30 Aralık 2011 Cuma

Saygınlığım Baki, Ben Ruhumu İstiyorum


Bir şirketin ne kadar zenginleştiği (ya da fakirleştiği) ile esasen çok ilgili değilim. Hatta gelirlerini istihdama çevirip, iş imkânı sağladığı, ekonomiye katkıda bulunduğu için sevinirim.

Son üç yılda Demirören Holding gelirlerini %85 arttırarak müthiş bir başarı gösterdi. Demirörenler bu (yaklaşık) 550 milyon TL’lik artışın sonucu en zengin 100 ailenin içinde 21 sıra yukarı çıktılar.

Türkiye’nin en saygın ailelerinden biriydiler zaten, son dönemdeki başarılarıyla da güçlerini iyiden iyiye pekiştirdiler.

Türkiye’nin en saygın ailelerinden bir diğeri olan Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nde:

Aynı 3 yılda özkaynaklar 186 milyon TL eksildi.
Aynı 3 yılda Beşiktaş’ın giderleri 85 milyon TL’den 192 milyon TL’ye fırladı. Yani 107 milyon TL arttı.
Buna mukabil gelirlerdeki artış 60 milyon TL.
“Muhasebe 101” dersini alan 1. sınıf öğrencisinin önüne bu tabloyu bırakırsanız şu denklemi yazar;

+60-107-186= -233 milyon Türk Lirası

Hatırlatıyorum bu rakam (-233 milyon TL) 3 senelik bir “saygınlık”tır, 8 yıllık iktidar döneminin kabaca 3’te 1’i. Bu rakama; Sn. Başkan’a olan borç, Sn. Adalı’ya olan borç, basketbolculara, voleybolculara, hentbolculara, tekerlekli sandalye basketbol takımına ve uçan kuşa olan borç dahil değil.

Ortada kazanılan bir saygınlık varsa, bu Beşiktaş’ın kazandığı değil, kazandırdığı bir niteliktir ancak!

Keşke sadece rakamlardan ibaret olsa Beşiktaş’ın kaybettikleri.

Bu son 3 senede Beşiktaş tarihinin ve tribün tarihinin en rezil olayını yaşadık. Denizlispor maçının ortasında, kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden; “yeter” diyen, demeye yeltenen herkesi tekme, tokat, yumruktan geçiren ve aslında Beşiktaşlılığı öldüresiye döven “Beşiktaşsızlar” gördük.

2 kupayı dahi unuttuk, o kepazeliği, o korkaklığı, o yavşaklığı unutmamız mümkün olmadı.

Dayağa çıt çıkmadı, lakin “takıma dönün” emri gecikmedi. Sanki bugüne kadar Beşiktaş’a sırt çevirmişiz gibi! Ahmet’i durdurken Seba’ya “karşı” yürümekten nasır tutan ayaklar, kremlendi ve yerlerine oturdu. Quaresma’ya, Guti’ye desibeller gitti. Dayağı yiyen öz be öz Beşiktaşlılar da unutuldu gitti. Bir daha da gelmediler.

Tıpkı yaşı 40’ın üzerinde olan abilerimizin de artık gelmediği (ya da nadiren geldiği) gibi.

Beşiktaş’ın bu kadar şımarmasına dayanamadılar belki de…

Tribünler de Sn. Başkan’ın istediği düzeyde “temizlenmiş” oldu böylelikle.

Zaten hayata dair ilk küskünlüğümüz de “yanımızda” sandığımız kişilerin “karşımızda” olmasını anladığımızda başlıyormuş.

15 sene önceki taraftar profiliyle şimdiki arasında bu fark, 15 sene önceki Beşiktaş’la şimdiki arasındaki fark kadar barizse, bu 15 sene önceki başkanla şimdiki arasındaki farktan olabilir mi?

“Halk gitgide liderine benzer” diyen filozof haklı görünüyor, ne dersiniz?

Bendeniz mahalle maçlarında Gökhan, Rıza, Ziya, ama en çok Metin olurken, Beşiktaş herkesin 2. takımıydı. Azdı Beşiktaşlı fakat mahallenin ağır abilerinin takımıydı. Herkes saygı duyardı Beşiktaş’a. Beşiktaşlılık; bir futbol takımına aidiyeti değil, bir duruşu ifade ediyordu.

Şimdi yine aynı bendeniz ömür maratonun yarısına tık nefes varıyorken Beşiktaş; Fenerbahçeliler’in en sevmediği, Galatasaraylılar’ın ise 3. büyük olarak çok da önemsemediği, artık torun sahibi olan ağır abilerin ise hüzünle izlediği bir futbol takımına dönüştü.   

5 yıl öncesine kadar FIFA’ya gidip Beşiktaş’ı arasanız, tozlu raflarda 1-2 klasör takdir görürdünüz. Şimdi gitseniz FIFA’da en çok davası olan kulüp plaketiyle onurlandırırlar!

Sn. Başkan’ım;

Artık dünya kulübü olduk diyorsunuz…
Beşiktaş’a saygınlık kazandırdım diyorsunuz…
Eminim inanan, şımaran, göğsü kabaran vardır, sloganları da hazırdır.
Ve varsayalım ki haklısınız.

Ben hepsine, herkese tek bir soru soruyorum.

Ruhunu kaybeden dünyayı kazansa ne çıkar?

Beşiktaş J.K. Başkanlık Makamı’na saygılarımla…

Yakup Sabri İNANKUR 

23 Aralık 2011 Cuma

Bir Nefes Futbol


Kirli, çürümüş ve leş gibi kokan bir tabutta hava boşluğu aramak aslında yaptığımız. 90 dakikalığına izin alabiliyoruz adına sorumluluk ya da zorunluluk denilen azaplardan.  Büyük usta Lucescu’nun tam 7 sene evvel Ceausescu Romanya’sı diye tarif ettiği o gri ve solgun sokaklarda yürüyüp hayatımızın rengi olan “saf” futbolu arıyoruz, usanmadan.

