudur, matematikle olmaz.

Benim için Ronaldo Barcelonalı Ronaldo’dur. 20 yaşındaki Ronaldo’dur. Celta Vigo’ya dünya tarihine geçen o golü atan Ronaldo’dur. Inter’de, Real’de ve Milan’da da efsane anları bir hayli fazla. Ama fitilin ateşlendiği, dünyanın en iyisi olduğunu gösterdiği zaman o zamandır.

Sakatlığı ayrı bir efsane yaratır. 1 yıl futboldan uzak kaldıktan sonra çıktığı ilk maçta, top ayağına geldiği ilk anda, o meşhur çalımını atarken, acı içinde yere düşmesini canlı izleyenlerden biriydim. Vücudunun bile O’nun hızına yetişememesi ağlatıyordu Ronaldo’yu…

Hayranları kusura bakmasın ama ne Messi, ne Cristiano, Ronaldo değiller, olabileceklerini de sanmıyorum. İkisinin toplamı belki edebilir. Abartı mı? Hiç de değil! Ronaldo; Cristiano’dan daha hızlı ve daha güçlü, Messi’den daha teknik ve daha kıvraktı.

PSV formasıyla 18 yaşındayken orta sahadan aldığı topla sol açığı, sol beki ve sola yaslanan kim varsa herkesi geçip kaleye gönderen dişlek bir yıldız adayıydı. 20 yaşında efsane oldu ve 35 yaşında sakatlıktan bıkmış hormonlu bir Ronaldo olarak bıraktı bizleri.

Futbolcu ötesi olabilecek, Maradona, Cruijff ya da Best gibi futbolda milat olabilecek bir oyuncuydu.


Anısı videolarda kaldı…

12 Şubat 2011 Cumartesi

Son Barikat Cruijff

1982-1983 sezonunu şampiyon bitiren Ajax, Cruijff’a yeni sözleşme önermeme kararı alır. Gerekçe, Johan’ın çok yaşlı olmasıdır. Cruijff buna çok kızar. Sadece 36 yaşındadır ve oynayacak 1 sezonu daha vardır. Gider, Ajax’ın en büyük hısmı Feyenoord’a imzayı atar. 10 yıldır şampiyon olamayan Feyenoord, Cruijff’un kanatları altına girer.

Yeni sezon başlar. Cruijfflu Feyenoord iyi bir ritim yakalamıştır. Cruijff çoğu maçta ilk 11 başlar. Kendi isteğiyle bazı maçların son 15 dakikasında oyuna girer, oyunun kaderini değiştirir…

Ligde müthiş bir mücadele vardır. Ajax ile Feyenoord şampiyonluk yolunda kalan 2 takım olur ve puanları eşittir. Ve beklenen maç gelir çatar.

Ajax oyuna müthiş başlar, ardı ardına gelen goller durumu 3-0 yapar. Feyenoordlular sabırlı bir şekilde bildikleri gibi oynamaya devam ederler ve 2 gol bulurlar.


(Hikayemizde efsane bir geri dönüş, Cruijff’un tek başına maçı çevirdiği bir kahramanlık destanı bekleyenler adına üzgünüm. Buradaki efsane olay soyunma odasında olacak.)

Maç son 15 dakikaya girerken hala 3-2’dir. Herkes beraberlik golü beklerken Ajax bir gol bulur. Sonra bir tane daha. Bir tane daha…

Maç 8-2 biter.

Soyunma odasının kapısından en son giren Cruijff tavana bakan birçok ense görür. “Herkes beni dinlesin” der. “3 puan gerideyiz. Sadece bir maç kaybettik. Sezon sonuna kadar tüm maçları kazanırsak şampiyon oluruz. O zaman bu maç Ajax için sadece bir derbi zaferi, bizim için ise herşeyin başladığı bir nokta olur.”

Dediği gibi de olur Cruijff’un. Tüm maçlarını kazanan Feyenoord, Ajax’ın 6 puan önünde şampiyon olur, 10 yıl aradan sonra…

Ajaxla olan hesap kapanmıştır.

