29 Nisan 2011 Cuma

Sakatlık Kötü, Kolla Takım Arkadaşının…


Allah sakatlık belası vermesin. Eğer veriyorsa temel geometri bilgisine sahip olmayan takım arkadaşı vermesin.

Çünkü onu da vermişse acı içinde yerde kıvranmak yeterince götüyken, bir de o salağın kötünü koklamak kafa yapar adamda.

28 Nisan 2011 Perşembe

Barcelona Total Futbol Oynamıyor

Ajax 70, Hollanda 74, Hollanda 88, Barcelona 92, Barcelona 2006.

Savunmanın hücumdan, hücumun savunmadan başladığı sistemin başarılı takımları bunlar. Kanat forvetlerin hücum presi ve driblingleri ile rakip savunmayı sürekli zorladığı, orta saha oyuncularının tempo ve dirençle orta sahayı ele geçirip, yüksek futbol zekalarıyla gerek dribling, gerek şut, gerek kenarlara inip orta yaparak golü her türlü olasılıkla aradıkları total futbolun resmi temsilcileri.

Bu kadar uzun tanımı yapmamın sebebi, özellikle yeni neslin, total futbolu binlerce pastan ibaret algılamasına sebep olan Barcelona 2010 gerçeğidir.

Arie Haan’ın 35 metreden attığı golleri göremiyoruz Barcelona’da.

Witchge’nin ortasına Van Basten’in kafalarını göremiyoruz Barcelona’da.

Koeman’ın savunmadan yara yara gidip orta sahanın önünden attığı haftanın gollerini göremiyoruz Barcelona’da.

Jose-Maria Baquero’nun omuz omuza mücadelelerini, sürekli topu ileri taşımasını göremiyoruz Barcelona’da.

Eto’o’nun bitmek tükenmek bilmeyen hücum preslerini göremiyoruz Barcelona’da.

Ne görüyoruz?

Pique Puyol’a, Puyol Busquets’e, Busquets Pique’ye, Pique Puyol’a....

Xavi İniesta’ya, Iniesta Pedro’ya, Pedro Xavi’ye...

Villa Messi’ye, Messi kaleye...

Eğer bu Barcelona total futbol oynuyorsa Ajax, Hollanda, (geçmişteki) Barcelona ne oynuyordu?

Bugün dünyanın en iyi takımı Barcelona. Kimilerine göre futbol tarihinin en iyi takımı aynı zamanda.

Ama (artık bu ayrımı yapmanın tam zamanındayız) bugünün Barcelona’sı total futbol oynamıyor.

Guardiola ile Barcelona başka bir şey oynamaya başladı. Ve açıkçası sıkmaya başladı. Rakip, 8 savunma oyuncusu ile orta saha çizgisinde bekleyen Anadolu, pardon İber Takımı ise maç daha da sıkıcı oluyor.

Asıl işkence ise skor avantajını yakalayınca başlıyor. Nasıl birşey olduğunu anlamak için gelin empati kuralım, hayallerimizi Avni Aker’e, Saraçoğlu’na, İnönü’ye...vs çevirelim. Durum 0-0, Lugano Yobo’ya, Yobo Lugano’ya, Lugano Gönül’e, Gönül Yobo’ya, Yobo Baroni’ye, Baroni Lugano’ya kendi yarı sahasında sabırla pas yapıyor. Okurken sıkılıp hızlı geçtiğiniz bir durumun tribünlerdeki homurtusunu duyuyorsunuz sanırım. “Türkler sabırsızdır, tribün kültürümüz yoktur ” gibi sosyolojik çıkarsamaları bir kenara bırakalım lütfen, önünüzdeki sahne sıkıcıdır .

“Dünyanın en iyi takımı” ağır bir sıfattır. Bu sıfata haiz olan bir takımın, Pepe’nin kırmızı kartından daha fazla ve daha farklı varyasyonlara ihtiyacı var.

Sistemlerine, güçlerine, oyuncularına, bir kulüpten daha fazlasına büyük saygı duyuyorum.

Sürekli kazanan olmalarına, aldıkları kupalara, 30 yıllık çılgın projelerine de gıpta ediyorum.

Bununla birlikte televizyon karşısına geçtiğimde “ortada sıçanın” en gelişmiş versiyonundan daha fazlasını görmek istiyorum. Bir tek Messi’nin driblinglerini görüyoruz, biraz da Iniesta zorluyor..

Onlar da olmasa, seyircisiz Bülent Uygun-Abdullah Avcı maçından tek farkı, karizmatik İspanyol dilinin kapitalizm ürünü havalı ismi kalacak.



26 Nisan 2011 Salı

Beşiktaş'ın Çocukları

Onlardan çok umutluydum.

Pazartesileri iş arkadaşını, okul arkadaşını kızdırma heyecanları duyanların hınzır hayallerinden daha fazlasındaydı, umduğum.

Onlar, Beşiktaşlılığın yarım kalan tanımlarına yeni kelimeler ekleyecek, yanlış cümleleri silecek, gelecek nesillere siyah-beyaz hikâyeler bırakacaklardı.

En son birliktelikleri bir Fenerbahçe maçı hikâyesini, roman üçlemesine çevirmişti. İkisinin de birer gol attığı maçta, Fenerbahçe Teknik Direktörü Mustafa Denizli’nin başı öylesine dönmüştü ki, basit bir toplama işlemini yapacak hali kalmamıştı. Nihayetinde 3 gollü bir mağlubiyet, 3 gün sonra Barcelona’nın da kaderi olacaktı.

Sonra aradan 9 sene geçti, Nihat Kahveci döndü. Çoğu gurbetçi gibi işçi gittiği gurbetten patron olarak dönmüştü. Sahada koşmaktan çok, emirler yağdırıyordu elleriyle, mimikleriyle.

Sonra 1.5 sene daha geçti. Nihat Kahveci’yi ilk kez bu sabah manşetlerde gördük. Ağzını kocaman açmış, gözlerini kıvılcımlarla doldurmuştu. Çevresinde yaşça büyük insanlar, O’nun yaşça büyük bir ağabeyine saldırmasını engellemeye çalışıyorlardı. Belki haklı, belki haksız. Adaletin terazisini tutmak haddinde değilim. Görmek istediğim, görmem gereken poz; aynı hırslı yüz ifadesinin üzerinde forması ve çevresinde takım arkadaşlarıyla, 5 saniye önce attığı golün sevinci olmalıydı. Beşiktaş’ın çocuğuna yakışan buydu.

Geçen sezon savunmayı geride kuran Denizli yüzünden az gol atan Beşiktaş, bu sezon savunmayı öne kuran Schuster yüzünden çok gol yiyen bir takım olmuştu. Bu yüzden, 1 sene önce hücum futbolu konusunda ortak görüş bildiren forumlarda, köşelerde, televizyonlarda Beşiktaş’ın savunmayı (yeniden) geride kurması gerektiği konusunda fikir birliği vardı. Sonuçta futbol basit oyundu, hatta 2 kere 2’nin 4 ettiğine dair değerli bilgiler vardı. Tayfur Havutçu göreve gelir gelmez aklın yolu bir olduğu için savunmayı daha geride kurmaya başladı. 7 maçtır kendi sahasında gol atamayan Konyaspor, dün gece hasretine son verdi.

Ama benim umudumu kıran savunmanın bu kadar geride kalması, 3. bölgeye top gidememesi, aradaki 3 dönümlük boşluğu garibim Necip ile Fernades’in beyhude kapatmaya çalışması, Quaresma’nın trivela ortalarının arka direkte kenar forvete hasret platonik aşık olması değil.

Benim umudumu kıran Tayfur Havutçu’nun maalesef kişisel yolu tercih etmesi ve (kupayı kazansa dahi) bu yolda başarısız olması.

Göreve geldiğinde önünde 2 yol vardı Havutçu’nun; ya Doğukan, Furkan, Atınç, Onur, hatta Muhammet’i kameraların önüne ve Beşiktaş’ın geleceğine koyacaktı, ya da mevcut oyuncularla kazanıp, rüştünü ispat edip, kendini Beşiktaş’ın geleceğine koyacaktı.