Bu yüzden Fernandes’i izlediğimizde dudaklarımızın kenarları kulaklarımıza kayıveriyor. Bu yüzden kendisine emanet edilen cevheri sabır ve titizlikle işleyen Carlos Hoca’nın vitrine koyduğu mücevher gözlerimizi kamaştırıyor

2.5 günde bir maça çıkan Beşiktaş, yorgunluktan beslenen efsane maratoncular gibi katettiği her metrede daha çok açılıyor. Karabükspor karşısındaki Beşiktaş’ın orta saha oyuncuları yarı sahalar arasında toplamda 500 kezden daha çok gidip geldi. Bu kadar koşan Fernades’in, Ernst’in, Veli Kavlak’ın isabetli pas sayısı Karabükspor’un sahadaki 9 oyuncusunun toplamından fazla!

Portekizli hocanın isteği; topa ve oyunun kontrolüne sahip, mücadeleci bir oyun anlayışı. Rakibi ısırırken aynı zamanda topu oradan oraya dolaştırarak savunmayı (uyutup) en zayıf haliyle boşluklarla dolu bir anında yakalamak, fuleli oyuncularının koşu yollarına derin paslar göndermek. Hızlı ve net! Avını saatlerce bekleyip tuzağa düşüren avcı gibi…

Bu futbol tarzının üç önemli noktası var, iyi bir alan savunması, kazanılan topların da koşu yollarına hızlı aktarımı ve bunu düşünecek, uygulayacak oyuncular. İlkini Egemen, ikincisi Fernandes önderliğinde gerçekleştiriyor Beşiktaş. Yalnız 3. Bölgede hala sıkıntısı var. Buradaki temel sıkıntı pozisyona girme zorluğu olsa Quaresma-Simao susuzluğunun baş ağrıttığından söz edebilirdik. Halbuki Beşiktaş, Karabükspor’dan neredeyse 2 kat fazla topa dokundu, 2 kat fazla şut attı, 2 kat fazla topla zaman geçirdi ama 2’yi atamadı. Hücum oyuncuları topla buluşuyor, kale önünde gol pozisyonu da yakalıyorlar burada sorun yok. Sorun bütün bunların gol demek olmaması. Pozisyonlara gol dedirtecek tek oyuncu kenarda olduğu için böyle bir skor yoksunluğu ortaya çıktı.

Varsın olsun, tabelada ne yazdığıyla genelde ilgilenmem zaten.

İddianamelerde kravatlı holiganların günahlarını, saçmalıklarını ve küfürlerini okumaktan günlerdir bunalmıştık, başımız dönmüştü. Sahada baş döndüren bir futbol izleyince biraz nefes aldık en azından.

Yakup Sabri İNANKUR

22 Aralık 2011 Perşembe

Yeni Bir Hakan Şükür Yok


Hafta içi Abdullah Avcı Türk futbolunda forvet sıkıntısı yaşandığı ve Hakan Şükür seviyesinde bir oyuncumuz olmadığı ile ilgili bir eleştiriyi güzel bir ifadeyle yorumladı: “Yeni bir Hakan Şükür bulmak kolay değil. O’nun tipinde olmasa da O’na yakın performans sergileyecek çok genç oyuncularımız var. Onlar üzerinde çalışacağız”

Bu yanıtı çok sevdim. Avcı bu konuda yakınabilir, Ulusal Takımın en büyük sorununun bu olduğundan dem vurabilirdi. Bunun yerine elindeki “başka tipte” genç oyuncuları kullanacağını vurguladı.

Son 5-6 yıldır olduğu gibi bu sezona da 2000 ruhunu çağırarak başlayan Galatasaray’da da Fatih Terim ile birlikte ilk akla gelen Hagi ve Hakan Şükür’dü bittabi. Terim kendinde başlattığı değişimi 2000vari takım kurarken de devam ettirdi. 10 numara; Hagi’nin zıddı Melo oldu, 9 numara ise Elmander.

İsveçli oyuncu bir Hakan Şükür değil. Öyle olmak iddiası da yok zaten. O’nun misyonu daha farklı. Orta saha ile Engin/Riera/Baroş arasındaki kıraç alanı futboluyla, enerjisiyle sulayarak bereketli kılmak peşinde. Muslera’nın güdümlü toplarını indiriyor, sırtı dönük alıyor, yüzü dönük veriyor, şut atıyor, dribling yapıyor. 2012 model Galatasaray’ın neye ihtiyacı varsa onu yapıyor. Pozisyon bilgisi o kadar iyi ki, şöyle bir sahne kazıdı aklıma: 67. dakikada Emre Çolak soldan orta yapmak üzereydi içeride 4 Manisalı 1 adet de Elmander vardı. Top İsveçli’ye gelebilse kesin goldü. 20 metrelik bir hat üzerinde (alan paylaşımını doğru yapabilmiş) 4 oyuncu arasında bomboş kalabilmişti Elmander.
Manisaspor’un Mourinho tarzı hıza dayalı futbolu joshua Simpson ve Isaac Promise’in formsuzluğuyla fren yapmaya devam ediyor. Yiğit’in kırmızı kartıyla motoru da kapattılar. Yine de dün Manisaspor 9 kez bu hızlı hücumlarını sergileme fırsatı buldu ancak 5 kez Melo’ya takıldı. Melo bu 5 “takma”nın 4’ünü Engin’in, Riera’nın ve Elmander’in koşu yoluna pasladı. Yani başka bir deyişle kabaca her 2 Manisaspor atağından biri, Galatasaray atağı olarak geri döndü TT Arena’da.

