Yazmak beni rahatlatıyor. Şu içtiğim çaydan da, aldığım nefesten de daha fazla rahatlatıyor. Maskemi çoktan ayakkabılığa bırakmışım. Yarın saat 07.00’ye kadar da orada kalacak. İçimden ne geliyorsa, nasıl geliyorsa, kelime dağarcığım beni nereye kadar götürüyorsa, onu alıyorum, öyle alıyorum, oraya götürüyorum. Mutsuzken mutlu gözükmek gibi bir çaba içine girmiyorum. “Mutsuzum” yazıyorum, okuyan mutsuz olduğumu anlıyor. Ayıplar mı kimse diye çocukluğumu bastırmıyorum, “sevincimden uçuyorum” yazıyorum, beni tanıyanın aklına sırıtan çocuksu halim geliyor, tanımayanın aklına sevdiği kocaman bir gülümseme geliyor. Kendine bile dürüst olmayı çoktan unutturan bir sistemin içinde, sonuçların sebeplere, sonların hikayelere diz çöktürdüğü bir dünyada kendi hikayemi dürüstçe yazıyorum.
6 yaşındaydım. Standart ortadirek her Türk ailesinde olduğu gibi baba, mavi-beyaz çizgili baba pijamasıyla en baba koltukta ajansları izliyordu. Bacak bacak üstüne attığı için pijamanın paçaları bileğin üstüne kadar sıyrılmıştı ve çorapla, pijama arasından kıllar gözüküyordu; bunu sevmiyordum. Standart ortadirek her Türk ailesinde olduğu gibi anne, mutfakta bulaşık yıkıyordu biraz sonra gelip beni öpecekti ve elinin ıslaklığını, soğukluğunu ve bulaşık deterjanının kokusunu hissedecektim; bunu da sevmiyordum. Standart ortadirek her Türk ailesinde olmadığı gibi, evin çocuğu bilyeyle parmak maçı yapıyordu. Belki onlar da, halının üzerinde sürünürken akortsuz keman sesi gibi alın buruşturan incecik “Metin hızla ilerledi, Feyyaz’a çıkardı ve goool” diye ses çıkaran bir “şeyi” sevmiyorlardı. Sonra yine standart 80lerin her ortadirek ailesinde olduğu gibi ajanslar ve bulaşıklar, casus filmlerindeki saatler kadar senkronize biçimde bitiyor ve annem elinde gümüş tepsi, üzerinde 2 ince belli çay, 1 kocaman porselen bardak sütle içeri geliyordu. Çünkü herkes birbirini seviyordu…
Kocaman bir televizyonumuz vardı. Küçükken herşey insana kocaman görünür zaten. Arçelik’ti. Sağ alt köşesinde 6 tane düğme vardı, alt alta sıralı. Kanal değiştirmeye yarardı o düğmeler. En üst düğmede TV1, hemen altındakinde ise bir Arap kanalı vardı. Kalan 4 kanal karıncalara aitti. Televizyonu açtığınızda önce ekranın tam ortasında çok küçük beyaz bir nokta çıkardı. Daha sonra o nokta birazcık büyür 3 renkli bir kare olurdu. (O renkleri görünce mutlu olurdum, nedenini bilmiyorum). Sonra bir 10 saniye geçer ve koyu bir resim belirirdi. Yavaş yavaş beyazlaşmaya başlar ve nihayetinde televizyon artık izlenecek duruma gelirdi.
Anne tepsiyi sehpaya bıraktı, herkes koltuğa geçti ve reklamlara bakmaya başladı, ajanslar bitmişti.
Sonra televizyonda bir yazı çıktı, böyle bir 20 saniye falan durdu. Sonra siyah bir görüntü geldi. Televizyonun gösterebildiği renklerin %50’sine tekabül eden bu görüntüye şaşıran olmadı tabii... En sonunda bir ses duyuldu “İyi akşamlar sayın seyirciler. Bu önemli gecede Şampiyon Kulüpler Kupası Finalinde Porto, Bayer Münih’le karşı karşıya.”
O güne kadar gördüğüm en garip formalı 2 takımın maçını izliyorduk. Bir tanesinin forması siyah, kolları beyaz, şortu ise açık siyahtı. Diğeri açık siyah ve beyaz çubuklu forma giyiyordu. Ama çubuklar çok kalındı. Ben o takımı tuttum, Beşiktaş’a en çok benzediği için.
Maçı benim takım kazanmıştı. Üstelik de geriye düşmesine rağmen…
Maç sonunda Portolular, ellerinin üstündeki kupayla sahada tur atıyorlardı. Kupa; o güne kadar gördüğüm en kocaman kupaydı. Herkes mutluydu. Daha önce maç izlemiştim, seviyordum futbolu. Ama ilk “keyif” aldığım maç bu oldu. Ve ben futbola aşık oldum.
Bir gün babam eve kucağında dışı kahverengi olan bir televizyonla geldi. Sağ alt köşesinde Grundig yazıyordu ve amacı; salonumuzu renklendirmekti.
