30 Mart 2012 Cuma

Thatcher Formülü


31 Mayıs 1985 sabahında “Demir Leydi” Margaret Thatcher, Downing Sokağı 10 numaradaki Başbakanlık konutunda tarihi bir toplantıya başlamak üzereydi. Burası; Britanya’nın en üst kademe yöneticilerinin 275 yıldır olağanüstü durumları değerlendirdiği ve ülke adına nihai kararı verdiği yerdi. Thatcher, toplantıya bakanlar dışında savaş kabinesi ve Federasyon Başkanı Bert Millichip’i de davet etmişti.

Başbakan kelimelerin üstüne tane tane basarak, derin ses tonunun daha otoriter bir hale gelmesini sağlıyor ve bu bağlamda öneri sunmuyor; aslında emrediyordu: “Bu oyunu ülkemizdeki holiganizmden arındırmalıyız. Belki o zaman yurtdışına yeniden açılabiliriz”

Henüz 2 gün önce Liverpool-Juventus Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde karşı karşıya gelmiş ve tüm Avrupa’nın gözü önünde İngiliz holiganlar, İtalyanların bulunduğu tribünlere atlayarak 39 kişinin ölümüne sebep olmuştu. Ölenler arasında holiganların hışmından kaçmak isterken 10 metre yüksekteki üst tribünden aşağı atlayan da vardı, o hengâmede ezilen de, holiganlar tarafından bıçaklananlar da…

Esasen Heysel faciası İngiliz futbolunun kutsal kasesine düşen son holiganizm damlasıydı. Bill Shankley’i yanlış anlayan İngiliz taraftarlar için futbol belli ki bir ölüm-kalım meselesi haline dönmüştü. Maçlarda tribünlerden karşılıklı çiviler yağıyor, sokakları tribün gruplarının tezahüratları ve kanları boyuyordu. Konu sadece Liverpool taraftarı değildi. Zaten Heysel’de; Luton Town, Milwall, Newcastle, Manchester, Southampton ve West Ham tribün grupları tam kadro hazır kıtaydı. Final biletine kan sıçratan tüm İngiltere’ydi. Başbakan Thatcher’a göre “Artık yeterdi” ve toplantıda alınan “Avrupa’ya 3 yıl gitmeyelim” kararına şöyle karşı çıkıyordu demir leydi: ”3 yıl? İngiltere’yi utanç içine sokan bu hayvanlar için 3 yıl az. Süre en az 5 yıl olacak. Durum düzelmezse süreyi uzatırız.” 

Toplantının ardından gazetecilere çok kısa bir açıklama yapılıyordu. Federasyon Genel Sekreteri Ted Croker bundan böyle İngiliz futbolunun kendine bir çeki düzen verene kadar evinde oturacağını açıklıyordu.

5 YILLIK CEZA İNGİLİZLERE NE GETİRDİ?

1985’te İngilizler Avrupa futbolunun zirvesindeydi. Son 10 yılda Şampiyon Kulüplerde 8 kez bir İngiliz takımı final oynamış ve 7 kez kupayı İngiltere’ye götürmüşlerdi. Aynı dönemde UEFA Kupasını 4 kez, Kupa Galipleri Kupası’nı ise 2 kez kazanmışlardı. 10 yılda 13 kupa! 

# country 80/81 81/82 82/83 83/84 84/85 ranking teams
1 England 8.000    7.142  3.857  12.666 9.428        41.093 7
2 Italy             6.500    3.750  6.800  10.750 11.000 38.800 4
3 Germany      8.571   9.000   8.833   3.500 7.166      37.070 6
4 Soviet U.     5.800  5.666  4.200   8.250 10.000 33.916 4
5 Belgium       5.166    8.500   8.400   6.800 4.400  33.266 5

1990’dan sonraki 10 yıllık dönemde ise Şampiyonlar Ligi’nde ilk gördükleri final 1999’da oldu. Son dakikada mucizevi bir şekilde kupayı aldılar. 2000 yılında ise UEFA Kupası’na dokunmak istediklerinde Taffareeeel uzandı ve kupayı Cimbom kaptı. 

İngilizler cezadan döndü ve kupayı kaptı. Doğru. Manchester United Kupa Galipleri Kupası’nı kazandı. Bu kıyas bizi doğru düşünceye sevkeder mi? Şüpheli. O dönemi yaşayanların anımsayacağı üzere Kupa Galipleri Kupası ülkenin genelde en zayıf takımlarının katıldığı bir turnuvaydı. 1990-91 sezonunda Kupa Galipleri Kupası’nda ciddi sayabileceğimiz United dışında 2 takım vardı; Barselona ve Juventus. Onlar da yarı finalde birbirleriyle eşleşti ve finale Barselona çıktı. Ferguson’ın ekibi ilk turda Macar PECSİ’yi, 2. Turda WREXHAM’ı, çeyrek finalde MONTPELLIER’i, yarı finalde LEGIA VARŞOVA’yı eleyerek finale geldi. Takımların adını büyük yazdığım için kusura bakmayın amacım dikkat çekmek. United’ın rakiplerinin bırakın kadrolarında kimlerin olduğunu renklerini biliyorsak ne ala. Hatta bu kuraların yere düşen İngiliz futbolunu ayağa kaldırmak için özel olarak “denk getirildiği” iddiaları o dönem sıkça dile getirildi. 

1985’te UEFA sıralamasında 1. sırada bulunan İngiliz kulüpleri bir daha birinci sıraya hiç çıkamadılar. 1990’da 0 puanla son sırada tekrar Avrupa arenasına çıkan İngiliz kulüpleri ancak 3 sene sonra ilk 10’a girebildiler. 