Melo’dan sonra Galatasaray’ın en isabetli pas oranına sahip oyuncusunun Fernado Muslera olması Galatasaray (ve Türk futbolu) adına başka bir yenilik. Uruguaylı kalecinin 13 pasının 11’i, takım arkadaşlarının göğsünde ve ayağında yumuşamış. Bunlardan 4’ü 40 metrenin üzerinde bir mesafeyi aşmış. Cordoba’dan sonra bu denli oyunun içinde olan bir kaleci görmemiştik 783.562 kilometre karelik topraklarda. Bu yüzden bu kadar geniş bir alanda hala Hakan Şükür arıyor/bulamıyor olmamız da normal. Altyapılardan bir Bienvenu, bir Edu, bir Henrique dahi yetiştiremediğimiz düşünülürse yeni bir Hakan Şükür için (bu mentaliteyle) bir 50 yıl daha beklememiz lazım.

Yakup Sabri İNANKUR



17 Aralık 2011 Cumartesi

Kırmızı-Lacivert Bir Monet Tablosu




Misafirliktesiniz. Sohbetler, kahkahalar, çaylarla dillerden akan bal, kapı eşiğinden apartman boşluğuna taşarken, birden evsahibi ayağa kalkıyor ve iyi geceler dileklerini ardında bırakıp yatmaya gidiyor. Sol bileğinize bakıyorsunuz, saat yirmibir sıfır sıfır…

Hakaret, terbiyesizlik, ayıp gibi kelimeler aklınıza gelmiyor. Aksine saygı duyuyorsunuz.  Böyle bir erdem önünde reveranslar, temennalar gönlünüzde saltolar atıyor. Çünkü O, Bülent Korkmaz. Alemler akadursun, O hergün saat 21.00’da yastığıyla olan buluşmasına asla geç kalmıyor, sabah 6.00’da güne hazır olabilmek için.

Teknik direktörlük karnesi ne kadar yıldızlı olur bilemem ama ben Bülent Korkmaz’ı camlı masa arkasında yorum yaparken görmek yerine, taç çizgisi kenarında görmeyi daha çok seviyorum.

Kalabalığın istatistikleri 4 yönlü bir istikamette seyredursun, Necmettin Şeyhoğlu’nda, sezonun en heyecanlı, en güzel, en hareketli, en skorlu futbolunu izledik.  

Barselona zerafetiyle ince ince boyanan 2 takım, kırmızıların lacivertlere karıştığı bir Monet tablosu kadar estetik bir oyun sundular izleyenlere.

Farkında mısınız, 55 sezon içerisinde en bol soru işareti barındıran sezon bu olmasına rağmen, aynı zamanda en joga bonitocu hocaların da ünlemler koyduğu bir sezon geçirmekteyiz.

İlk yarı 3-2, ikinci yarı 0-3. İki takıma sanki faul yasaklanmış gibi akan bir oyun. Dikkatimi cezbeden iki olay oldu. Dakika 67’de Mersin İdman Yurdu tam 6 oyuncu ile hücum yapıyordu. Hakan Bayraktar ile gol arasında 2 bilemediniz 3 saniye sürecek bir boşluk vardı. Karabükspor’lu Birol yerde kıvranırken, Hakan Bayraktar sahip olduğu bu çok değerli 2 saniyeyi,  kale çizgisi yerine taç çizgisini tercih ederek kullandı. İkincisi ise, bu pozisyondan 10 dakika önce Karabüksporlu Erkan’ın 2 kişiyi çalımlayıp ceza yayına ulaştığı andı. Kaleci Sehiç açıyı kapatmak için penaltı noktası üzerine kadar çıkınca, Erkan bir anda şut kararını aşırtma vuruşa çevirdi.

Estetik ve zeka doluydu.

Kenarlardan şöyle bir uğultu aktı sahaya; “aeüvvveaaooouuu”

Halbuki alkış sesi daha kolaydı.

Keşke saha içindeki futbol kaymağına, saha kenarındakiler de bir kaşık bal ekleyebilse…

Çünkü saha içi kadar, saha dışı da gerekli güzel futbol için.

Yakup Sabri İNANKUR

Pitbull Yetersiz!



Hafta içinde skor tabelası isimli azmanın, güzel futbolu tuş ettiği gördük, yine. Başarısız sonuçlar üstüste denilen bir raflı sisteme bağlayınca Metin Diyadin Hoca önüne sunulan kuru bir istifa mektubunu imzasıyla ıslattı.

Ligimizin geleneksel hoca kıyım şenlikleri bir gün yerini istikrar karnavalına bırakır mı, bilinmez…

Belki Ordu’nun dereleri yukarı aktığı gün fanatik kulüp yöneticileri çözümü hocaların kellesinde aramayacak. O zamana kadar da böbürlenerek ithal ettiğimiz kadife ayaklardan akmasını bekleyeceğiz güzel futbolun.

Giderken oyuncularına tek tek sarılmıştı Metin Hoca, belli ki mentalitesinin kokusunu da bırakmış oyuncularına. Sahada vurmayan/yatmayan/kapanmayan bir Orduspor vardı.

Bu kokuyu Fatih Terim’de almış olacak ki, topun olduğu yere çapa atan “geleneksel Terim Presi”nin, Ordu’lu becerikli ayaklardan çıkan isabetli paslarla arkada yakalayacağı geniş boşlukları kapatmanın hesapları içindeydi. Galatasaray sabırlı bir alan savunması tertibinde rakibini tartan bir anlayışla bekledi. Geride kalan 15 maça göre en az pas yaptığı maçın bu olması sıkıntılı gözükse de, aslında normaldi.

Doğu Karadeniz ekibi, Eboue-Ujfalusi-Semih-Hakan zincirinin en zayıf halkasını kopartmak maksadıyla ısrarla sağdan geldi. Hatta Culio bile oralarda epey cirit attı. Bunu yaparken Galatasaray’ın Premier Lig şerbetli sağ hattını unuttular ama! İlk hücumda Fevzi’nin hazırladığı pastaya kremayı ekleyen Baroş oldu böylece.