En son Konyaspor maçının 18 kişilik kadrosunda (mecburiyetten) Onur Bayramoğlu’nun olması ikinci yolu, oynanan futbol ve skor ise başarısızlığını ortaya koyuyor. Halbuki Beşiktaş geleneği birinci yolun asfaltında yatıyordu. Beşiktaş’ın çocuğuna yakışan da oradan yürümek olurdu.

Takvim nisanın sonuna geldi biz hala bahar bekliyoruz, dün akşam Nihat ve Tayfur tükettiler bahar umutlarımı.

Beşiktaş’ın çocukları böyle yaparsa, Beşiktaş’ın çocuklarına kim örnek olacak, kim sahip çıkacak?

3-4 sene sonra onları da mı trafik kazası sütunlarından hatırlayacağız, Allah korusun...

Konu yine, her romantik Beşiktaş muhabbetinden mütevellit dolaştı aynı yarayı dürttü, kanattı...

Beşiktaş Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı Avrupa Şampiyonu oldu.

Adlarını bilmiyorum, yukarıdaki cümle dışında ayrıntıya girene rastlamadım. Yüzlerini de bilmiyorum, gazetelerde tek tük maç pozisyonlarından kareler gördüm. Bütçeleri ne kadar bilmiyorum, hatta bütçeleri var mı onu da bilmiyorum.

Bu takımın masasında kupa var.

Beşiktaş Futbol takımı ligde 5. sırada.

Muazzam bir bütçe ve karizmatik yüzler var. Ligin açık ara en çok faule maruz kalan takımı, aynı zamanda ligin en çok kırmızı kart gören takımı.

Bu takımın masasında yumruk var.

Yukarıdaki 2 durumdan hangisi Beşiktaşlı Duruşu’nun örneği olarak gösterilir?

Ufak bir tüyo.

Şifreli bir soru aslında bu. Cevabı içinde gizli. Hangisi büyükse onu işaretliyorsun...

25 Nisan 2011 Pazartesi

Sonunu Bilmediğimiz Hikâye

İçinde yoğun duygular ihtiva eden her kavramda, hikâyeler sonuçlardan daha önemlidir. Çünkü sonuçları önemli yapan, hatta olduğundan daha önemli gösteren, hikâyenin yoğunluğudur. Bakış açımıza göre iyi ya da kötü etiketi yapıştırıp dosyalayacağımız her son, anı arşivlerimizin tozlu dolaplarından her çıktığında, hikâyenin yoğunluğu kadar acı ya da mutluluk verir.

Her sene, her hafta, hatta hergün 22 adamın 1 topu paylaşamaması bizim için kalp çarpıntısı, çene jimnastiği ve stres olmasına rağmen, bir sonraki sefere, aynı heyecan, umut ve yine stresle, tribünde, televizyon karşısında, geçmişte radyo başında, hayatımızın 90 dakikasını “değerlendirmemizin” sebebi budur. Çimlerin üzerindeki hikâyelerin parçası olmak...

Atatürk Stadı’nda bir sezonun sonunda anlatacak birçok hikâye gördük. Bir Anadolu takımının 9 kişiyi ceza sahasının önüne yığıp tekme tokat savunmadan da bir büyüğe 3 gol atıp –neredeyse- yenebileceğini gördük. 10 dakikada (belki) giden bir şampiyonluğun, bir sonraki 10 dakikada (belki) geldiğini gördük. Maçın 3’te 2‘sinin kahramanı Abdülkadir iken, 3’te 1’inde sahneye çıkan Alex De Souza’nın maçın tümünün kahramanı olabileceğini gördük. Alex'in attığı 3.golü yemeyen takım kalmadığını gördük. Genç Semih’in sol ayağıyla Alex kadar iyi asist yapabileceğini gördük. Uzuuuun boylu Ediz Bahtiyaroğlu’nun yanlamasına durursa savunmada daha az boşluk bırakarak daha yararlı olabileceğini düşündük. Telepati olduğunu zira Ediz’in bizi duyup ciddiye aldığını, ama bu seferde penaltıya neden olup (takımına) yine yararlı olamadığını gördük. Emre Belözoğlu’nun neden Türkiye’nin en iyi orta saha (ama en sevilmeyen) oyuncusu olduğunu gördük. Gökhan Gönül’ün neden Türkiye’nin en iyi (ve en sevilen) oyuncusu olduğunu gördük. Tip olarak Nobre, tarz olarak Kenan Evren’e benzeyebilen bir hakem olabileceğini gördük.

Ve gözyaşları gördük.

Gözyaşlarına, tribünden bayrağıyla atlayan taraftarın sarılışını gördük.

Bir futbol takımı sadece zaferlerin üzerine sevilmez, sevilmemeli. Bu yüzden mağlubiyetlerin, başarısızlıkların üzerine de red edilmez, edilmemeli. Alkmaar maçında Fenerbahçe 3-1 mağlupken, oyundan çıkan Alex De Souza’yı yuhalayan elli bine karşı ayakta alkışlayan bir başkan bunu en iyi bilendir. Daha sonra kendi oyuncusunu yuhalamak gafletine bir daha düşmeyen taraftar da bunu en iyi anlayandır.

Dün Güiza’nın gözyaşlarının etkilemesi için illâ Fenerbahçeli olmak gerekmezdi.

Önce İspanyol kumaşı gol kralı markalı yaldızlı ceketinin üzerine “madara” nişanı yapıştırdılar. Daha sonra o ceket, çamur güreşleriyle televizyonlarda şov yapan eski karısının sıçrattığı çamurlarla da iyice kirlendi. Kendine olan güveni fersah fersah batarken, ceza sahası denizlerinde sarılacağı goller kaçtı. Geçen sezonun şampiyonluk yükü bir 90 dakikaya sığabilirken, O, 90 dakikaya bir gol sığdıramadığı için baş sorumlu oldu. Koskoca bir sezonda arkadaşları rakip takımları tek tek devirirken, o sadece sakatlıkla mücadele etti.

Ve nihayet dün akşam İzmir’de sahaya çıktı.

Bir forvet için ekstra bir hareket yapmadı. Savunma arkasına koşu, düzgün bir vuruş...

Pas harikulade, vuruş zor, pozisyon basit. Futbol basit oyundur, ama hikâyeleri ve etkileri muazzamdır, ağlatır bazen...

Bu hikâyelerin hüzün veya sevinçle biten alternatif sonlarını Fenerbahçe ya da Trabzonspor paylaşacak. Ne olursa olsun bu sezonun, Burak Yılmaz ve Alex’in kahramanlık destanlarını çoktan yazdığı bir sezon olduğu gerçeği değişmeyecek.

Kazablanka filminin o ünlü sahnesinde yakışıklı Humphrey Bogart sert bir ifadeyle Ingrid Bergman’a sabitler gözlerini ve sorar;

"- Sana iki kelimelik, sonunu bilmediğim bir hikaye anlatayım mı?"

" - Evet."

" -Seni Seviyorum."

4 hafta kaldı ve 2 takımı birbirinden ayıran tek bir gol var. Bu hikâyenin sonu ne olur bilmiyoruz.

Ama futbolu ve takımlarımızı seviyoruz.

Sonunu düşünmediğimizde kahraman olabilir miyiz bilemiyorum ama seviyorsak sonunu düşünmememiz gerektiğini biliyorum.


Not: Bu yazıyı yazarken, muhabbetleriyle bana katkı yapan Ege (http://sairlerparki.blogspot.com/) ve Kaan’a (http://klasikfutbol.blogspot.com/) çok teşekkür ederim.