5 YILLIK CEZA BİZE NE GETİRİR?

Hemen söyleyeyim büyük bir çöküş getirir.

Son 10 yılımıza -hadi UEFA Kupası’nı da katalım- son 12 yılımıza baktığımızda Türk takımları 1 UEFA Kupası, 1 Süper Kupa, 2 Şampiyonlar Ligi çeyrek finali ve 1 UEFA çeyrek finali gördü. 2 kupa ve 3 başarı(!). Ulusal düzeyde ise Dünya Kupası üçüncülüğümüz, Konfederasyon Kupası yarı finalimiz ve Avrupa Şampiyonası yarı finalimiz var.

Cezadan önce 13 kupa, sayısız final, yarı final oynamış, ulusal takımı uluslararası düzeyde neredeyse turnuva atlamamış ve 1 de dünya kupası kaldırmış bir ülke, cezadan sonra 10 yıl kendine gelemiyorsa, bizim kendimize gelmemiz kaç yıl sürer onu okuyucunun takdirine bırakıyorum.

2017’de 53. sırada San Marino’nun da gerisinde başlayacağımız Avrupa yolculuğuna 1 takımımız Şampiyonlar Ligi öneleme 3. Turu ve 2 takımımız UEFA kupası öneleme 3. turuyla başlayacak. İngilizler 5 sene sonra kupayla döndüğünde takımlar 5-6 eleme turu geçmek zorundaydı ve  toplam en fazla 11 maç vardı önlerinde. Şimdi ise 3 öneleme turu geçmeniz lazım sadece gruplara kalmak için. Gerisini düşünmüyorum. Sadece gruplar için takımlarımızın oynayacağı öneleme turlarında seribaşı olması için bile iyimser bir tahminle en az 3-4 yıl gerekiyor. Kendi adıma yaptığım bir farazi hesapla, son 5 yıldaki performansımızı baz aldığımızda yeniden 11. sıraya çıkmamız için en iyi / şanslı hesaplamayla 12-13 yıl geçmesi lazım. Kısaca “5 yıl gitmeyiveririz canım”dan sonra bugünkü duruma, şu anki konuma, ancak 2025 gibi gelebileceğiz. Komik! Trajikomik değil, sadece komik.

Thatcher Formülü’nü ortaya atanlar bunları düşünmedilerse fena, düşündülerse daha fena! İngilizlerle aramıza bir kıyas yapmak –en naif tabirimle- demagojidir.

Ha, unutmadan İngiltere’nin sorunu şike değil şiddetti. Evlerindeki pislik artık Avrupa’ya taşınca kapıları kapattılar ve temizliğe başladılar. Bizim sorunumuz şike. Pislik içimizde ve bizi boğuyor. Futbol nefes almaz hale geldi ve ölmek üzere. Yaptığımız (daha doğrusu yapılmak üzere olan) ise temizlik değil, UEFA’ya atar yapmak!

İngilizler utandıkları için sahneden çekildiler. Biz ise utanmazlık yapıyoruz çekilmeden önce!

Maalesef utanmazlığın bir formülü yok.

Yakup Sabri İNANKUR

27 Mart 2012 Salı

Beşiktaşlı Yürüyüşü


3 hafta önce, İspanya’da genelev kadınları büyük bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Kendilerinden önce vergi ve sağlık yasalarını protesto edenlerin, siyasetçilere “hijo de puta (orospu çocuğu)” demesini protesto ederek; “Onlar bizim çocuklarımız değil, bunu kendimize hakaret kabul ediyoruz” dediler.

Futbol gündemi ise başka bir yürüyüşün ardına takılmıştı. Valencia, Barcelona, Atletico Madrid, Real Madrid ve Athletic Bilbao dev adımlarıyla final yolundaki tüm dikenleri ezdi. Belli ki İspanyollar top yekûn yürümeyi kafalarına koymuşlar. Türk Futbolu’nun son Mohikan’ı Beşiktaş da bu ilerleyiş karşısında durmak ve çekilmek zorunda kaldı.

Allah’ın “yürü ya kulum” dediği inancını yanlış yorumladığımız için saplanıp kaldığımız bataklıklarda zamanımızı feleğe küfredip, kadere boyun eğmekle geçiririyoruz. Allah yürüyene “yolunu açtım ya kulum” der. Yürüyen yol alır, duran durduğuyla kalır. 

Mesela Sayın Yıldırım Demirören, önce Beşiktaş Asbaşkanlığı, sonra Beşiktaş Başkanlığı, arkasından Kulüpler Birliği Başkanlığı ve nihayetinde TFF Başkanlığı’na kadar yürüdükçe yürüdü. Gerisini Sepp Blatter düşünsün.

O’nun 8 yıllık Beşiktaş Başkanlığı döneminde ise; 8 teknik direktör, 1 şampiyonluk, 400 milyon lira zarar gören, amatör branşların kan kaybından ölmek üzere olduğu yeni bir Beşiktaş olgusu doğdu. Bu yeni Beşiktaş’a türlü dünya yıldızları geldi. Cristiano Ronaldo dahi balkondan el salladı. Bu son söylediğimin Beşiktaş ile ilgisi olmasa da yine de önemli olduğunu okuduk, dinledik dört bir koldan. Kendisi başkanlığı esnasında istikrarlı bir inatla Beşiktaşlı Duruşu’ndan bahsederdi.