Zaten Baroş son 5 yılda Türkiye’nin en verimli / golcü forvet oyuncusu. Elmander ile birlikte etkisi biraz daha arttı. Hatta öyle bir aurası var ki sahanın en kötü ismine (Kazım) dahi istatistik yaptırdı.

Bu noktada Fatih Terim’e (haklı) methiyeler düzülüyor, 4-4-2’ye döndüğü için. Aslında Terim dönmedi. Ligin ikinci yarısı ve play-offlarda göreceğiz ki Galatasaray; 4-3-3, 4-5-1, 4-1-4-1 de oynayacak. Bunu maçın içinde dahi yapıyorlar. Elmander çıkıyor Engin giriyor, Fenerbahçe maçında Baroş’un yerini Riera’ya bırakması gibi... Terim akışkanlık istiyor. Oyun esnasında bile değişebilen / dönüşebilen bir mentaliteyi oyuncularının kafasına / reflekslerine oturtmaya çalışıyor. Her maçta Galatasaray’da farklı bir anlayış görüyoruz. Bu deneme-yanılma değil, bilakis Terim’in plan ve programı dahilinde. Galatasaray’a imza atarken, parmaklarındaki hayali bir kalemle ellerini ileri geri sallıyor ve şöyle diyordu tecrübeli hoca: “Değişim bizim kilidimiz olacak. Değişebilen, uyum sağlayabilen bir takım hedefliyoruz.” Beden dilinin altını çizdiği cümleler bunlardı.

Bu değişim Terim’in kendi içinde oluştu ilk önce. Felipe, Revivo ile başarısız Hagi denemeleri yapan Terim bu kez 10 numara için ısıran bir Felipe seçti.

Galatasaray’ın her 4 pasından biri Brezilyalı oyuncunun kramponundan damladı. Selçuk’un yapamadığı pasları da üstlendi. Hakan Balta’nın boşalttığı alana akıllı çıkışlar yapan Abdurrahman, Melo’nun adele gücü ve beyin zenginliği çığının altında kaldı. 11 kilometre kateden genç Emre vites küçülttüğünde, Melo gaza bastı. Semih açık verdi, Melo kapattı. 19 Eylül Stadı’nın 7 dönümlük çimlerinde Melo adının geçmediği 20 metrekare yok!

Pitbull lakabı biraz yumuşak kalıyor. Galatasaray’ın Atlas’ı diyorum ben O’na. Zira Olympos’tan kovulan Atlas dünyayı taşır. Juventus’tan dışlanıp gelen Melo da omuzlarında futbol takımının zafer dünyasını taşıyor.


Yakup Sabri İNANKUR

16 Aralık 2011 Cuma

Yatmayan İ.B.B



Yatmayan İ.B.B

Tarihindeki en büyük başarısı geçen seneki Avrupa Ligi Finalistliği. Kadrosunda Hugo Viana, Nuno Valente, Nuno Gomes gibi Portekiz Futbolu’nun yıllanmış dama taşları var.

Takım olarak topun arkasında bekliyorlar, orta saha ile ceza sahası arasını kalabalık tutup, kaptıkları toplarla (özellikle Lima’nın koşu yoluna)derin paslar yapıp 3-4 saniye içerisinde gol pozisyonuna girebiliyorlar. Bu nedenle deplasmanlarda daha başarılılar.

Stil olarak İstanbul Büyükşehir Belediyespor’a benziyorlar, ama yatmayanı. Yatmayan bir Büyükşehir Belediye’yi Beşiktaş’ın eleyeceğinden kuşkum yok. Sonuçta Portekiz Güzel Sanatlar Akademisi’nin 2 ekibi karşılacak ve Beşiktaş’ın sanatçıları daha estetik eserler sunabiliyor!


Hız Ve Manevra Şart

Trabzonspor’un kura şanssızlığı devam ediyor. 21 lig, 1 UEFA, 1 Şampiyon Kulüpler Kupası sahibi tarihsel bir futbol deviyle eşleşmek ilk etapta üzücü. Fakat CV’si PSV kadar parlak olmayan Trbazonspor’un, Inter’in fiyakasını bozduğunu unutmayalım.

Rakip sahaya yerleşme odaklı bir oyun yapısına sahip Hollanda ekibi. Engelaar, Toivonen ve Stroman’ın yüksek pas yüzdesiyle bunu başarıyorlar. 3. Bölgeyi kuşattıktan sonra her şekilde golü deniyorlar. Araya oynuyorlar, havadan oynuyorlar, şut atıyorlar…

Bunu engellemek için orta sahada seri, kısa paslarla sürekli oyunun yönünü değiştiren bir yapıda olmalı Trabzonspor. Amiyane tabirle topu bir oraya, bir buraya gezdirmeli. Disiplinden kolay kopuyorlar. Gruptaki tek puan kaybını Hapoel Tel Aviv önünde yaşamalarının sebebi buydu. Üstelik de kendi evlerinde rakip 10 kişiyken

Her 2 takımımızı da bir üst turda görmek dileğiyle…


Yakup Sabri İNANKUR


15 Aralık 2011 Perşembe

Krallar Ve Çocuklar


Hani Napoli Taraftarı’nın o unutulmaz pankartı vardı ya; “Yarın yine borçlarım olacak ama bu gece kral benim!”, dün akşam da 15 milyon Beşiktaşlı’nın taç töreni vardı. Sahadaki 11 şövalye,  “Sir” Carlos Carvalhal’in önderliğinde borçlarımızı sildi. Tabii siz yine de kredi kartınızın son ödeme tarihini atlamayın!