24 Nisan 2011 Pazar

Parçalı Gelecek

Masamda duran yuvarlak cam küre gelecekten görüntüler göstermiyor. Sallayınca içindeki sıvı nedeniyle beyaz taneciklerin kar yağıyormuş hissi vererek yavaş yavaş düştüğü bir kürede –ki adı kar küresidir- kardan adamın melankolik duruşunu gösteriyor. Nostradamus ile tek yakınlığım, çene altındaki bir tutam sakalım –ki adı keçi sakalıdır- olabilir. Biraz sonra traş olunca o da kalmayacak. Arada sırada içinde bulunduğum anları, tam o anda rüyamda gördüğümü –ki adı dejavudur- anlar ve hafifçe sırıtırım, sonra geçer. Kahin değilim, psişik yeteneklerim yok, konsantre olacağım alet-edevat da yok önümde.

Bütün bunlar, önümüzdeki sezon dün akşam sahadaki 2 sarı-kırmızılı takımdan birinin şampiyonluk yarışı içinde olabileceğini ön görmeme engel değil.

Galatasaray’da “skoru değiştirecek”, “oyunu değiştirecek” gibi, taktiksel temele dayanan kıvrak futbol terimlerini, süslü cümleleri kullanmayı bir kenara bırakıyorum. Galatasaray’ın (hangi renk olursa olsun) formasını giymeyi futbol anlamında hakeden toplam 3 oyuncu var. Değer sırasına göre:

1-Arda

2-Culio

3-Sabri

4-Servet

Bu 3 oyuncu arasından Servet Çetin; Rijkaard dönemindeki tutumuyla ve futboluyla parçalı ya da parçasız bir forma için gelecek teşkil etmiyor. Bu durumda geriye 2.5 oyuncu kalıyor. Arda’nın da atletik futbolunun onu önümüzdeki sezon çubuklu forma içinde görmemize neden olacağını düşünürsek, geriye toplam 1.5 oyuncu kalıyor; Culio+Sabri eştiliğinin matematiksel sonucu…

Galatasaray’ın dün geceki istekli oyunu, gelecek için kalıcı umutlar taşımaz. Biraz Bülent Ünder’in, Fatih Terimist felsefesi, biraz da sahadaki 4 adam (3 oyuncunun) bireysel isyanına dayalı bir oyundu. Bu tarz bireysellik üzerine kuracağınız her plan kısa vadeli mutluluklar getirir (bkz. Burak Yılmaz-Trabzonspor), ama uzun vadede umut inşa etmek için sağlam temele ihtiyacınız vardır, anlık gazlara değil.

Özet halinde sunuyorum, yeni bir teknik direktör, en az 15 transfer –ki bunların bir kısmı yanlış olacak, ya da aşı tutmayacak- ve yeni bir yapılanma ile önümüzdeki sezon, hatta bir sonraki sezon, yeni forma renklerinden daha büyük sorunlar getirecek. Oysaki Galatasaray’ın sadece forması parçalı olmalıydı, geleceği değil…

Kongre ne getirir, ne götürür bilmem, kahin değilim başta söyledim. Sıvazladığım sakalım, futbol tarihinin dejavuları ve önümdeki cam gibi gerçekler; Galatasaray’ın Türkiye’nin batıya açılan penceresi olduğunu hatırlayacak vizyona, gerçekçi projelere, parçalı formaya ve en önemlisi sabıra ihtiyacı olduğunu söylüyor.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Saç-Baş Yolma Sezonu

Şampiyonluk yarışının son 7-8 haftasına girdiğimizde, köşelerde mutlaka aynı yazıları okur, gazetelerde yöneticilerin aynı açıklamalarını görür, televizyonlarda aynı yorumları dinlersiniz. “Artık güzel futbola gerek yok, nasıl oynarsak oynayalım, yeter ki kazanalım” özdeyişinden bahsediyorum. Bu özlü yorumun Türkçe meali “60 dakika tut, araya bir tane sıkıştır” mantığıdır. İşin ilginç tarafı futbolsever de bu mantığı kabul eder ve sorgulamaz. Ligin neredeyse 4’de 1’i gibi bir dönemde iki takımın birbirine zinhar gol atmayı düşünmediği maçları gerginlikle izler. Kötü futboluna rağmen, bir şekilde o haftalara şampiyonluk adayı olarak girenlerin bile ağzında aynı cümle vardır.

Halbuki o takımın, oraya kadar gelmesinin sebebi, (kendi futbol anlayışı herneyse) o futboldur, neden son 7-8 hafta başka bir anlayışa dönsün ki? Kaldı ki bu; savunma futbolu da olabilir. Ancak Trabzonspor’un bu yarışta olmasının sebebi, futbol anlayışının Barselonacık olmasıdır. Sezon başından itibaren ön stopersiz (Mustafa Sarp, Aurelio, Hüseyin Çimşir) oynayan tek takım Trabzonspor. Selçuk ve Colman arasındaki pas trafiği, Jaja, Alanzinho ve Burak’ın savunma arkasına koşuları, dribling yetenekleri ile orta saha hakimiyetini sağlıyordu.

Göze hoş geliyorlardı.

3-4 hafta önce Trabzonspor yöneticileri o klasik açıklamayı yaptığından beri, Trabzonspor gözümüzdeki hoşluktan vazgeçti, bize de Burak Yılmaz’ın kahramanlığından başka yazacak konu bırakmadı. Burak da bir insan olduğu için bazen gol atamayabiliyor.

Bülent Uygun’un Alper-Doğa-Pele barajı manidardı. Galibiyete ihtiyacı olan, gole ihtiyacı olan, futbol oynamaya ihtiyacı olan Trabzonspor’du sonuçta. Uygun bunu Trabzonspor’un dezavantajı olarak değerlendirip alacağı puanın peşindeydi. Kimsenin durumu O’nu ilgilendirmezdi (ilgilendirmemesi lazım en azından). Hücum organizasyonu düşünmediler.

Colman’daki düşüş sürüyor. Jaja’daki düşüş geçen hafta bitmişti, bu hafta tamamen yıkılmış. Maça zaten “Boşver futbolu, kazanmaya bak, aman yenilme” felsefesiyle çıkmış bir takım var. Böylece Trabzonspor pas organizasyonlarına giremedi.

Sahada hücum organizasyonu yok, pas organizasyonu yok…

Allah’tan Es-Es bandosu organizasyonları var ve şahane. Ligin son haftasına kadar, aynı tempoda, aynı coşku içinde devam edeceklerine eminİm. Futbolsever olarak, -Türkiye’deki tüm tribünlerin örnek alması gerektiğini düşündüğüm- takımlarına olan olumlu katkılarından dolayı kendilerine teşekkür ediyorum.

Saç besleyici ilaç, şampuan…vs reklamlarındaki hafif kelleşmiş oyuncuların artık Trabzonspor Taraftarı arasından seçildiğine eminim. Umut Bulut’un golcü görevini üstlendiği bir takımda saç-baş yolmamak için Gandi kadar dingin olmak lazım.

Şampiyon adaylarının oynadığı oyuna bakınca, geçen sezonun şampiyonu Bursasporluların bu yarışın içinde olmadıkları için saçlarına saldırmaları doğaldır.

Galatasaray Taraftarı zaten ilk yarıda üzüntüden Barthez Ömer modeline geçmişti. İkinci yarının hemen başında Beşiktaşlılar bu akımın bir diğer temsilcileri oldular.

Gelecekte, 2010-2011’i ”saç yolma sezonu” olarak anacağız, bu manada.

Şu an için saçı gür olan bir tek Fenerbahçeliler var. Ama Onlar da yolmak için genelde son haftayı bekliyor.

Bu satırların kel yazarı ise, bu durumlara tebessüm ediyor.

Herkese iyi hafta sonları ve güzel futbol diliyorum.

21 Nisan 2011 Perşembe

Beyaz Gece

Gökteki 3 elma, düşmek için, bizim gibi televizyon karşısına kurulmuş bu masalsı geceyi bekliyordu.