Haklıydı! Beşiktaş duruyordu. Beşiktaş durdukça Beşiktaşlılık da pas tuttu, Beşiktaş’ın karakteri, özü, değerleri ve dinamikleri de! 

Bu durumda “Beşiktaşlı Duruşu” içindeki derin anlam çürütülerek sadece 2 kelimelik manasız bir kabuğa dönüşmüş kuru bir sıfattan ibaret kaldı. Tıpkı “Beşiktaş’ın çocuğu” gibi, tıpkı “Beşiktaş Kaptanı” gibi.

Geçtiğimiz pazar, Beşiktaş’ı yürütecek isim olarak Fikret Orman görev aldı. Hayırlı olsun! 

Sayın Başkan’ın ilk maçında, İstanbul Büyükşehir Belediyespor karşısında, dakika 85 iken cereyan eden olay, yeni Beşiktaş’ın Sayın Başkan’a olan merhabasıydı.

Edu orta sahaya kadar rakibini kovalarken topla ilerleyen (sanırım Ekrem Ekşioğlu idi) İ.B.B’li oyuncuya İbrahim Toraman’dan baskı geldi. Böylece demarke vaziyetteki Edin Visca 9. Kez Beşiktaş ceza sahasına topla girebildi ve Büyükşehir Belediyespor 8. kez bir gol pozisyonundan daha yararlanamadı (Maçın son 5 dakikasında 2 kez daha Visca ile pozisyona girdiler).  Geldiği günden beri eski mevkisinin stoper olduğu söylenerek sübliminal alaylara maruz kalan Edu, Kaptan Toraman’a “back, go back” derken arkadaki boşluğu kastediyordu. Zaten Hilbert ve Ernst yardıma gelmişlerdi. Toraman’ın bölgesini (9. kez) gereksizce terketmesi Visca’nın, Ekrem’in ve Büyükşehir Belediyespor’un beklediği / istediği hataydı. İbrahim Toraman, Edu’nun anlayacağı şekilde “Shut up” derken anlamayacağı şekilde, “Edu’nun annesinin İspanyol bir siyasetçi olduğunu” özetledi 2 kelimeyle. Bizde yabancılara ilk önce küfür öğrettiklerinden sanırım Edu da, bu satırları okuyanlar gibi Kaptan İbrahim Toraman’ın ne söylediğini anlamıştır. 

İbrahim Toraman yeni nesil bir kaptan. Yeni Beşiktaş’ın kaptanı. 2004 miladının sembolü. Hırslı oyunuyla zaman zaman tribünlerden “Beşiktaş’ın çocuğu” tezahüratlarına mazhar olan bir isim. 

Gelenin geçenin Beşiktaş’ın çocuğu ilan edildiği şu dönemde yarın bir yürüyüş de Recep Adanır, Sanlı Sarıalioğlu, Güven Önüt, Rıza Çalımbay, İlhan Mansız yapsa ya:
-Bizim böyle evlatlarımız yok, diye

Yakup Sabri İNANKUR

12 Mart 2012 Pazartesi

Beşiktaş'a Dair Şeyler


Aklınıza gelen bir şey olur. Konuştuğunuz bir şey olur. Dinlediğiniz bir şey olur. Özlediğiniz bir şey olur. Yatağa kafanızı koyduğunuzda gözünüzün hemen önüne gelen bir şey olur. O anların toplamında en fazla skoru elde eden ismi, aşkın karşısına yaz işte. Bu bir insan olur, ideoloji olur, tanım olur, takım olur.

Peşinden gitmeye karar verirsiniz. Bir şeylere tutunmaya ihtiyacınız vardır. Hayatınız boyunca bir şeyler sizi önüne katıp sürüklemiştir. Hiç değilse kendi iradenizle ona bağlanıp ardından sürüklenmeyi siz seçersiniz.  

Anlamlandırmaya başlarsınız. 1 dakika! Yoksa sizin yüklemek için biriktirdiğiniz anlamlardan onda fazlasıyla mı var? Şaşırmazsınız. Çünkü ona boşuna tutunmadınız. Ona dair şeyler; peşinden koşup yakalamak istediklerinizin tümü değil miydi zaten?

Orduspor maçında, maçın 81. dakikasında İsmail Köybaşı ile ceza sahasında içinde girdiği mücadelede yere düşen Emmanuel Culio, hakem Mustafa Kâmil Abitoğlu ile aynı fikirde değildi. O’na göre pozisyon açık bir penaltıydı. Abitoğlu’na serzenişte bulunmaya başladı Culio. Hakem önce aldırmadı sonra yanına sert ve kararlı adımlarla gelerek taviz vermeyeceğini hatırlattı. Bu esnada Simao Sabrosa uzaktan Culio’ya sakin olmasını anlatıyordu ağabey bir vücut diliyle. Abitoğlu nihayet sarı kartını çıkardı. Tam arkasını dönüp gidiyordu ki Culio itirazın şiddetini arttırdı, daha bir celallendi. Hakem tekrar ona döner dönmez Simao Sabrosa Culio’ya doğru koşmaya başladı, hakemden önce yanına gelip başına okşadı sakin olmasını yoksa kırmızı kart göreceğini hatırlattı. 10 kişi (ve en iyi oyuncusundan mahrum) kalacak rakip için 5 metre ileride ellerini ovuşturarak beklemek yerine meslektaşını oyuna davet etti. Sahada görmek /  mağlup etmek istedi onu. Bazılarına (hatta çoğuna) enayice bir davranış gibi gelebilir, hatta gelmiştir. Lakin benim tutunduğum düşünce yapısının en önemli özelliğini görebildim  ben o karede. Üstelik o 20 saniyelik anda Simao’nun ağzından bir kez bile “duruş” kelimesi çıkmadı.