*****

1 Temmuz 2010’da Barcelona yeni başkanı Sandro Rosell yönetim kurulu ilk toplantısını açar. Klişe teşekkür kouşmasından sonra “Toplantımıza önce bir yanlışlığa parmak basarak başlamak istiyorum” der. “Barcelona yönetmelik tüzüğünde, Onursal Başkanlık diye bir sıfat bulunmamaktadır” Sandro ağzını yeni bir saldırı için açmak üzereyken, Cruijff ayağa kalkar ceketinin önünü ilikler, kapıya doğru ilerler ve toplantı salonunu terkeder.

Kulüp girişindeki resepsiyonda oturan sekreter Cruijff’u görür, telefonu kulağından çekmeden ” bir dakika sizinle ilgileneceğim” gülümsemesiyle bakar. Cruijff sol göğsünün üstündeki Onursal Başkanlık nişanını çıkarır “Bak buraya bırakıyorum” der, sekreterin önüne koyar, çıkıp gider.

Daha sonra konuyla ilgili tek bir açıklama yapar:

Yönetim kurulunun ilk toplantısında bu konuyu tartışması bana garip geldi. Çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Bu tip şeyleri kabul etmek çok zordur ama geri vermek kolaydır. Kimseyi rahatsız etmek istemediğimden geri veriyorum”

Başkan Sandro Rosell’in açıklaması ise toplantıdaki tavrı kadar sert ve netti “'Ben de aynısını yapardım, hiç kimse mevcut olmayan bir sıfatı arzu etmez”

*****

Geçtiğimiz hafta Johan Cruijff Ajax’ın teknik danışmanı oldu. Tahmin ettiğimiz gibi Ajax altyapısını yeniden şekillendirecek. Ancak altyapıdan yetenek çıkarmak Ajax için sorun değil, o yetenekleri elde tutmak sorun.

Futbol her geçen gün büyük kulüplerin büyük sermayeli tekerleri altında biraz daha eziliyor. Birçok genç yetenek henüz tam olgunlaşmadan dalından koparılıp uluslarası pazarlara ihraç oluyor. Çoğu sandıklarda çürüyüp giderken, bir kısmı da komisyoncuların oradan oraya pazarladığı kişiliksiz, ruhsuz bir kâr aracı oluyor.

Cruijff’un, Ajax görevi aslında bu noktada başlıyor. Bu hem Ajax, hem Hollanda, hem de dünya futbolu için önemli. Hatta bir milat. Cruijff, karizmasıyla yetenekleri –en azından olgunlaşana kadar- tuttuğu takdirde en son 1995’te severek ayrıldığımız Ajaxla yeniden biraraya gelebiliriz. Endüstriyel futbolun önündeki son barikat Ajax olabilir.

Sanırım Cruijff da bunun düşüncesi içinde.

Ve Hala Barcelona ile açık olan bir hesap var…


10 Şubat 2011 Perşembe

YUM-RUK-LAR MA-SA-YA!



Şu videoyu http://sairlerparki.blogspot.com/ ‘da gördüm.

Gözlerim doldu...

Beşiktaşlılık Duruşu'nu özlemişim. Seba'yı özlemişim.

Diyor ki Büyük Başkan "Beşiktaş'ın bir çizgisi vardır"

Demek istiyor ki "Bir duruşu vardır"

Ben o çizgiyi seviyorum, o duruşu yaşıyorum.

Büyük Başkan konuşurken, Sn. Mehmet Ali Yılmaz ve Sn. Aziz Yıldırım'ı görüyorsunuz değil mi? Çıt çıkarmak bir yana, yapabilseler nefes bile almayacaklar. Elbette haksızlığa boyun eğmeyeceksin. Ama bunu yaparken saygınlığını da kaybetmeyeceksin.

1997’de Süleyman Seba ikinci sırada bitirdikleri sezon sonrası “Gönüllerin Şampiyonuyuz” dediğinde bir tek Galatasaraylı "hadi oradan" dedi mi? Beşiktaş hakkında kötü düşündü mü?

Büyük Başkan'ın bu lafıyla ilgili sadece bir Galatasaraylı yazardan ufak bir espri hatırlıyorum. Kimin yazdığını hatırlamıyorum, şöyle demişti;

"Beşiktaş Gönüller Kupası'na katılsın..."

Bu espri de Beşiktaş'a ya da Seba’ya karşı değil, tam tersi destekler nitelikteydi.