Ekrem Dağ’ı sağ bekte görmek Beşiktaşlı bünyelerin gerekli adrenalin ihtiyacını daha maç başlamadan karşılamaya yetti. Buna 5. dakikada gelen Gaziantepspor golünü de ekleyin. Bir anda Beşiktaş üzerinde Neuchatel Xamax hayaleti gezinmeye başladı. O hayaleti öldüren yine bir ölü top oldu. Artık Beşiktaş Taraftarı, Atletico Madrid taraftarından kalan yadigâr slogana sahip çıkabilir; “Simao ile ölü toplar, asla ölü değildir”. Kariyerinde hiç penaltı kaçırmamış, frikikleri de penaltı ayarında kullanan Portekizli’nin, sözlük tanımı için güzel slogan.

“El Clasico” gibi havalı bir ismi yok Tottenham-Arsenal maçının. Futbol otoriteleri dahiyane olmayan bir tanımla “Kuzey Londra Derbisi” diyip geçiyor. Bununla birlikte, adı küçük ama işlevi büyük bir derbi. Bol gol var, kora kor bir mücadele var, efsane geri dönüşler var, direkler var, çizgiden çıkanlar var, kan var, gözyaşı var. Dün gece de 3-3 biten harika bir maç vardı. İngilizler Dünya Derbisi olarak adlandırmasa da Tottenham-Arsenal maçları, 90ların sonundaki Newcastle-Liverpool maçları gibi kült olma yolunda tam gaz gidiyor.

Gecenin karanlığı Atlas Okyanusunu örterken, dünyanın beklediği esas oyun, güneşin Avrupa’yı en son terkettiği topraklarda sahne alıyordu.

El Clasico’ların bu kadar ilgi çekmesinin sebebi; dünyanın en pahalı takımlarının, dünyanın en iyi 2 oyuncusunun, dünyanın en iyi savunma oyuncularının, dünyanın en iyi 7 numaralarının, dünyanın en iyi sağbeklerinin, dünyanın en iyi 10 numarasının, dünyanın en iyi kalecisinin, dünyanın en iyi teknik direktörlerinin…(tamam burada bir nefes alalım, ve şimdi devam edelim) kısaca salt “dünyanın en” kapsamındaki herşeyin karşılaş(tırıl)masıyla açıklanamaz. Bu kıyaslar işin cilası aslında. Reklam ve pazarlama dehalarının boyadığı resimler.

Herkesin temelde içten içe merak ettiği konu, sistem ile paranın en büyük ölçekte çatışmasında galibinin kim olacağı.

Yıldızları yaratan mı, onları satın alan mı?

Aslında bu maç, ısınma turu olan 3 gün önceki maçın son 20 dakikasının devamıydı. Real Madrid’in arzulu istekli, yardımlaşmaya dayalı savunma yapısı ve en önemlisi “Barcelona’yı yenebileceğine inanması” ilk yarıdaki Madrid modlu oyunun şifresiydi. İkinci yarıda bu tempo doğal olarak düşünce, Barcelona standart oyununu oynamaya başladı. Bu noktadan sonra Mourinho’nun neden dünyanın en çok para kazanan teknik direktörü olduğunu bir kez daha gördük. Zaten Pepe’nin, ısrarla Pinto ile burun buruna gelmesi, Barcelona’nın doğru düzgün pozisyona girememesi ilk dikkatimizi çekenlerdi. Ancak maçın içinde Real Madrid, hücum presten, kanat futboluna, alan savunmasından, kontraatağa kadar futbolun içindeki tüm taktiksel varyasyonlara o kadar kolay ve akıcı geçiş yaptı ki, Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”nı okuduğunu söyleyen Mourinho’nun “Manevra” başlığının altında epey saatler geçirdiği düşündüm. İleride bir gün “Futbolda Yönetme Sanatı” diye bir kitap yazılırsa, içinde Mourinho ismiyle özel bir başlık olmalı. Sadece 1 senede birçok büyük egoyla dolu yeni bir takımı bu kadar işleyen bir hale getirmek, büyük bir ustanın eseri olabilir ancak. Sığ bir yaklaşımla “çok defans oynatıyor, bozuyor” diye kesip atmak, futbola ihanettir.

Özellikle son 3-4 yıldır, Barcelona’nın ritmik paslarıyla hipnotize olan milyonlarca futbolsever, “güzel futbol” tanımının karşısına iki nokta koyup Barcelona yazdı.

Halbuki “güzel futbol” milyonlarca pas yapmak değildir, sadece...

Değişikliktir, farklı taktiksel varyasyonlar uygulayabilmektir, savunma oyuncusunun bile ofsaytlara düşebilmesidir, ortadır, kafadır, şut atmaktır, 117. dakikada dahi yara yara, amansız dribling yapabilmektir, alan savunması uygulamaktır, markajdır, tırnakla golü çıkarmaktır, fiziksel çarpışmadır, daha güçlü bir rakip karşısında, yüreğini koyarak 120 dakika savaşmaktır...

Bizim futbolu sevmemizin nedeni, futbolun bütün bunları kapsamasındandır. Uygulamaları güzel olursa, futbol da güzel olur.

Ve daha güzel futbol, dünyanın en iyi takımını yenip kupayı kazanmaktır.

Ama en güzel futbol, 5-0 kazandığında da, kupayı kaybettiğinde de rakibi rencide edici söylemlerden uzak durarak, O’nun büyüklüğünü ve saygınlığını hakkıyla teslim etmektir.

Müthiş bir geceydi.

3 beraberlik vardı. Ama gökteki 3 elma, beyaz prenslerin kısmeti oldu.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Malı Mülkü Çok Olan Korkmaz Tabii!

Beyaz ırkın sonsuza kadar ezileceği uzun konulara girmek, futbol dışına çıkmak istemiyorum.

Hocamız idmanlarda topa çekinerek yaklaşana "sen toptan korkma, top senden korksun" derdi. Aslında toptan çekinmiyorduk. Koruyacak bir kaç parça malzememizin, falsolu bir pozisyonun sonunda, karnımızla tokalaşıp, oradan böbrek, dalak, hatta sırta kadar, suratımıza aptal bir ifade vererek salyamızı akıtacak o tarifi imkânsız, teşbihi faydasız ağrı mı sızı mı neyse, sonu işemeyle biten o korkunç acının bilincinde olan omuriliğimizin şartlı refleksini gösteriyorduk.

Korktuğumuz top değildi, kısaca...

Yalnız şu özgüvene imrenmedim değil. Jonathan Tehoue'nin tahmin ettiğimizden daha zenci olduğunu düşünüyorum 'korkarım'. Zenginin duruşu, barajda bile farkediyor.



19 Nisan 2011 Salı

Arda Asmaca

Arda Turan bir basın toplantısında, takım elbisesiyle kravatıyla gazetecilerin karşısına çıkıp, iki elinin işaret ve başparmakları arasına sıkıştırdığı formayı sinirli bir tavırla sallayarak “Arkadaşlar, bu elimde tuttuğum, hayat kadını rengi formasıdır, dağılabilirsiniz” demedi.

Somon renkli forma internete ilk düştüğünde, televizyondan ilk izlediğinde, gazeteden resmini ilk gördüğünde Galatasaray’lı Galatasaray’sız herkesin içinden geçen, bir çoğunun da dışına taşanla aynı tepkiyi verdi.

Hayatımızın, arkadaş arası lûgatımızın bir parçası olan o meşhur küfürle cümleye noktayı “koydu”

Çoğu kimsenin “Yok bir de deseydi” diyeceği ilk paragraftaki hayal ürünü mizanseni o yüzden oraya “koydum”, ben de…

Göstermek istediğim; Arda’nın da aynen hepimizin yaptığı gibi, o “tekstil ürününü” ilk gördüğünde arkadaş içinde, aile içinde olması normal tepkiyi verdiğiydi. Kamerayı farketmemişti bile belki, belki de yadırgamamıştı hayatının çoğunu kamera arasında yaşayan bir insan olarak.

O videoda çok güzel bir ayrıntı var. Harika bir espri var. “Galatasaray Forması nerede” sorusu…

Galatasaray formasına saygısızlıkla itham edilen adam, Galatasaray Forması özlemini daha şiirsel anlatamazdı. Çünkü Galatasaray’ın rengi sarı-kırmızıdır. Galatasaray Forması parçalıdır.

Bu, budur.