Beşiktaş’a dair sahadaki tek şey de buydu zaten.

Yakup Sabri İNANKUR

11 Mart 2012 Pazar

Sahadaki 3. Takım



İngiltere’nin son büyük golcüsü Alan Shearer 2008’de Arsenal dolu dizgin ve lider giderken ; ”O kadar güzel futbol oynuyorlar ki, şampiyon olmaları mümkün değil” demişti. Ligin sonunda haklı çıkmıştı. Hoşumuza gitmese de “1 maçı 6-0 kazanacağıma 6 maçı 1-0 kazanırım” diyen Capello ve takipçileri çoğunlukla konfetilerin altında kupa kaldıran o güzel tabloların ressamlarıdır.

Anlaşılan o ki; Fuat Çapa da oyunu “kuralına” göre oynamaya karar vermiş. Temel amacı topa sahip olmak ve yediğine bakmadan atabileceği kadar gol atmak olan joga bonitocu takımına “vur, kır parçala bu maçı kazandırma” talimatı vermiş. Gençlerbirliği 16 faulle bu sezon en çok faul yaptığı maçlardan birini çıkardı. Şüphesiz bu kendini inkâr futbolunun psikolojik nedenleri Fenerbahçe’ye dayanıyor. Geçtiğimiz hafta aldığı ağır mağlubiyetten sonra Çapa (kaleci dahil) 5 farklı oyuncuyla TT Arena’daydı. Hepsi de savunma yönüyle öne çıkan bu oyuncular ilk yarının sıkıcı ve tek düze geçmesinde en önemli rolü başarıyla oynadılar.

Bizler gibi Fatih Terim de Gençlerbirliği’nin bu tarz oynayacağını hesaba katmamıştı. Önümüzdeki hafta Kadıköy’de bu kez şok presin ters tepki verebileceğini düşünerek kontollü bir oyunun ve mümkün olduğunca topa sahip olmanın minik bir provasını denediler. Hatta son haftaların başarılı ismi Emre Çolak yerine Riera’ya forma vererek O’nu da formaya (ve derbiye elbette) ısındırmak niyetindeydi tecrübeli hoca.

Kısaca TT Arena’da sahaya çıkan 2 takım düşüncelerinde Fenerbahçe’yi de getirmiş belli ki. Sahada olan bu 3. takımın oynanacak futbolun kalitesine hükmedeceği de açıktı.

Koca bir 45 dakikadan sonra iş, Türk Futbolu’nun son 15 yıldaki skora en etken bölümüne ve konseptine kalmıştı. Fatih Terim’in devre arası konuşması / taktiği / motivasyonu…

Çolak oyuna girdi, Galatasaray bildiği gibi / bildiğimiz gibi oynamaya başladı ve rakip kaleyi kapatan 11 kilidi açması 2 dakika sürdü. Elmander’in rakip savunma içinde dönerek açtığı girdaba Melo aktı.

Yıllar önce serbest vuruşlarla ilgili bir belgeselde bu işin en üstad ismi Ronald Koeman’dan şu sözleri duymuştum: “Vuruş yönünüze göre barajdaki 2. ve 3. adamın kafasının arasına doğru vurun. Falsoyu da ihmal etmeyin.” Galiba Selçuk İnan da aynı saatler de televizyon başındaydı. Bu sezon 3. (şahane) frikik golü olması dışında gol olmayan vuruşlarında da aynı mantığı görebilirsiniz.


Yakup Sabri İNANKUR

9 Mart 2012 Cuma

Beşer-i Halûk


Valide ve pederinin uygun gördüğü ismi ile Hızır, dünyanın uygun gördüğü ismi ile “Barbaros” Hayreddin Paşa’nın, Preveze Deniz Savaşı’nı nasıl kazandığını (Türkçe’ye sadeleştirdiğim) şu sözlerle anlattığı rivayet edilir: “Karşımda Andrea Doria vardı. Avrupa’nın en büyük Kaptan-ı Deryası idi. Çok zeki bir adam, usta bir komutandı. Benim, O’nun ne düşündüğünü düşündüğümü biliyordu. Onun sevkulceyşine (stratejisine) karşı benim nasıl bir sevkülceyş hazırlayacağımı da biliyordu. O yüzden donanmasını benim O’na karşı hazırlayacağımı düşündüğü şekle göre hazırladı. Lakin ben de O’nun, benim düşüncemi anlayıp ona göre donanmasını hazırlayacağını biliyordum. O’nun karşıma nasıl çıkacağını bildiğim için yendim.” 

Galatasaray ve Trabzon maçlarını izleyen herhangi bir rakip futbol bilimcisi Beşiktaş sol savunma bölgesine ışıltılı gözlerle bakmıştır. İştah kabartan bir maden orası. Dolayısıyla Atletico Madrid Teknik Direktörü Diego Simeone’nin de oyuncularına bu en hassas ve kırılgan yeri işaret etmesini tahmin etmek için deha olmaya gerek yoktu. Simeone Beşiktaş’ın zaaflarını biliyordu. Carvalhal’in de Simeone’nin bunu bildiğini bilmesi gerekiyordu. Sanırım İspanyollar Latin Amerika madenlerinden sonra en büyük cevheri Beşiktaş’ın solundan çıkardılar.