Gerekirse savaş da olur. Ama öyle gir ki bu savaşa düşmanın bile önünde eğilsin. Kadir İnanır ifadesiyle “vururum, kırarım, şöyle yaparım, böyle yaparım...”

Yapmayın...Böyle yapmayın.

Dinsizin hakkından imansız gelir bittabii de, o zaman bizim dinsizden farkımız ne olacak?

Beşiktaşlılığı hangi temeller üzerine oturtacağız?..

Ortada haksızlık varsa, en büyük suç hak aramamaktır. Gerekirse bu medya yoluyla da yapılır. Asla Beşiktaş gaspedilen haklarının peşini bıraksın diye düşünmüyorum. Tersine daha çok savunsun kendini. Karabük de yapsın bunu. Trabzonspor'da. Fenerbahçe de...

Masalar vurulacak nesnelerden çok, etrafında oturulup üzerinde projeler ve fikirler üretilen yerler olmalı.

Bu videoyu Beşiktaş Yönetim Kurulu her sabah uyanınca izlemeli.

Şimdilerde Beşiktaşlılık Duruşu'ndan ziyade, Beşiktaşlılık "duruşu" var.


Toplu İstop Nedir?

Tam olarak olmasa da böyle birşeydir...



Hırs, Yürek, Bahane Değil

Gördüğüm en hırçın, en hırslı, en yürekli, en rakibi öpen topçu Sicilya’nın bağrından kopup gelen Gennaro Ivan Gattuso’dur.

Gattuso’yu hepimiz biliyoruz, o yüzden çok kısa bir özet geçeyim. Milanlılar O’na “il coure” yani “yürek” der. Defansif yönlü bir futbolcu olduğundan görevi atakları başlamadan bitirmek, rakip orta sahasını presle bozmaktır. Oyun anlayışının ve kafa yapısının bu yönde olmasının yanı sıra karakter olarak da isyankâr olduğu için, kart görmeye müsait bir oyuncudur. Kariyerinde 3 kırmızı kartı, 73 sarı kartı vardır.

Ligimizde ya da dünya genelinde Gattuso’dan daha hırçın, daha hırslı, daha yürekli, daha rakibi öpen Türk topçu var mıdır?

Galatasaray’ın Bülent Korkmaz’ı vardır. Her futbolseverin saygı duyduğu bir oyuncudur. Ali Ece’nin söylediği gibi gözünüzü kapatıp, bir an için Bülent’i kendi takımınızın formasıyla düşündüğünüzde sevgi konusunu da çözersiniz.


Fenerbahçe’nin Deli Nezihi’si vardır. İlk delidir. Yüreğiyle oynamanın karşılığıdır. Tahtını İbrahim Üzülmez’e devretmiştir. Her futbolsever saygı ve gülümsemeyle anar O’nu.


Beşiktaş’ın takoz Recep’i vardır. Romario’yu bitiren adamdır. Kendi kalesine rövaşatayla, rakip kaleye orta sahadan gol atan ilk Türk evladıdır. Sert oynar. Her futbolsever saygı ve sevgilerini gönderir Takoz’a...


Bir de Emre Belözoğlu vardır.

Gattuso’dan 3 yaş küçük olmasına karşın aynı sayıda kırmızı karta sahiptir. O’nun kadar hırçın değildir, olamaz.

Bülent gibi Milli Takım Kaptanı olmasına rağmen Ulusal Futbol camiamız O’na, O futbol camiasına saygı konusunda sıkıntılıdır

Nezihi’nin deli hırsından bir parçaya sahipken, Fenerbahçeli için bile O’nu sevmek hergün zorlaşmaktadır.

Recep kadar şık golleri olsa da, her futbolseverin gülümsemesini kazanamamıştır.

Bunun nedeni hakem değildir, hoca değildir, taraftar değildir.

Hırs, kariyer, mevkii....v.s bir hazırlık maçında dahi çıkabilen ve ligimizde çıkmayan nice kartın bahanesi değildir, artık.

30 yaşında gelmiş Ulusal Takım kaptanı olmuş, kariyerine Galatasaray, Inter, Newcastle, Fenerbahçe sığdıran bir insanın bahanesi olamaz.

Ve Ulusal Takımımız da artık bu bahaneleri kaldıramaz...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...