Mor, pembe, yavru ağzı…vs. gibi renkler için Galatasaraylılar arasında anket yapsak, araya sızan birkaç hınzır Fenerbahçeli dışında hiçbiri, Galatasaray futbolcusunun üzerinde bu renkleri görmek istemez.

Arda’nın tepkisi de “somon rengine”dir. Alınması gereken Palermo kulübü olabilir, bir de Norveçli balıkçılar, asla Galatasaray değil.

Arda’nın kabalık yaptığını düşünenler, o videonun aile dışına sızmasının Galatasaray için daha büyük küfür olduğunun da farkında olmalılar.

Aslında en önemli soru, “niye dedi, ne dedi” değil “neden şimdi” sorusudur.

Sergen Yalçın’dan sonra Türk Futbolu’nun sanat güneşi olmaya en yakın adayı bu senenin başından bu yana reyting vampirlerinin ısrarla kanını emdiği bir zombiye döndü.

Önce Al Pacino tişörtünü tartıştılar. Sonra cinsel hayatını meze ettiler. Aylarca kasıklarını konuştular. Geri döndü müthiş oynadı, attığı golün adrenaliyle yaptığı işareti terbiye sınırları dışında değerlendirdiler. Şimdi de küfür ettiğini söylüyorlar.

Senenin özeti; Arda ahlaksız, Arda görmemiş, Arda terbiyesiz…

Herkese soruyorum, herkes de kendine sorsun; bu ithamları yapan yaşını başını almış, koca koca insanlar, daha mı ahlaklı, daha mı görmüş, daha mı terbiyeli?

Aralarında tek eşli yaşamadığını “itiraf” edenden, ekranlarda her hafta ona buna küfür eden var.

Açık ve net;

Bu bir yıpratma ve Arda’yı Galatasaray’dan gönderme operasyonudur. Bu, sadece Galatasaray’ın dışından değil, içinden de destek gören bir operasyondur. O videonun sezon başında değil de, sezon sonunda “sızdırılmasının” açıklaması budur. Gitmek istemediğini her fırsatta belirten Arda’yı -hazır güzel bir fiyat da çıkmışken- göndermeye “razı etmektir”

Ve yine söylüyorum asıl bu kumpas, Galatasaray’a edilen en büyük küfürdür!

Açık ve net olan diğer konu Arda ve Galatasaray arasındaki ilişkinin, o videoya eli değen herkesten daha kutsal olduğudur.

Galatasaray için;

O videoyu çekenden daha fazla emeği vardır, Arda Turan’ın…

O videoya o metni yazandan daha şiirsel cümleleri vardır, Arda Turan’ın.

O videoda o metni buğulu bir sesle okuyandan daha duygusal anları vardır, Arda Turan’ın

O videoyu sızdırandan da daha fazla aşkı vardır.

İşte bu nedenlerden dolayı, belki okuyan bıkmıştır ancak ben yazmaktan bıkmadım; Git Arda.

Artık burada kaldığın her saniye eleştiri adı altında kişiliğine, sevgiline, ailene ve Galatasaray sevgine kurşun sıkacaklar. Bir süre sonra uyuşmaya başlayacaksın. Önce sevgin ölecek, sonra futbolun…

O yüzden git, yaşa. Galatasaray sevgine olan saygın da yaşasın böylece.

Kalemşörler de “Adam Asmaca” içi yeni kurban çizebilirler, kalemleriyle!




18 Nisan 2011 Pazartesi

Bir Güneş Işığı: Burak Yılmaz

Trabzonspor’un en kötü yeri sol tarafı. Cale hücumda belki –biraz- destek veriyor ama savunma yönüyle Casper gibi. Ancak bu karakter, tersine “sevimsiz” durumlar oluşturuyor Trabzon adına. Rakip sağ açık / bekleri maçın yıldızı olacak kadar etkin oluyor. Dün de sezonun inişli çıkışlı adamı Volkan Şen, Bursaspor’un etkili ismiydi. Bununla birlikte, bu durum için jüri karşısına çıkması gereken isim sadece Cale değil.

Trabzonspor’un, daha doğrusu Şenol Güneş’in oyun mantığı topa sahip olmaktan geçiyor. Colman’ın düşüşü ısrarla devam ettiği için, Bekir Ozan-Svensson ikilisiyle tek başına mücadele etmek zorunda kalan Selçuk İnan, bildiğimiz ağırlığını koyamadı. Orta sahadaki bu teslimiyet, oyunu Ertuğrul Sağlam’ın mentalitesinin önüne sundu; “Orta sahada oyalanma, topu hızlıca ileri taşı”.

Bursaspor’u oyunda hakim kılan bu unsurun, sonuca yansımaması, transfer olan onca kaliteli ismin, geçen sezonki Turgay Bahadır kadar etkili olmamasaydı. Bu durum Bursaspor için bu sezonun da özetidir aynı zamanda..

Ertuğrul Sağlam’ın geçen sezonki başarısı, bunu küçümsemek isteyenlerin hayallerinin toplamından daha büyüktür. Bursaspor’un başarısı çok büyüktür, çok da önemlidir. Fakat, Sağlam’ın (ve Bursaspor’un) misyonu artık daha büyük, yükü daha ağır. Devrim, bir yapıyı devirmek değil, aynı zamanda devrilenin yerine koyduğun yapıyı devam ettirmenin felsefesidir. Ertuğrul Sağlam, Kayserispor’da, Beşiktaş’ta ve Bursaspor’da aynı futbolu oynattı. Rakibe ve skora göre aynı değişiklikleri uyguluyor. Artık bizi şaşırtmasının vakti geldi. Bir basamak yukarısı için (değişmeli demiyorum sadece) mentalitesinin üzerine biraz daha krema eklemeli, ya da malzemeye biraz meyve karıştırmalı. Sürekli çikolatalı pasta satmak belli bir süre sonra dükkanı döndürmeyebilir!

-İstikrarsız Burak-

Burak için her hafta aynı kalıpta cümleler kurmak zorunda kaldığımızdan cümle bitti. O yüzden bugün övgülerimi, sahnedeki yakışıklı aktöre değil, yönetmenine gönderiyorum. Beşiktaş’taki ilk sezonunda harikalar yaratan, sonrakinde ise üzerine istikrarsız eleştirileri yağan Burak Yılmaz, 29 haftadır istikrarlı bir şekilde, inatla takımını 27 yıl sonra şampiyonluğa taşıyor. Burak’ın futbolundaki ışığın kaynağı Güneş’tir.

Karizması olmayan adam’a saygılar...




17 Nisan 2011 Pazar

Raund 1: Isınma Turları

Daha önce de yazmıştım, patent bende olduğu için kullanmamda mahsur yok. Şu ömr-ü hayatımda 1400-1500 maç izlemişimdir. Allah fil hafızası vermiş, çoğunu da gol dakikalarına kadar hatırlarım; gördüğüm en rezil maç ne İngiltere-Türkiye, ne Sigma Olomouc-Fenerbahçe, ne de Liverpool-Beşiktaş maçıydı. Gördüğüm en rezil maç Barcelona’nın Real Madrid’i 5-0 yendiği maçtı. Skor olarak daha kötülerini gördüm. Ancak ben bir takımın, diğerini bu kadar ezdiği, futbol olarak aşağıladığı ve bunu başlangıç düdüğünden bitiş düdüğüne kadar yaptığı başka bir maç bilmiyorum.

O maçın rezillik (ya da durduğunuz tarafa göre vezirlik, hatta padişahlık) kategorisinde açık ara 1 numara olmasının sebebi, Mourinho’nun 10 da 1 oranında erkeklik yapmasıydı. Maça “standart” olarak Alonso ve Khedira ikilisiyle başlayan Madrid orta sahası, Xavİniesta karşısında helva gibi dağılmış, Mesut’a top gitmediği için Real Madrid atakları başlayamamıştı bile. Halbuki aynı Mourinho’nun, 1 sene önce Inter kravatıyla Nou Camp tribünlerine “gider” yapmasının sebebi Cambiasso’lu, Motta’lı, Zanetti’li çeik zırhlı duvardı.