Beşiktaş ise Atletico savunması ile orta saha arasında top yapıp hem Madrid savunma dengesini bozmayı amaçlamış hem de Madrid ekibi hücuma çıkarken, kazanacağı toplarla şok baskınlar düzenlemeyi ilke edinmişti. Ribaundları Quaresma’nın önüne yollayarak, O’nun hızı, yaratıcılığı ve “keyfinin” kâhyasına bırakmıştı gol umutlarını. Galatasaray ve Trabzon maçlarını izleyen herhangi bir rakip futbol bilimcisi Beşiktaş’ın bu şekilde hücum edeceği biliyordu. Quaresma’nın önüne sabit bir bek yerleştirerek koşu yolunu kapattılar. Quaresma da “keyifsiz” bir gecesinde olunca, ağzına ot tıkanmış dağ çeşmesi gibi Beşiktaş akınları kurudu. 


Öte yandan Quaresma’nın bu isteksizliği salt taktiksel nedenlere dayalı değil. Kendinden habersiz Mendes’e satışı için yetki verildiği haberi bir şekilde (çok da şaşırtmamış olsa gerek) kulağına gelince, ister istemez bir motivasyon kaybı yaşadığı gerçek. Bununla birlikte bu durum dün geceye mahsus olabilir. Peki son dönemdeki dikey düşüşünün açıklaması nedir? Daha önemlisi çözümü nedir? Bu sorulara cevap bulması için dün devre arasında duşa yollandı. Carvalhal, Quaresma’ya muhtıra verdi. Ya kazanacak ya da Q7 kaybedecek. Ya aklını toplayacak ya bavulunu.

Tabii maçtan sonra Carvalhal’e “iyi insan ama…” diyen kümülatif bilgiler ağırlığını koydu hemen sanal aleme. Ama, “ama”dan önceki her cümle geçersizdir. Carlos Carvalhal beşer-i halûk yani iyi huylu bir insandır ve beşer şaşar. Carvalhal’in de şaştığı zamanlar var “ama” yardımcı antrenör geldiği bir takımda ana sorumluluk alan bir beşer. Kendi transferleriyle değil, acil şekilde görevini devraldığı “iyi insan” Tayfur Havutçu’nun transferiyle takım kuran bir beşer. O Tayfur Havutçu içeriden çıkıp Beşiktaş (tarihinin) en fazla yetkilerinin verildiği bir beşer olduğundan beri takımının “sürpriz” düşüşünü anlamaya / yavaşlatmaya çalışan bir beşer. Başkanı yok, “eski” yöneticisinin kafasına göre oyuncu satmaya çalıştığı bir kulüpte, keyfine göre oynayan bir çok “yıldızla” takım oyunu oynatmaya çalışan bir beşer…

Bugün Beşiktaş; Atletico Madrid deplasmanından 3-1 gibi gayet normal, her Atletico Madrid deplasmanına giden takımın (Real ya da Barça değilseniz)  alacağı bir sonuçla ve koca bir umutla dönmüş bir takım. En son 8 yıl önce gördüğü Avrupa Baharı’nı iliklerine kadar hissediyor. Sanki Carlos Hoca’nın sadece insanlığı değil yaptıkları da iyi görünüyor gibi.

Beşiktaş’ın buralardan daha iyisini hakettiği muhakkak. Sadece Beşiktaş değil, tüm takımlarımız en iyi yerleri hakediyorlar. Bunun içinde belki Carvalhal gibi beşer-i halûk değil, Barbaros Hayreddin Paşa gibi beşer-i âlem bir komutan lazım. Löw gibi, Lucescu gibi, Del Bosque gibi, Rijkaard gibi… 

Yakup Sabri İNANKUR

8 Mart 2012 Perşembe

Arsen/al-sat


Bazen topluca cami avlusunda bulunduğumuzu düşünüyorum. “Ayinesi iştir kişinin lafına bakılmaz, lafla peynir gemisi yürümez.”  diye buyuran bilgelerle bir akrabalığımız yok gibi görünüyor. Laf dolu titaniklerle umut okyanuslarında seyretmekte pek maharetliyiz.

Önceki gece Arsenal-Milan maçını izledik soluk soluğa. 4-0’lık ilk maçın rehavetiyle izlemeyen varsa da ikinci yarı ile birlikte favori koltuğunda yerini aldı. Milan’a karşı ilk yarıda atılan 3 golden ziyade bendenizi etkileyen; 4-0’ın rövanşında Milan’ı eleyebileceğine kesinkes inanmış olan Arsenal’in bu uğurda sonuna kadar mücadele etmesiydi. Bu oyuncular uzaylı değil aslında (gerçi teknik olarak hepimiz uzaylıyız) ancak modern çağında olan futbola, çağın gereklerine uygun bir bakış açısıyla eğitildiler.

Premier League kulüpleri yılda yaklaşık 50 milyon avroluk harcama yapıyor altyapılarına. Başı 3 milyon avro ile Arsenal çekiyor. Hemen ardında Manchester biraderler var. United ve City sırasıyla 2.500.000 ve 2.200.000 avro kaynak ayırmışlar. Hayranlıkla baktığımız, yöneticisinden yorumcusuna, antrenöründen izleyicisine her futbol muhabbettinde huşu içinde adını andığımız Wenger, Ferguson ve diğerleri sadece bir Josico, bir Schildenfelt bir ne bileyim, Almaguer, Preko, Teofilo, Svensson, Diatta, Higuain…vs transferi eksik yapıyorlar yılda. Bu büyük! kaybı da altyapıya yatırarak değerlendiriyorlar.