Stoke City’nin İngiltere’de bıraktığı oyuncular beni ilgilendirmiyor. Daha geçen ay Guti’yi serbest bırakan, Quaresma’sı, Simao’su sahada olmayan, 10 numarası Bebe’nin, savunmadaki banko ismi Ersan’ın henüz çime adım atamadığı, teknik direktörlük makamı dahi net olmayan Beşiktaş’ın sahadaki takımını “A” ile damgalıyorsak, Crouch ve Etherington’dan yoksun Stoke City takımını “B”ler, “C”ler altında yorumlamak adaletli değil.  
Nitekim, Ivan Drago Muhipleri Cemiyeti’nin 11 seçkin üyesi ile sahadaydı İngiliz ekibi. Futbolun basit 2 denklemi eşitliğin karşısına kazanmayı koymak için bize 2 formül verir. Ya topu sürekli ayağında tutarak oyuna hakim olacaksın, ya da alanı sürekli kontrol altında tutarak sahaya hakim olacaksın. (İkisini birlikte 30 yıl yaparsan Barselona olacaksın) Tabiat kanunlarının da emrettiği şekilde, Beşiktaş ilk kısmı, Stoke City ikinci kısmı evlat edindi. Boy, pos ve endama karşı zerafet, teknik ve hız.

Maçtan önce belirtmiştim, Stoke City ataklarının %42’si sağ kanattan gelişiyor. Carvalhal İsmail ve Veli’yi sürekli baskı yapması ileri gönderdiğinde, İngilizler daha yumruğunu kaldırmadan “indir o elini” diyen Beşiktaş soluyla epey bir yıprandılar. Hücumları ancak (İsmail Köybaşı’nın) bireysel hataları ile olgunlaşabildi. Coğrafya fakiri Pulis’in, 30. dakikadaki Pennant hamlesi Stoke’un tıkanan sağını açmaya yönelikti ve kısmen işe yaradı.

Matematik bilimi bize; Stoke City’nin kaleyi tutan şut ortalamasının 2, gol ortalamasının 0.7 olduğunu anlatırken, İngiliz ekibinin ilk şutunda golü bulmasını “this is football sometimes” diye açıklayabiliriz ancak. Tam o adaletinden yakınmaya başladığımız anda futbol, şans rüzgârını Tel Aviv üzerinden estirmeye başlayınca, Beşiktaş Avrupa Gemi’si yelkenlerini fora edip grup limanından ilk sırada ayrıldı.

Herşey güneşli, insanlar neşeli, gönlümüzün uçurtmaları tepeye süzülürken hangi çılgın kafamıza çakmak, para (ya da hangi yabancı maddeyse artık) atmaya cüret etti, şaştım!

Eminim o sporsevmez arkadaş(lar)ım (da) şu an mutlu ve gururludur. Hatta keyifle çayını içerken belki bu yazıyı okuyup sırıtıyordur. O zaman Pennant’ın kafasına denk getiremediği çakmağın Beşiktaş’ın böğrüne saplanabileceğini de bilsin. Bu cümleden sonra keyfi kaçtıysa eğer üzgün değilim. Zira, yarın Beşiktaş ceza alırsa milyonların keyfinin kaçacağının yanında önemsiz bir kefarettir bu. Asıl, böyle bir konu için okuyucudan ve kendimden harcadığım 1 paragraf için üzgünüm. Umarım Beşiktaş para cezası ile kurtulur. Avrupa futbol piyasasına saçma sapan nedenlerle para saçmaya alışkınız ne de olsa!

El futbolcusuna (Emre Belözoğlu’na) gösterilen özel “ilgi” Carlos Carvalhal'e gösterilirse Beşiktaş adına daha yararlı olacaktır. Adı henüz tribünlerde anılmayan Carlos Carvalhal'i biz gönlümüzde anıyoruz. 12 gün içinde; Telaviv, Trabzon, Antalya, Manisa'dan zaferle dönüp, üzerine Avrupa'da lider olan bir takımın gollerine kenarda çocuk gibi sevinen, bizi de çocuk gibi sevindiren güzel insana tebrikler. Beşiktaş'ı, çocukluğumuzu ve kral olmayı özlemişiz, sağol hocam.



Yakup Sabri İNANKUR

14 Aralık 2011 Çarşamba

Son Tango (Stoke City Maçı Öncesi)


Maç öncesi yazmaları sevmem esasen. Ne kadar iyi niyetle yapılırsa yapılsın, bir kendini beğenmişlik havası, bir ahkâm kesme, bir icazet verme havası solurum. Mantık bronşlarım yanar. Halbuki maçtan önce en futbol arkadaşlarınızla ağızlardan akıttığınız balları yazı nizamına sokmaktan başka bir şey değildir en nihayetinde. Utangaçlık şemsiyemi bir erdem kalkanıymışçasına açıp,  kendimi yanlış birşeyden koruyor gibi hissetmek ve hissettirmekten bugün vazgeçmeye karar verdim. Sorular üzerine düşüncelerimi derleyip, toplayıp, katlayıp önünüze getirmek istedim.

Rakip sadece güçten ve boydan ibaretse 2 şekilde yenebilirsiniz; ya ondan daha güçlü ve uzun bir takımla ya da seri kısa paslarla, hızlı oynayan bir takımla. Beşiktaş ilki değil (zaten dünyada Stoke City'den daha boylu poslu bir takım yok) ancak ikincisi pekala olabilir. 

Stoke City'nin deplasmanlardaki kötü karnesi malum. Topla oynama oranları %40'larda seyrediyor ve tek silahları ceza sahasına gönderdikleri yüksek toplar. Topun kontrolü Beşiktaş'ta olacak. Tabii orta sahada top gezdirince gol olmuyor. Bu gece yoktan gol vareden Quaresma olmayacağı için, araya atılan toplar ve forvetlerin boşluklara sızabilen bir yapıda olması, golü getirebilir. Almeida'dan ziyade Holosko-Pektemek ikilisinin daha verimli olacağı kanısındayım. 