Barcelona evde, deplasmanda, halı sahada, sokakta, okul bahçesinde, futbol oynanabilecek her yerde aynı sistem, aynı soğukkanlılık ve aynı düşünce yapısıyla oynuyor. 30 senelik bir projenin en marjinal, en pahalı ve en cilalı ürünü olmanın güvenini soluyorlar. Şu an dünyanın en iyi takımı olduğu zaten tartışma konusu bile değil. Tarihin en iyi takımı olup olmadığını, sezon sonundaki kupaların belirleyeceğini söylüyor otoriteler.

Bu (mentalitede bir) takımı, büyük üstad Lucescu’nun dediği gibi “defans yaparak durduramazsınız”. Kalbine saldırmak zorundasınız ve bunu 90 dakika yapmanız şart. Nou Camp’taki hatasını acıyla ödeyen Mourinho, olabilecek en doğru şekilde Pepe-Khedira-Alonso üçlüsüyle başladı. Top Barcelona’da iken orta sahada 5 beyazlı, 20 metre arkasında 4 beyazlı, sıralı asker disipliniyle birbirlerine 5’er metre uzaklıkta pozisyon aldılar. Amaç Barça orta sahasını boğmak ve boş alan bırakmamaktı. Bu durum ilk 15 dakika Barcelona’nın alışık olmadığımız, -hatta bizi rahatsız edecek kadar- pas hatası yapmasına neden oldu. Tabii Messi’yi durdurmak için disiplinli askerler yeterli olmuyor, sırtından tüfekle vurmak belki bir çare…

Şu ana kadar Real Madrid odaklı bir yazı olması gayet normal. İçinde bulunduğumuz dönemde tüm El Clasico yorumları “Madrid nasıl oynamalı” üzerine olacaktır. Barcelona’nın sistemi rakibe, sahaya göre değişmiyor. Boşa kaç pas al pas ver, boşa kaç pas al pas ver, boşa kaç pas al gol at!

Ufak bir paragraf Mesut Özil için açıyorum. Gerçi Mesut büyük bir paragraf, hatta başlı başına bir yazı hakediyor. 10 kişi kalmış koskoca Real Madrid, koskoca Barcelona önünde Mesut oyuna girdikten sonra maçı çevirebilecek ruh ve oyuna sahip oluyorsa, “Mesut Özil, Zidane olacak yorumumuz” çok da küstahça olmaz sanırım.

Dün gece oynanan maç, serinin en önemsiz filmiydi. Devam filmleri daha hareketli, daha coşkulu olacak. La Liga zaten Barça’nın, bunu herkes kabul ediyor. 3 gün sonra prestij kupası Copa Del Rey var, o daha önemli. Ama en önemlisi; Şampiyonlar Ligi.

Jose Mourinho Real Madrid ile anlaştıktan sonra, Başkan Florentino Perez ile müzeyi gezerken Şampiyonlar Ligi Kupaları’nın önüne gelirler, birkaç dakika bakarlar. Sessizliği bozan başkan olur;

-Bunun yenisini çok özledik.

Mourinho tarzı cevap gelir;

-Ben de…Hem de birkaç gün önce kazanmış olmama rağmen.

Real Madrid’in bu sezon en önemli amacı bu sohbette yatıyor. Barcelona ise futbol tarihin gelmiş geçmiş en iyi takımı ünvanı için bu kupanın şart olduğunu biliyor.

Bu rekabetin keyfi de, bizlere kalıyor…


14 Nisan 2011 Perşembe

ASLA YALNIZ YÜRÜMEYEN 96 RUH

Alışagelmedik parlak güneşli bir pazar sabahı İngiltere’deki tüm çocuklar gibi Steven’ı da şımartmış, yatak keyfini uzatmıştı. Güzel bir kahvaltıdan sonra kuzeniyle her Pazar yaptığı gibi bahçede futbol oynayacaklardı. Maçın en keyifli yerinde büyükbaba da mutlaka onlara katılacaktı. Ancak birgün önce yaşanan facianın görüntüleri onun yarı uykulu dünyasını işgal edince bütün keyfi kaçtı. Televizyondan izlemişti. Korkunç bir görüntüydü. İnsanlar üstüste yığılmışlardı. Tribüne sığmamışlar, sahaya akmışlar, birbirlerinin üzerine basmışlardı. Ölenler olduğunu duymuştu Steven, ağlayan insanlar görmüştü. Kuzeni Jon Paul da ailedeki herkes gibi Liverpool aşığıydı ve takımının FA Kupası yarı finalinde yalnız yürümesini istemeyenlerdendi. Ancak büyükbabası kuzeninin iyi olduğunu, o tribünde olmadığını söylemişti. Sadece kontrol için o gece hastahanede kalması gerekiyordu. O gece 9 yaşındaki bir çocuk için olabilecek en karanlık geceydi ve bu güneşli sabahta bile bırakmıyordu O’nu.

Anahtarın sesini duyan Steven terliklerini bile giymeden merdivenlerden aşağı koşarken buldu kendini. Kapıyı beklediği gibi büyükbabası Tony Gerrard açtı. Steven’ın yüzüne baktı, yavaşça kapıyı kapattı ve öylece durdu. Geleceğin Liverpool Kaptanı’nın bundan sonra sahaya her çıktığında 10 yaşında kaybettiği kuzeni Jon-Paul Gilhooley için de mücadele edeceğine söz verdiği o gün, Gerrard ailesi ile birlikte 94 aile için daha trajedinin tarihi olacaktı.

15 Nisan 1989'da FA Kupası yarı finalinde Notthingam Forest ile Liverpool karşılaşmasının başlamasına az kalmıştır. Tribünler tıklım tıklım dolu olsa da dışarıda büyük bir izdiham vardır. Bu izdiham, içinde aşırı alkollü Liverpool holiganlarını da barındırmaktadır. Takım sahaya çıkınca stat dışında kalanlar sesleri duyup coşar. Kapılara büyük bir yığılma olunca, polis baskıya dayanamaz ve bariyerleri kaldırır ve tel örgülerin İngiltere’yi terk etmesine sebep olan olaylar başlar.


Arkadan yığılan kalabalık, tribündekilere öne itmeye başlar.İnsan seli bir anda fırtınalı bir deniz olur, dalga dalga sahaya taşmaya çalışır. Ölüm insanları tel örgülerle kucaklar.



Bütün bunlar olurken maç devam eder. Ancak 6. dakikada tellerin yıkılması ve seyircilerin sahaya akması sonucu maç durur ve facia kanlı asasını o zaman İngiltere ve dünyanın yüzüne vurur. O kadar çok insan yardıma muhtaçtır ki sedye kalmamış, bir avuç sağlık görevlisi reklam panolarını sökmeye başlamıştır, insanları taşımak için...

94 kişinin hayatını kaybettiği, 766 insanın yaralandığı ağır bir bilanço vardır. Hayatını kaybeden en genç insan Steven Gerrard’ın 10 yaşındaki kuzeni Jon-Paul Gilhooley’dir. Daha sonra ölü sayısına 2 kişi daha eklenir, uğursuz rakamın adı 96 olur.

Bu olay tüm dünyayı derinden etkiledi. Bu maçtan 4 gün sonra oynanan Milan-Real Madrid maçının 6. Dakikasında hakem oyunu durdurdu ve 1 dakikalık saygı duruşu yapıldı. Bu esnada Milanlı taraftarlar “You’ll never walk alone”u söyleyerek, 96 futbol şehidinin ruhunu andı.

İngiltere Federasyonu bu olaydan sonra seyircilerin yerlerini terketmesini yasakladı ve her tribün koltuklu oldu. Tel örgülerin de statları terkettiğini söylememe gerek yok sanırım. Ve holiganların tek tek tespit edilip statlara girmesinin yasaklandığını da…

15 Nisan 1989’da yaşanan o facianın İngiltere'deki modern futbolun doğuşu olduğu dile gelir Ada’da…

Bizim modern futbola geçişimiz umarım bu kadar acı olmaz. 200 küsür kameralı dev statlarımızdaki 100 küsür holiganı tespit etmek ve imha etmek için Volkan’ın kafasına rakı şişesinin, Tello’nun bacağına logar kapağının isabet etmesini mi bekliyoruz, yoksa kendi Hillsborough’muzu mu; bilinmez.