Arsenal kulübü kesintisiz 50 yıldır Hill-Wood ailesinin kanatları altında. 1962’den önce büyükbaba Samuel Hill-Wood da 2 kez; 1929–1936 ve 1946–1949 yılları arasında, kulübü yönetmiş. Başkanlığın babadan oğula, dededen toruna geçmesi pek sorun değil orada. Ancak kimse kulübe para hibe etmiyor. Etmek zorunda kalmıyor çünkü. Başkanlığının 30. Yılını kutlayan Peter Hill-Wood 1982’den bu yana kulübün gelirlerini 25 kat arttırmış.

Öte yandan eski kulübü Barselona’dan Arsenal’e 450.000 avroya giden Cesc Fabregas için yeni kulübü (aynı) Barselona 45 milyon avroyu Arsenal hesabına yatırıyor. 8 yıl içinde 100 kat kâr! 25 milyon avro kârla Anelka, 10 milyon kârla Overmars,  16 milyon kârla Henry ve bu sezon başında 16 milyon kârla Nasri’nin satılması bir çırpıda aklıma gelenler. Bu rakamların net kâr olduğunu hatırlatırım. Bugün takımın en gözde ismi Van Persie’nin transferi için kapı 45 milyon avrodan açılıyor! Hollandalı Arsenal’e 3 milyon avroya malolmuştu.
Bu ticaretteki ve saha içinde bariz fark İngilizler’in bizden daha zeki, daha medeni, daha çalışkan olduğundan değil. Orada herkes kendi işini yapıyor. Hill-Wood kulübünü yönetiyor, Wenger futbol takımını bugüne, yarına ve önümüzdeki sezonlara hazırlıyor, futbol yorumcusu futbolu yorumluyor, taraftar takımını maddi ve manevi (8-2 mağlup olmuşken dahi) destekliyor. Bu yüzden başkan futbol takımı, taraftar taktik, futbol yorumcusu oyuncunun cinsel performansı hakkında çene çalmaya bizim kadar vakit bulamıyor! Herkesin herşeyi yapmaya çalıştığı bir dünyanın, herkesin bildiğini yaptığı bir dünyadan daha yavaş dönmesi de şaşırtmıyor tabii.

O diyarlarda hiç yanlış yapmıyorlar mı? 

Yapmaz olurlar mı! Daha geçtiğimiz ay Arsene Wenger’in fahiş transfer hataları ile ilgili uzunca bir makale okudum. Richard Wright’tan 4 milyon avro, Francis Jeffers’tan 7 milyon avro, Jose Reyes’ten 4 milyon avro, Jermain Pennant’tan 3 milyon avro zarar etmişler alım-satım işlerinde. Danilevicous, Bischoff, Stepanovs gibi bedava gidenlerle de liste uzuyor gidiyor. Bu kadar kâr denizinin içinde bir kaç bulanık damla olacak elbet. Bilge atalarımız “Çok laf yalansız, çok iş hatasız olmaz” demişler. Sanırım hatalar (ve atalar) onlara yalanlar bize ait. Biz ise cami avlusuna aidiz. Allah’a emanet gidiyoruz.

Yakup Sabri İNANKUR

4 Mart 2012 Pazar

Beşiktaş’ı Bu Karlı Havalar Mahvetti




Türkiye'deki diğer 4-3-3 oynayan (yani her takım) Trabzonspor'un hücum 4'lüsünü incelesin. Sürekli bir devinim halindeler. Durağan tek oyuncu yok. Top Trabzonspor’un ayağına geçtiği andan itibaren kenar forvetler rakip stoper ile bek arasına sızıyor. Bu pusudan takriben 1 saniye önce, merkez forvet geriye, orta sahaya kayarak, kendisine markaj yapmakta olan stoperi öne çekiyor. Bu esnada bekler kenar forvetlerin yerini çoktan doldurduğu için, orta sahada (2 merkez orta saha oyuncusu dahil) tam 5 oyuncu birkiyor. Kuru bir kalabalık değil bu. Bir amacı var bu topluluğun. Ana düşünce; bu kadar kaygan bir yapıya ayak uydurmaya çalışan rakip savunmanın dengesini bozmak. Rakip savunma Trabzon’un istediği kalıba girmeye başlarken ayağa 4-5  pas yaparak ortaya çıkan dengesizliğin iyice oturmasını sağlıyorlar. Kibarca; uyutuyorlar.

Şablon oturduğu anda rakip savunmada oluşan geniş kırlarda başta Burak Yılmaz olmak üzere özgürce cirit atmaya başlıyor Trabzon hücum oyuncuları. Bir anda! Olabildiğince çabuk ve sinsi. Araya atılan derin toplarla da sonuca gidiyor Bordo Mavililer.

Teknik direktörler ellerinde sihirli değnek olmadığını vurgularlar sıkça. Şenol Güneş’in büyüsü nedir peki? Yukarıda açıklamaya çalıştığım onca hengâmeyi İstanbul’dan dökülenlerle yapıyor Şenol Hoca. Burak ile Serkan ile Olcan ile…

Ayrıca açıkça belli oldu ki, Volkan Şen, Şenol Güneş'in yeni Anka Kuşu olacak.


    Trabzonspor Hücum Şablonu                               Beşiktaş Savunma Şablonu




















(Açıkça görüldüğü üzere Olcan ve Volkan demarke pozisyonda kalıyorlar. Hücum geliştikçe Burak da süratiyle onlara katılıyor.)