İngiliz ekibinin ataklarının neredeyse yarısı (%42'si) sağ kanattan gelişiyor. Türkiye'nin en çok top çalan oyuncusu İsmail Köybaşı için bunun sorun olacağını sanmıyorum. 

Beşiktaş ve Beşiktaş Tribünleri Avrupa maçlarında daha başka oluyor. Tahliyelerin moraliyle bu akşam daha da başka olacaktır.

Bir de bütün bunların üzerine Teknik Direktör Pulis'in yedek kadroyla çıkacağı açıklamasını koyalım.

Beşiktaş kaybetmez.

Kazanması için ise hızın yanına yüksek tempo fitilini ateşlemeli. Ivan Dragoları mağlup edebilmek için çevresinde dans etmemiz gerektiğini biliyoruz. Beşiktaş İngiltere’de güzel bir vals sunmuştu izleyenlere, şimdi sıra son tangoda.

13 Aralık 2011 Salı

Kim Girmeli Kim Çıkmalı?


Aykut Kocaman direksiyonu futbolculuktan teknik direktörlüğe kırdığında, radyosundaki futbol müziği Leeds United ezgiliydi kuşkusuz. David O’leary önderliğinde, Harry Kewell liderliğinde, Mark Viduka, Lee Bowyer, “genç” Alan Smith, Erik Bakke, Woodgate-Ferdinand ve arkadaşları,  yeni milenyumun en heyecan verici / en gelecek vadeden futbolunu oynuyorlardı.

İlk 15 dakika hayatları buna bağlıymışçasına koşuyor, basıyor ve agresif oluyorlardı. Şok pres dalgası altında kalan rakip savunma Leeds’in gol tokadıyla kendine gelebiliyordu çoğu zaman. O andan sonra da sırayı kontra ataklar devralıyordu. Leeds maçlarında kesintisiz bir sürat ve az zamanlarda (3-5 saniyelik hücumlarda) çok büyük işler izliyorduk.

Geçen sezonun 17’de 16 yapan Fenerbahçe’si 14 kez ilk 15 dakikada gol bulmuş ve bu maçların 13’ünü kazanmıştı. Bu maçlarda attığı gol sayısı, ilk 15 dakika gol atamadığı maçların 3 katıydı. Fenerbahçe şok presle başlıyor, golü buluyor, Alex ile kontrolü elinde tutup istediği an Niang, Dia, Stoch ile gaza basabiliyordu.

Uzun zaman sonra (sezonun başından beri diyebilirim) dün akşam Bursa’da, (yeniden) Leeds United soslu Fenerbahçe lezzet verdi. Tamam ilk 15 dakikada golü bulamadı fakat Bursaspor yarı sahasına çapa atarak, topu istediği sularda yüzdürdü, Sestak, Ozan İpek ve Tetteh’in koşu alanlarını tıkayarak “Ertuğrul Sağlam hücumlarını” başlamadan bitirdi.

Özer Hurmacı’nın önünde bir çizgi var. Ötesinde “iyi futbolcu” toprakları bekliyor onu. O çizginin civarında geziyor, üzerine geliyor ancak bir türlü “vasat üzeri futbolcu” ülkesinden ayrılamıyor. Sorun pasaportunda değil kafasında. Oysa 5 metre solundaki Stoch gayet güzel seyahat ediyor çizginin ötesindeki bereketli topraklara. Hergün biraz daha güçlenerek, daha “basitleşerek” ve daha hızlanarak. Yalnız bazen kendini kaptırıyor, bırakın Fenerbahçe takımını, hücumunu, Basser’in adelesini; kameralar dahi O’na yetişemiyor. Takımla ahengi yakaladığında boşluklara sızıp daha net (ve daha fazla) gol şansı buluyor ki golü de böyle attı zaten.

Yayıncı kuruluşun “taraftar gözüyle kim girmeli-kim çıkmalı” maç içi anketi yeni bir uygulama. Eğer bu uygulama 2 sezon önce başlamış olsaydı Bursaspor hanedanlığında imparatorluk tacını açık ara Federico Insua giyerdi. Insua’ya “imparator” denirken, "bu" özelliğine istinaden transfer edildiğini sanmıyorum. Sağlam’ın kafasındaki hızlı hücum yapısında maalesef Arjantinli, Charlie Chaplin filmini ağır çekim izlemek kadar zevkli ve etkili.

Şayet, “Kim girsin kim çıksın” uygulaması 9 sezon önce başlasaydı Fenerbahçe cephesinde tek adam iktidarda olurdu. Selçuk Şahin’in (yine) inanılmaz düşük pas yüzdesini (%68), Emre Belözoğlu (yine) inanılmaz yüksek pas yüzdesiyle (%92) örtmeyi başardı. Lakin Selçuk Şahin’i 9 senedir kim, nasıl örtüyor onu bilmiyorum.

Yakup Sabri İNANKUR 


9 Aralık 2011 Cuma

Çikolata ve Vanilya


2 ay önce taraftar forumlarında, berber koltuklarında, okul sıralarında, iş servislerinde hoca olmadığı hükmüyle çoktan idam fermanı yazılan Carlos Carvalhal son 1 ayda Beşiktaş’a özlenen pozitif bir yapı kazandırdı.

Tabii ki bu yapı son 1 ayda oluşmadı.

İlk etapta diz hizasına yapılan ve futbol edebiyatımıza “Beşiktaş ortası” adıyla pelesenk olmaya başlayan saçmalığın yerine, duran topların efendisi olan bir takım geldi.

Ardından savunmayı oturttu Carlos Hoca. Mersin İdman Yurdu maçıyla birlikte sağdan sola; Hilbert, Sivok, Egemen ve İsmail 4’lüsü 90 dakikalık randevulara birlikte gitmeye başladılar. Hilbert-Sivok top çalma, Egemen-İsmail top yapma istatistikleriyle her maç konu oldu bu satırlara.   