İngilizler "Unutmak her zaman için hatırlamaktan daha kolaydır. Ancak unutmak aynı hata ve acıların tekrarına sebep olur." diyerek her 15 Nisanda bu olayı -öyle göstermelik saygı duruşlarıyla, manalı ama anlamsız şiirlerle değil- gerçekten anarlar. Ölenlerin ailelerini Liverpoollu futbolcular ziyaret ederler. Anma yerine kadar onlarla beraber yürürler, hiçbir Liverpoollu aile yalnız yürümez.

“Sahaya her adım attığımda Jon-Paul aklıma geliyor, O’nun için de oynuyorum” diyor Kaptan Gerrard. Sahadaki 2 kişilik mücadelesinin temelini de böylece açıklamış oluyor.


12 Nisan 2011 Salı

Necip İçin Yanılmışım

Televizyon başında hayatında Kasımpaşa’ya 1 kez bile gitmemiş annemle elimizde çaylar mutlu mesut maçın başlamasını bekliyoruz. Karşımızda bomboş bir tribün görünce, önce şaşırdık. Sonra birden coşkulu bir kalabalıktan “Ya Allah, Bismillah” sesleri gelince, Kasımpaşa Taraftarı’nın kameranın olduğu numaralı tribünde olduğunu anladık. Zeki Müren de bizi görememişti, Kasımpaşa Taraftarı da aynı mantıkla bizi görmüyordu, annem ve ben de onları görmedik 90 dakika boyunca. Ancak yayıncı kuruluşa teşekkür ederim, HD kalitesinde baştan sona duyduk kendilerini ve “taleplerini”.

Gerçi Recep Tayyip Erdoğan Stadı’nda 90 dakika boyunca 1 kez bile Kasımpaşa diye bağıranın olmaması mı daha acı, Nobre’nin forvet arkası oynaması mı, kararsızım...

Hilbert’in savunmaya dönmesi hem Beşiktaş savunması, hem Quaresma, hem de İbrahim Toraman için normalden bir seviye yukarısı demek aynı zamanda. Ters kademeye girmeyi de biliyor, hücumda Quaresma’ya boşluklar yaratmayı da. Ancak bu aynı zamanda Nobre’nin de takıma girmesi demek, zira 5 yerli sınırı var. Ve bu sınır Beşiktaş için Forlan’dan ziyade Cenk Tosun’u daha mecbur kılıyor.

Maçı izlerken, Ömer Üründül’ü bolca andım. Bloklar arasındaki boşluk O’nun bile bahsetmekten sıkılacağı kadar fazlaydı. Necip ve Ernst ikilisinin ilk yarıda amaçsız gibi görünen koşularının sebebi, bu geniş boşlukları doldurma çabasıydı ki bunda da başarılı oldular. Koca orta sahayı 2 kişi kapattılar.

Televizyonun karşısında yine de keyif veren bir Beşiktaş vardı. Simao henüz bildiğimiz hücum etkinliğine ulaşamasa da futbol zekası ve İsmail ile uyumu, Kasımpaşa’nın sağ kanadının bildiğimiz anlamda çökmesine sebep oldu.

Bazı takımlarda bazı oyuncular vardır. Vites yükselltiğinde takım kimlik değiştirir. Kötüyse iyi oynamaya, iyiyse daha iyi oynamaya başlar. Çok iyiyse, yenilmez olur. Figo böyle bir oyuncuydu. Figo’nun, henüz 18 yaşında veliahtı ilan ettiği Quaresma da böyle oyuncu. Eğer Quaresma 20 yaşında Sir Alex Ferguson’ın kanatları altına girseydi, bugün beyaz formasıyla El Clasico’ya hazırlanıyordu muhtemelen. Ama O’nun kaderi Beşiktaş’mış. Ve O da bu durumdan oldukça memnun görünüyor. Quaresma gün geçtikçe daha Beşiktaş oluyor. Gol olabilecek pozisyonda rakibinin sakatlığını görünce topu taca bırakması, golden önce 3 Kasımpaşalı’yı ayakta duramayacak hale getirmesi kadar güzeldi. İlhan Mansız, Pascal Nouma’dan sonra, taraftarın özlediği bir ruh olma yolunda çalımlaya çalımlaya gidiyor.

Maçın Adamı Necip Uysal

Kasımpaşa ne zaman kontra atağa yeltense, uzun top gönderse, topun olduğu yerde Necip Uysal vardı. En beğendiğim ise gelen topları gelişine ya da taca göndermek yerine –bir şekilde- kontrolünde tutup Beşiktaş’ı atağa kaldırmasıydı. İleri geri, sağa sola, savunmaya hücuma, her yere yetişti. Ve bunu 90 dakika temposunu bir an olsun düşürmeden yaptı. Necip Uysal iyi oyuncu olacak derken yanılmışım. Necip Uysal büyük oyuncu olacak.


11 Nisan 2011 Pazartesi

2.LİK YA DA 1.LİG

"Arsene Wenger'i teknik direktör olarak görmek ister misiniz" diye bir anket olsa, %95 evet çıkar. İşte O Arsene Wenger 3 gün önce şöyle dedi " *Bu sezonki durumumuzla gurur duyuyorum. Sonuna kadar da bunu savunacağım. 20 sene boyunca ligde 2. olup Şampiyonlar Ligine gitmenin altına imzamı atarım."

Bundan 2,5 sene kadar önce "Frank Rijkaard'ı teknik direktör olarak görmek ister misiniz?" diye yine hayali bir anket yapsak, Wenger kadar olmasa da, %70 "evet" çıkardı en azından. İşte O Frank Rijkaard sene başında "Geçen sezon 5. Olduk, bu sezon 3.'lük iyi bir sonuç" dedi. Nutuklar, makaleler yazıldı, hemen. Forumlarda ateşli tartışmalar başladı. Galatasaray’ın büyüklüğünü anlamıyordu Rijkaard. Galatasaray’ın hedefi sadece şampiyonluk olabilirdi...

An itibariyle küme düşme hattıyla arasında 1 takım olan Galatasaray hala büyük. Türkiye'nin en büyük camialarından ve bundan yıllar sonra da öyle kalmaya devam edecek. Konu Galatasaray'ın büyüklüğü değil zaten, konu Galatasaray'ın içinde olduğu durum. Hollandalı teknik adam; Galatasaray'ın içinde olduğu durumu anlatmıştı. Bunu yaparken biraz torpil geçtiğini, iyimser davrandığını da bugün görüyoruz. Baroş'un yokluğu veya Pino'nun varlığı sonuçlara etki ediyor, muhakkak. Ancak bu etki Galatasaray lehine işlese bu takım olduğu yerden en fazla 5 sıra daha yukarı çıkardı. Bülent Ünder, bugün 9. sırada olmamanın rahatsızlığıyla mı Pino'yu aslanların önüne bıraktı?

Futbolda kader anları sürekli bir takımın lehindeyse o takımın kaderi yazılmıştır. Taktiği, dizilişi, oyunu bir kenara bırakın, bu sezon kader ısrarla Trabzonspor'un istediği desende örüyor ağlarını. Senaryoyu yazan isen Burak Yılmaz. Geçen sezonun kaderini yazan adam, belli ki bu sezon o kalemi kendi takımı için kullanmayı kafasına koymuş. Annesinin ellerinden öpüyoruz. Eğer Trabzonspor bu sezon şampiyon olursa, sadece Trabzonspor'un değil, ligin kahramanı Burak Yılmaz olacak. Geçen 26 yılda Trabzonspor’un hakettiği, ligin en iyi futbolunu oynadığı ancak topu bir türlü çizgiden geçeremediği için kaçırdığı şampiyonluklara “futbol bu, gol atan kazanıyor” diye yaklaştıysak, bugün de futbolun kendi içindeki adaletine pek karışmayalım, Trabzonspor’un eline gerçirdiği bu şansları kullanmasını alkışlayalım.