Carvalhal, sakatlıklar sonucu İsviçre peyniri gibi delik deşik olan takımında elindekilerle olabilecek en dengeli kadroyu kurmaya çalışmıştı. Serkan Balcı’nın bindirmelerini Ekrem Dağ ile kesmek ve Trabzon’un en zayıf olduğu yeri, Celutska’nın bölgesini Quaresma matkabıyla delmek düşüncesindeydi. Geçtiğimiz hafta TT Arena’da da aynı düşünceyle oynatmıştı takımını ve başabaş oynayan Beşiktaş dramatik bir biçimde mağlup olmuştu. Buraya kadar bir yanlışlık yok. Yanlışlık Beşiktaş’ın “yeni” zihniyetinde bolca mevcut.

Bir teknik direktör devamlılığı olan bir oyuncuyu, anlık patlamaları bolca olan bir yıldıza tercih eder. Savaş Sanatı adlı eşşiz yapıtta ünlü komutan Sun Tzu şöyle buyurur: “Mağlup komutan önce savaş alanına ordusunu sürüp sonra galibiyet ararken, muzaffer komutan önce galibiyeti arar sonra ordusunu savaş alanına sürer”

Sahaya hiç kimse deli fişek bir belirsizlikle çıkmak istemez.

Güvendiğiniz dağlar sürekli sisli olunca karlı olup olmadığını görmeniz maalesef mümkün değil. Kendinizi kaderin çarkına bırakmak ve lehinize dönüşünü sadece “ummak” zorundasınız. Carlos Hoca’nın öngöremediği önemli nokta, güvendiği dağların hava durumu. Kafaları ne zaman eserse o zaman oynayan oyuncuların çokluğu Beşiktaş futbol takımının öncelikli sorunu.

Ne güzel demiş büyük Ernst; "Beşiktaş mücadeledir". Beşiktaş'ın anlamını bilmeyen yıldızları çoğu zaman en fazla ampül kadar aydınlatıyorlar sahayı. Attıkları golleri ve/veya asistleri tartıya koyabilirken, takım savunmasındaki uyumsuzluklarının, hücumdaki bencilliklerinin ya da tembelliklerinin kaç gole (hatta mağlubiyete) sebebiyet verdiğini ölçemiyoruz maalesef. Ölçemediğimiz için de adilane bir mahkeme kuramıyoruz futbol kamuoyu önünde.

Volkan-Olcan-Burak sıradağlarının onlardan 5 katı daha büyük olan Quaresma-Simao-Almeida kadar karlı olmadığını görebiliyoruz yine de. Tabeladaki “güneş” ışığı gözümüzü kamaştırıyor zira.


Yakup Sabri İNANKUR

Messi Asla Düşmez!

En ufak bir darbede hatta faul teşebbüsü olmayan bir müdahalede dahi kendini yere bırakanları sevmem. Kimse sevmez, sevmemeli. Bir Göztepe maçında Tümer Metin'in ceza sahası içinde tekme yemesine (ve sendelemesine) rağmen düşmeyip, topu sürmeye devam ederek golü atmasına bayılmıştım. Düşse penaltı olacaktı (ve muhtemelen kendisi kullanacaktı) ama futbol oynamaya devam etti. Busquetsgilleri izlerken kızmamım sebebi bu. Futbola ihanet ediyorlar.

İşin ahlaki boyutu dışında (ve gayet futbol boyutu içinde) bir de savaş stratejisi var. Bir röportajında Maradona kendisini tekmeleyenlere karşı nasıl bir önlem aldığı sorusuna şöyle yanıt vermişti: "Sahaya çıkarım ve maçın başında beni tekmelerler. Düşmemeye çalışırım. Düşsem de hemen kalkarım. Biraz sonra yeniden topla buluştuğumda, tekrar darbe alırım. Canım çok yanar. Yine ayakta kalırım. En kötüsü bir sonraki fauldür. Beni yıkmak için tüm güçleriyle saldırırlar. Yerde dakikalarca yatmak, ağlamak isterim. Ama kalkarım. Bundan sonra vazgeçerler. Artık saha benimdir."

Önümüzde en saf haliyle, en ahlaklı ve en güzel tabiriyle Lionel Andres Messi var. Futbolu taşımak için ayakta kalan her çimin sahibi O'dur.

3 Mart 2012 Cumartesi

Casillas veya Iniesta Sizden İmza İstese?

Sıradan bir günde birden karşısınıza Iker Casillas veya Andres Iniesta çıksa ne yaparsınız? Vücut refleksi komutayı devralır. Şaşkınlık, gülümseme, kekeme kelimeler... Ardından beyin görevi devralır; imza, resim ve sıkı bir kucaklama emri verir vücuda.

Peki sıradan bir günde birden karşısınıza çıkan Iker  Casillas veya Andres Iniesta sizden imza istese, elini omzunuza koyup cebinden çıkardığı telefona gülümsemenizi istese, hatta önünüzde diz çöküp size hayran olduğunu söylese...

Paralel bir evrende olmaktadır belki.

La Liga'nın  sponsoru BBVA'nın yeni reklamı İspanya'yı tersine döndürmeyi hedeflemiş. Ortaya hoş görüntüler çıkmış. 

1 Mart 2012 Perşembe

TFF’nin Başkanı OlUNUZ İsterim


Dişlerini boğamıza geçirmeden 5 yıl önce 1913’te Başkan Woodrow Wilson şöyle demişti:”Latin Amerika’nın, Birleşik Devletler sermayesine tanıdığı imtiyazlardan bahsedilir. Ama A.B.D’nin başka ülkelerin sermayesine imtiyaz tanıdığını duymazsınız.” 
Açıkça egemenliğin kayıtsız şartsız, o ülkedeki en güçlü sermayeye ait olduğunu belirtiyordu.