Sivasspor maçında Veli-Ernst-Necip tempo üçgeniyle tanıştık. Kopuk ileri uçla, sağlam geri dörtlü arasındaki 60 metrelik mesafede bal yapmaya çalışıyorlardı.

Geçen hafta Orduspor maçında hücum 3’lüsünü sık sık ya ceza yayıyla orta yuvarlak arasında pres yaparken ya da o pres sonucu kapılan topla eveleyip gevelemeden rakip kaleye akarken gördük.

Dün geceye böyle geldik.

Manisaspor bugüne kadar kendi evinde oynadığı maçlarda sadece 4 gol yemişti, 1 maçta 4 gol yemesi olağandışıydı.

Ayak dışını artık “olağan” karşıladığımız Quaresma, ayak içini ayak dışı gibi kullanınca anlamıştık olağanın dışında işler olacağını.

Savaşıyla siyah Rıza izliyormuşuz hissi veren Fernandes’in yanına beyaz Amokachi tadında bir gol yapan Pektemek ise aslında Beşiktaş’ın ne demek olduğunu anlattı hepimize.

Efsane dizi Seinfeld’de (tam sözlerini hatırlamıyorum) şöyle bir replik vardı: “İşte Elaine, görüyor musun? Siyah-beyaz kurabiyeyi sevmemizin sebebi, her bir ısırıkta biraz beyazdan, biraz siyahtan bir tad almak. Hiçbir karışım çikolata ile vanilyadan güzel değildir.”

İtalyan gibi kapanırken Alman gibi hücum edebilen Portekiz usülü bir takım izlemeye başladık. Topluca kapanan, hızlı çıkan ve hücum 3’lüsünün mızrak başı gibi kapanarak rakip savunmanın kalbine gol saplamayı düşündüğü keyifli bir karışımın tadını hissediyoruz ruhumuzda.

Şef Carvalhal’a tebriklerimizi ve naçizane teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Hiçbir karışımın çikolata ve vanilyadan güzel olmadığını yeniden hatırlattığı için...

Yakup Sabri İNANKUR

8 Aralık 2011 Perşembe

Daldaki Değil, Eldeki Kuştu


Futbol aromalı enfes bir gecenin son anı ağzımda yavan bir tat bıraktı. CSKA’nın gol haberinden 3 dakika sonra kenarda açma-germe yapan formanın arkasında “Mustafa Yumlu” ismi vardı. Tabelada ise turuncu ışıklarla “17” yazmaktaydı.

Işıklı tabeladan ilkin sahaya, sonra da uydular vasıtasıyla evimize gönderilen subliminal mesajın deşifresi “Bu sonuç bizim için kafi” idi. Zira, saniyeler 90. dakikadan telaşla uzaklaşırken forvet, yerini stopere bırakmıştı.

Bu “kafi” durumda Şampiyonlar Ligi’nde yola devam edemeyen Trabzonspor, Avrupa Ligi’ne düşüyordu.

Acaba Güneş bunu bilmiyor muydu? Birileri O’na Milano’dan gol haberi vermişti de Inter-CSKA maçını 2-2 mi sanıyordu? Yoksa elindeki 1 kuş, daldaki 2 kuşdan daha mı yeğdi?

Sanırım ikincisi.

Bu niyet(cik) Şenol Güneş ikliminde yetişmemesi gereken bir maki düşünce örtüsüdür. Kısadır, bodurdur ve rahatı sever. Şenol Hoca’nın kapasitesi (dün gece için), vizyonu, misyonu ve karizması altındayken, Trabzonspor’un da kapasitesine ulaşmasını bekleyemezdik.

Oysa Lille’in üstün görünmesinin sebebi sadece Lille standartlarında oynayabilmesiydi. Fransız ekibi grubun en çok topa sahip olan (%57), en çok hava topu mücadelesini kazanan (%64), en çok şut atan (maç başına 16 şut), en çok isabetli pas ile oynayan (%82) takımı. Dün gece henüz 20. Dakikada bu ortalamaları yakaladılar ve maçı da aşağı yukarı bu yüzdelerle tamamladılar.

Trabzonspor’u kara tahtaya çıkardığımızda aynı kriterlerde %15 ila %20 eksiklik görüyoruz.

Colman ileri gittiğinde Zokora geride kaldı, Zokora ilerideyken Colman gerideydi. Aralarında 20 metre mesafe olunca (ki bu yaklaşık 400 metrekarelik arazi demek) Lille, o bereketli topraklarda derebeylik kurdu. 3 silahşörler; Balmont-Payet-Mavuba hattı müdafaa edip Colman-Zokora zincirini kırarken, Giray-Glowacki başta olmak üzere Trabzonspor derdi sathı müdafaaydı ve o satıh bütün ceza sahasıydı.

Sadece tek bir oyuncu kapasitesi nazarında oynayınca Lille’in “standartları” 1 gol atmaya yet(e)medi. Kaptan Tolga Zengin “Her yeri öpülecek kaleci” klasmanında tartışmasız 1 numara.



Tamam, kabul edelim, kuralar çekildiğinde Avrupa Ligi’ne gitmeyi dahi başarı kabul ediyoduk. Lakin ben elimizdeki Şampiyonlar Ligi kuşunu kaçırdığımız için üzgünüm.

6 maç sonunda sadece 14 farklı oyuncusunu kullanabilen Şenol Güneş, mevcut kadrosunun Avrupa Ligi’ne daha uygun olduğunu düşünmüş olabilir. Manchester Biraderlerin, Ajax’ın, Valencia’nın, Porto’nun da aynı lige “düştüğünü” öğrenince hesaplarını yeniden gözden geçireceğine eminim.