Şenol Güneş'in sezonun ikinci yarısında yaptığı en doğru değişiklik Umut Bulut'u kenara (ceza sahasından uzağa) yerleştirip Burak'ı merkeze almasıydı. Umut çok çalışkan ve iyi niyetli bir oyuncu. Presi çok seviyor. Türkiye'deki stoperlerin %90'ı da topu kullanamadığından beklere dönüyor. Umut'un presi rakip takımın topu çıkarmada/topla çıkma da sorun yaşamasına sebep oluyor. Dün gece Insua-Culio ikilisi ile adeta tek başına mücadele etti, yeri geldi savunmaya kadar kovaladı. Galatasaray'ın tek ışıldayan yerinin cilasını söktü.

Trabzonspor'un övgüyü hakeden diğer adamı ise Jaja. Maçın en güzel hareketini yaptı. Ümit Aktan'ın deyimiyle, o kadife ayaklarıyla 3 kişinin arasından attığı pas maçı da bitirdi. Jaja Türk Futbolu gibi aslında. Herşeyden var ama hiçbirşey tam değil. Ancak şu esnada, herkesin her işi yapabildiği, sorumluluktan kaçmayanların bol olduğu takım şampiyon olacak. Şu da unutulmamalı ki; şampiyon kadar 2. de övgüyü haketti bu sezon. Ve Arsene Wenger mantığına göre 2. sıranın sahibi de başarılı. O nedenle, umarım sezon sonunda şampiyon olamayan takımın başkanı ve taraftarları, teknik direktörlerine Bünyamin Gezer otoritesi ile suratlarını asıp "get, geet, geeeet" demezler.




5 Nisan 2011 Salı

FUTBOL FİTBOL İKEN...

İçinde olduğumuz anın, hayatımızdaki en mutlusu olduğunu anlamamız yıllar alır, çoğu zaman. Bunu anladığımızda kızarız kendimize hatta, o anın tadını yeterince çıkaramadığımıza kızarız. Gözümüzün önünden geçen film, çocukluğumuzun kareleriyle doludur, genelde...

Böyle anlarda kalp dolmaya başlar. Neşeyle dolar, kederle dolar, aşkla dolar ama mutlaka dolar. Artık taşıyamaz hale gelir, taşırmaya başlar. Taşan duygular kalemin ucundan dökülür, ya da klavyeden çıtır çıtır ses getirir.

Beşiktaşla dolu bir kalp taşmaktadır, bugün...

Voleybol takımı küme düşen bir dünya kulübü var mı bilmiyorum ama sokakta görsem tanıyamayacağım voleybol takımının oyuncularına kafa göz dalan insanlarla dünya kulübü olunamayacağını biliyorum. Beşiktaş’ın “bu” olmadığını bildiğim gibi.

Hikayeler insanlardan daha çok yaşarlar. O yüzden ben kendi hikayemi anlatayım, bugün...

Standart bir gün “Yakup kooooş, maç vaaaaar” bağırtısıyla başlardı. Anında dışarı çıkardım. Arkamdan yağlı-ballı ekmekle annem koşarken, benim en büyük derdim sağ burnu delik spor ayakkabımın flasterlerini “X” şeklinde yapıştırmak olurdu. Öylesi havalıydı çünkü. Bundan sonrası ise en önemli safhaydı. Takım arkadaşlarıma elimle geliyorum işareti yaparken (bağırmak ayıptı çünkü) alttaki avluya inerdim. Çok eskiden oda sayılan o zamanlarda kömürlük muamelesi gören karanlık yerden tırstığım için, oraya gözüm kapalı girer elime gelen kömür parçasını alır, hemen “fıyardım”. (Abilerimiz orada ruh gördüklerini söylemişlerdi, onlara bakınca taş oluyormuşsun.) Ama o kömürü almak şarttı. Üzerimdeki beyaz fanilayı çıkarır elimi çoktan karartmış kömürle fanilanın arkasına “11” yazardım. Sonra önüne özüne bezene “BEKO”yu da kondurunca, fanila forma, ben Metin olurdum.

Tabii maç esnasında, terden o kömür akardı ve her tarafıma bulaşırdı. Akşam eve geldiğimde, annem tası kafama vura vura yıkardı beni. Ben ise maçtaki pozisyonlarımı düşünür, ertesi maçta daha iyi olacağıma kendi kendime söz verirdim. Metin olmak kolay değildi!


1 2 3 golün yetmediği 4 5 6 hatta 10 olduğu zamanlar Beşiktaş dünya kulübü değildi. Kadrosunda Zeki, Recep, Ali, Metin gibi isimsiz isimler vardı. Taraftarı dünya çapında değildi. Kötü oyuna desibel yükselterek inat eden, mağlubiyeti “Aldırma Kartal” diye karşılayan, kendi oyuncusuna “öf” bile demeyen bir tribün vardı. Rakipleri zekasıyla döverdi taraftar. Rakipler gibi sahayı küfürle sulamanın aczine düşmezdi.

Futbolu doğru telafüz eden bir başkanı yoktu. Zengin yöneticileri de yoktu.

Zamanın değiştiği, dünyanın değiştiği gerçeğine gözüm kapalı değil. Değişim; çevreye uyum sağlamak amacıyla, özünü koruyarak daha iyi, daha güçlü, daha hızlı olmaktır. Beşiktaş’ın şu an yaşadığı değişim değil dönüşümdür. Olduğundan farklı birşey olmaktır. Bir sabah yatağından kalktığında kendini hamamböceği olarak bulan Gregor Samsa’nın durumudur. O nedenle amacım o zamanla bu zamanı kıyaslamak değil. Zira kıyas için benzer konular, kişiler, fikirler ele alınır.

Başınıza gelen en güzel şeyle, en kötü şey arasında geçen zamana aşk denir. Eğer o en kötü şeyden hemen sonraki an yaptığınız omuz silkmezse, orada aşk yoktur, sadece şehvet ya da tutku vardır. Karşılığını da almıştır, ya da zaten alamadığı için bitmiştir. O en kötü zamandan sonra hala en iyi zamanların anısı dolduruyorsa kalbinizi, yüzüne bakıp gülümseyebiliyorsanız, işte orada gerçekten aşk vardır. Hayatını mübadeleye dayandıran bir birey için bu 3 harfli bir sözcüktür sadece. O birey maça gittiğinda sahaya çıkana değil, tabeladaki rakamlara heyecanlıdır. Pazartesi okulda, işyerinde hava atmaktır, arkadaşını kızdırmaktır O’nun derdi. O, rakamlar istediği gibi olmazsa döner arkasını gider “ekmeğimi, suyumu vermiyor ya” der.

Bugün Beşiktaş’ın sorunu kupa, hücum futbolu, 4-2-6-3-4 değildir.

Beşiktaş’ın sorunu sürekli “Beşiktaşlı Duruşu”nun telafûzudür.
Halbuki Sn. Süleyman Seba hiç duruş lafı etmezdi.
Sadece dururdu!
O duruş karşısında ceket iliklerlerdi, rakip kulüplerin başkanları...
Beşiktaş, diğerlerinin ikinci takımıydı.
En mutlu anlarım onlarmış. Beşiktaş’ın da en mutlu anları onlardı.
Ve bu güzel anların mimarı Sn. Süleyman Seba’ydı.

İyi doğdun Başkanım. Futbolumuza, Beşiktaş’a ve bana kattığın değerler nice hayatların toplamından daha fazla ömür etti.
Bugün futbolu doğru telafüz eden bir çok zengin adam, eğri işler yaparak Beşiktaş’ı başka bir “şeye” dönüştürüyor.

Halbuki futbol fitbol iken; Beşiktaş Beşiktaş’tı!

“Beşiktaş’a hizmet etmek istiyorsanız, kimsenin adamı olmayacaksınız!” Süleyman Seba




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...