Para mutluluk getirmez “belki” ancak taht odası kapısının anahtarını pekala avucunuza bırakır. Bu durumu sadece uluslarası ticaretin bir konusu olarak görmeyin. Ülke içi siyasi yapı için de böyledir bu, şirketler için de, spor kulüpleri için de… Bir ülkeye, camiaya, şirkete, derneğe, hangi şahsın, grubun, ideolojinin sermayesi hakimse; o ülke, camia, şirket, dernek, o ideolojinin gücü ile çarklarını çevirir,o grup için üretir ve o şahsı hakim-i mutlak kılar.  

100 yıl önce de böyleydi bu, bugün de hala böyle. 

Bu yıl Süper Lig’e hoşgelen 70 yeni yabancı oyuncuyu havaalanında karşıladık. Omuzlarımıza onlarla birlikte 142 milyon lira borç da aldık. 4 büyüklerin toplam banka borcu kabaca 1.5 milyar lira. Kulüplerin altyapıdan çıkardığı oyuncu sayısı 17. 18 takımlı ligimizde her takıma 1 altyapı oyuncusu dahi düşmüyor.

Oysa dönemin hakim takımı Barselona’nın ilk 18’inde 14 altyapı çıkışlı oyuncu var. 2000’lerde the Yeniköy Kasabı Vicente Del Bosque’in Madrid’i dünyayı fethe giriştiğinde kadrosunda 6 altyapı oyuncusu 5 adet de 20 yaşın altında Real Madrid forması giymeye başlamış ve artık ağabey olmuş oyuncu vardı. 1990’ların futbol egemenliği ilk 11’inde 6 altyapı oyuncusu olan Milan’ındı. 1980’de Nottingham Forest, 1975’te Bayern Münih, 1970’de Ajax, Avrupa denen en prestijli zirvenin tepesini 2-3 yıl üstüste işgal ederken sancağı taşıyan yine kendi çocuklarıydı. Ülkemiz futbolu tarihinin en başarılı yıllarını 2000’lerde üstyapıya çıkmış Galatasaraylılar sayesinde yaşadı. Ondan 10 yıl önce Türk Futbolu’nun yenilmez armadası yavru kartalların kanatlarında taşınan Beşiktaş’tı.

Şimdilerde ise Figerlere, Mendeslere ruhumuzu satıyoruz ve karşılığında hem kulüp bazında hem de Ulusal Takım bazında büyük! başarı bekliyoruz. Tuhaf…

Yıldırım Demirören geçtiğimiz hafta 103 milyonluk “sermayesini” 109 yıllık kulübüne hibe 
edip “yettim gari” diyerek TFF’yi kurtarmaya gitti.

Bu kutsal görevinden geri döner mi bilinmez.


Beşiktaş koltuğu yeni sahibini bekliyor ve Beşiktaşlılar zengin isimleri tartışmakta.



"Beşiktaş Başkanı Metin Tekin olsun" diyemiyorsak bugün, sadece Beşiktaş değil, Türk Futbolu da acınası haldedir. İşadamlarından başkasının yönetici olamayacağı düşüncesi reflekslerimize işlemiş. Halbuki tek özelliği cebindeki para olan ve futbolu mahalle arasında bile oynamamış insanların futbola vereceği birşey yoktur, futboldan alacağı çoktur. 

Ben, beni / futbolu / taraftarı anlayan bir TFF Başkanı isterim. FutboluMUZu dünyadaki konjüktere ters, futbolun doğasına, ülkeMİZin çıkarlarına uygun doğrultuda yönlendirsin isterim. AltyapılarıMIZı kaynak aktarımı, yeni ve gerçekçi projelerle üstyapıMIZ haline getirsin isterim. Oyuncu sendikası kurulmasına ön ayak olsun isterim. Böylece oyuncularIMIZın her ay paralarını tıkır tıkır aldığı ve FIFA’ya gitmek gibi bir rezilliği yaşamaması / yaşatmamasını isterim. Üst düzey gelir elde edilen oyuncularIMIZIN “maaş”larında ufacık (%1 gibi) bir kesinti yapılarak alt liglerde  ancak günü kurtarabilen ve 3.ligde 24 yaşında emekliliğe ayrılmak zorunda kalan meslektaşlarına bir emeklilik havuzu oluşturmalarını isterim.

TakımINI değil adaleti gözetsin isterim.

Bütün bunlardan sonra Fethi Heper’in, Metin Tekin’in, Rıdvan Dilmen’in, Hami Mandıralı’nın kulüp / federasyon başkanı olmasını görebiliriz. Bütün bunlardan sonra Avrupa Kupası hayalimiz tabloid gazetelerin ya da fanatik amigoların gerçekdışı gazlarından çıkıp ellerimizle hissedeceğimiz kadar yakına gelebilir. O zaman söz veriyorum dekoder de satar.

Görüyorsunuz ya sorun TFF’ye başkan olmak ya da olmamak değil. TFF’nin başkanı olmak.

Çünkü taleplerİMİZi ancak TFF’nin Başkanı gerçekleştirmeye  muktedir.
İşadamı Yıldırım Demirören futbolUMUZda bu devrimi yapar mı?

İşte bütün mesele bu.

Yakup Sabri İNANKUR


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...