Bu, benim siyah-beyaz dünyamı değiştirmedi tabii...Sarı Fırtına hayranıydım ben. Beyaz fanilanın arkasına kömürle 11 yazar, önüne BEKO yazar, öyle mahalle maçlarına çıkar, Metin olurdum. Tabii terden o kömür akardı ve her tarafıma bulaşırdı. Akşam eve geldiğimde, annem tası kafama vura vura yıkardı beni. Ben ise maçtaki pozisyonlarımı düşünür, ertesi maçta daha iyi olacağıma kendi kendime söz verirdim. Metin olmak kolay değildi!
Yine de maçları renkli izlemek güzeldi. Bir gün -sanırım ikindi vakti-, evde tek başımaydım ve bir maç başladı. Spiker final maçı olduğunu söyledi. SSCB ile Hollanda oynuyordu. SSCB’de hiç gol yemeyen Dasaev vardı. Hollanda’da ise Van Basten vardı, Koeman vardı, Rijkaard vardı ve anneanneamin “Kıllı İt” dediği Gullit vardı. Ben de Hollanda’yı tutmaya karar verdim.
O kadar güzel paslar, o kadar güzel koşular yapıyordu ki Hollanda, izlerken, “ben de bundan sonra mahalle maçlarında böyle oynayacağım” diye kendime söz verdim. Gol yemeyen Dasaev’e 2 tane atmışlardı ve her açıdan üstün oynuyorlardı. Sonra hakem SSCB lehine penaltı kararı verdi. Penaltıyı Van Brukelen sağ alt köşeden çıkarınca Hollanda’ya olan sevgim büyüdü de büyüdü. Ve maç bittiğinde kupayı kazandıklarında, tören kürsüsüne otururken ayaklarını yere vura vura şarkılar söyleyen Hollandalı oyuncular beni benden aldı. Mutfağa gidip beyaz kağıt havludan 2 yaprak kopardım. Yarısını turuncuya boyadım ve balkona astım. (Adını sonradan öğreneceğim) Total Futbol’a aşık olmuştum.
Gullit, Van Basten ve Rijkaard Milan’da oynuyorlardı. Milan herkesi yeniyordu, hiç kaybetmiyordu. Beşiktaş da öyleydi. Hatta dünyada namağlup bu 2 takımın sembolik bir maç yapması ve kazananın “en yenilmeyen” olması tartışılıyordu. Öte yandan Türk takımları Avrupa’da yenilir ama ezilmezken, Galatasaray Neuchatel’e 5 atmış, Prekazi Monaco’ya füze göndermiş ve Şampiyon Kulüplerde yarı finale kadar gelmişti. Cimbom’un rakibi Steaua Bükreş’ti ve ilk maç deplasmandaydı. Bütün Türkiye maça kitlenmişti, herkes maçı konuşuyordu.
Galatasaray kötü oynamadı. Hakem Galatasaray’ın net bir golüne ofsayt dedi (alakası yoktu), Bükreş’e penaltı çaldı (kesinlikle değildi) ve maç 4-0 bitti. Hatta daha sonra hakem kötü yönetimi için özür dilemişti.
Çok kızmıştım. Steaua Bükreş hakemle finale çıkmıştı, hakkıyla değil. Finalin adı Milan-Steaua Bükreş olmuştu. Milan ise Real Madrid’i 5-0 yenerek oraya gelmişti.
O final maçını Milan 4-0 kazandı. Dağıttı Steaua’yı. Hele son 10 dakika Milan tribünlerinin söylediği şampiyonluk şarkılarını hiç unutmadım. Galatasaray’ın intkamını da almıştı. 4-0 hakemle değil futbolla böyle olurdu! Ve ben Milan’a aşık olmuştum.
*****
Her 80leri yaşamış çocuk gibi ben de Michael Jackson hayranıyım. Bir röportajında Michael “Kayıt stüdyosuna giderken önünden geçtiğimiz bir park vardı, top oynayan çocukları görünce gözyaşlarımı tutamazdım. Benim onlar gibi oynayacak zamanım yoktu. Hiç parkta oynamadım”der.
İşte ben o Michael Jackson’ın bile ulaşamadığı, satın alamadığı parktayım. Dışarıda ne olduğu ile ilgilenmiyorum. Dışarıda kimin ne kazandığı, nereye koşuşturduğu ile ilgili en ufak bir merakım yok. Orada olmak gibi bir isteğim de yok. Elimde bir top, üzerimde, kömürle forma yapılmış bir fanila var.
Bir de okunacak kitaplar, gezilecek yerler, izlenecek maçlar, tanışacak insanlar, keyfi çıkarılacak pipolar, (tekrar) izlenecek filmler, yazılacak yazılar var...
Bu kadar.
Saygılar,
Yok böyle bir şey.sanki bensin yalansa fenerli olayım.bu yazılanların hepsi benim hislerim.Dinamo kiev de oynayan altı yedi isim vardı o maçta.en güçlüsü dinamo kiev di.bizim maça kadar severdim de onları.dassaev belanov ve diğerleri...
YanıtlaSilBen de çok şaşırdım okuyunca. Ne güzel. Yalnız değilmişim. Çok güzel bir yazı olmuş. Çok samimi ve içten veee çok gerçek. :))))
YanıtlaSilDaha iyi ifade edilemezdi..
YanıtlaSil