Trabzonspor’un transfere özellikle de yeni bir Selçuk İnan’a ihtiyacı olduğu açık. Aksi takdirde elindeki Avrupa Ligi kuşu da pır pır ederken canlanır.

Yakup Sabri İNANKUR

6 Aralık 2011 Salı

Yakın, Daha Yakın!

Metin Tekin’den bu yana, forvet oyuncularını kanada koyma sonra da “Beşiktaş’ın oyuncusu olmadığına” hüküm verme hastalığı son 20 yılda bir çok yetenekli hücum oyuncusunu tüketti maalesef. Oktay Derelioğlu’nun, Orhan Kaynak’ın, Stefan Kuntz’un, Christopher Ohen’in, Burak Yılmaz’ın, Bobo’nun belli dönemlerde ceza yayından uzak tutulup, sonrada hüsranla biten hikayelerini biliyoruz.

Bu oyuncular belli yetenekleri dolayısıyla kanatta “denendiler”. Başta hızları, ardından boşlukları katetmeleri. Sorun da burada başlıyor; boşluklara değil boşlukları katediyorlar. Savunmanın deliklerine sızıyorlar, savunmayı topla del(e)miyorlar.

Sarı Fırtına’dan sonra sadece Nihat Kahveci’nin kenarda başarılı olmasının sebebi de bu ufak ayrıntı zaten. Top ayaklarındayken deparlarındaki matkap fuleleriyle  20-30 metrelik sondajlar açabiliyorlardı rakip savunmanın göğüs kafesinde. Zaten bir oyuncuya boşuna “Fırtına” demez tribünler. Ancak bunu Holosko’dan, Pektemek’ten bekleyemezsiniz. Tabii beklersiniz de, Burak’tan, Orhan’dan ya da Ohen’den ne aldıysanız onu alabilirsiniz. Böylece Holosko, tarihe en fazla “Sarı Meltem” olarak geçer.


Şeref Bey; 69 metre eninde, Mardan Stadı ise 66 metre. Kenarlar 3’er metre daha içeride olunca, Almeida’nın yalnızlığı 6 metre azaldı, Şeref Bey’e kıyasla. Beşiktaş ataklarının %47’sinin ortadan gelişmesinin temel nedeni de bu. Kanat oyuncuları daha fazla içeriye girebildiler. Almeida da daha fazla gezip, stoperleri yanına çekebildi ve boşluklar oluşturdu.


İlk 11’i  “rakibi öpen” oyunculardan kurulu Beşiktaş’ın mücadele gücü yüksek, savaşan bir kurguda olacağı zaten aşikârdı. Stadın yapısından dolayı 4-3-3 görünümlü 4-5-1 yerine, 4-3-3 oynayabilmesi, derli (ve %61) toplu bir takım izledik. Veli ve Holosko takım oyunu içinde kısmen eriyebildi. Dün akşamki maç Şeref Bey’de oynansa bugün Beşiktaş’ın “dökülen” kanat oyuncularına, Quaresma ve Simao’nun yokluğunun “önemli” faktör olduğuna ilişkin yığınla yorum okuyacaktık. Onlar tabii ki önemli tetikler ancak aralarındaki mesafe 40 metreden, 20 metreye inince verkaçlar, seri kısa paslar, çalımlar (ve goller) artıyor.

Beşiktaş eğer bu düzende oynamaya kararlıysa, sahanın boyunu 1-2 metre uzatıp, enini 3-4 metre daraltmalı. Hızlı kanat oyuncuları rakip savunmanın arkasında daha fazla boşluk bulurken, hedef santrafora ve birbirlerine daha yakın olurlar. Daha fazla gol, daha fazla hücum pres olanağı ortaya çıkar.

Metin Diyadin’i futbolcuyken sever, zevkle izlerdim. Topu aldığında kaleye yönelen, savunma boşluklarına sızan, şut atan, kafasında sürekli gol olan komple bir orta saha oyuncusuydu. Samsun’da kırık ayakla sahadan çıkarken sedye üzerindeki gözyaşları O’nun hakettiği jübile değildi. 


Ayakları futbola nokta koysa da, beyni koymadı Metin “Hoca”nın. Düşünce yapısıyla Orduspor’u ayağa kaldırdı. Sadece dün gece değil, Kadıköy’de de, Bursaspor’u ağırlarken de futbolu düşünen bir takım var. Golü düşünen bir takım var. Beşiktaş’ın 20 faulle tamamladığı bir maçı 11 faulle tamamlayan bir takım var. Felsefesi oyna(t)mamak değil, oynamak olan bir takım var. Hakan Özmert’in mücadelesine biraz Gosso yardım edebilse, İsmail’in ve Hilbert’in önünü kesip, Beşiktaş’ın savunmasıyla, hücumunun arasını açabilirlerdi. Bunu sadece maçın 15 dakikasında yapabildiler ve bu esnada Stancuyla bir de pozisyon yakaladılar. Ancak Toraman hamlesi Gosso’yu iyice sindirdi ve Hakan ortasahada yalnız kalınca beraberliği yakalamalarına rağmen Beşiktaş akınlarını püskürtemediler.

2-1’den sonra alan savunmasına geçen Beşiktaş’ın bekleri de stoperlere alıştıklarından 3’er metre daha yakın olunca Orduspor, kalabalığı aşmak için uzun toplara yöneldi. 1.79’luk Fatih Tekke’nin ise  maç boyunca %94 hava topu başarısıyla oynayan Sivok’a karşı şansı yoktu.

Maç sonucunun Beşiktaş için en önemli çıkarımı, Quaresma ve Simao’nun yokluğunun takımda stres ya da güven kaybı teşkil etmemesi. Zaman Beşiktaşlı oyuncuları birbirine daha da yaklaştırıp, Beşiktaş’ı daha bir takım haline getiriyor. Bir de Şeref Bey’in taç çizgileri yaklaşabilse…

Yakup Sabri İNANKUR 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...