24 Kasım 2011 Perşembe

Barselona Kalite Standartları Enstitüsü


Sen aslanları bilir misin Züleyha?

Ortalama bir aslan ortalama 13 yıllık ömründe yaklaşık 1200 kez avlanma başarısını gösterir. Yaklaşık 100’ü hava ve saha şartları yüzünden elinden kaçar.

13 yıldır profesyonel olarak Barcelona formasını giyen standart bir Xavi bu sezon yaptığı 1220 pasın sadece 73’ünü formadaşları dışında başka yere göndermiştir.

Bunun farkında olan Allegri; Van Bommel, Aquilani, Seedorf ve Boateng ile Xavi’nin av sahasını kapatıp Barcelona’nın aç kalmasını umdu. Bu esnada Guardiola, Camp Nou’daki ilk maçta başına dert olan Milan’ın bek çıkışlarını azaltmak için Messi’yi sağda başlattı. Ortadaki boşluğu ise genç Thiago’nun ciğerlerine bıraktı. Thiago Alcantara %91 isabetli pas ve 12 kilometre koşarak hocasının bu kararını doğruladı.

Ağır Barça savunmasını önde yakalayarak Kral Kupası Real Madrid modelini baz alan bir yapıda uzun toplarla arkaya hızlı adamlarını sokma niyetindeydi Milan. Bu konuda Madrid’den daha şanslı ve gerçekçiydiler. Zira ellerinde dünyanın en başarılı uzun top yapabilen savunma oyuncusu var. Thiago Silva bu sezon maç başına 10.2 uzun top ve %79 isabetle oynayan bir isim. Kabaca 2 pasından 1’i de Zlatan Ibrahimovic ile kucaklaşıyor.

Ancak bu planın işleyebilmesi için Milan’ın normalden daha arkada beklemesi / karşılaması gerekliydi ve bu duruma alışkın değillerdi. Savunma zaaflarının ortaya çıkması bu bağlamda sürpriz olmadı. İlk maçta olduğu gibi Barcelona Abate madenini iyi deşti ve soldan 3. denemesinde gole ulaştı.

Milanlılar ne zaman topu kapsalar kafaları Zlatan’a kalktı, olabildiğince çabuk Barça kalesine akmaya çalıştılar. Barça’nın savunma uyumu ve 1 saniye önce düşünebilme eğitimi boşlukları zamanında kapatıp Zlatan’ın merkezden kaçmasına ve kenarda top alabilmesine neden oldu. Robinho’nun çıkması da bu anlamda doğruydu. Kenara iş yapacak biri (Pato) girince Zlatan merkezde işleri karıştırmaya devam edecekti.

Barça’nın panzehiri ise dizilişte idi. Kağıtta 3-2-2-2-1 gibi ama aslında 1-3-3-3 gibi yayılan 4-2-2-1-1’e dönüşen bir yapı oluşturarak (Bu kadar kaygan, akışkan bir takımı sabit bir kalıba sokamıyorum) Milan’ın merkeze göndereceği balistik toplara mümkün olduğu kadar yakın olabilmeye çalıştılar. 

Sol bek Gianluca Zambrotta sağ ayaklı bir oyuncu olduğu için, bir önceki maçta Dani Alves’in ceza sahasını delen oyununa müsaade etmemişti. O’nu kenara kaçmaya mecbur edip orta yapmaya zorlamış ve etkinliğini azaltmıştı. Alves’in olmaması bu nedenle dezavantaj görünse de avantaja dönüştü. Guardiola oraya Puyol kalkanı koyarak hem Milan’ın sol kanat etkinliğini azalttı hem de Zambrotta’nın takım savunmasına olan katkısını ciddi biçimde rendeledi. Toplam 17 şut atan Barcelona, bunların 14’ünü merkezden, 3’ünü soldan denedi ve sağ tarafı hiç kullanmadı.

Zambrotta devre dışı kalınca, Milan sol gösterip sağ vurmaya çalıştı. Seedorf takımı sürekli sola çeviriyordu ancak uzun çapraz toplarla aniden sağa dönüyorlardı. Barça savunmasının dengesini bozmaya çalıştılar.

Maçın en çok faule maruz kalan oyuncusunun geleneksel bir forvet olmaması ancak Carles Puyol sahadaysa mümkün! Aynı zamanda en çok top kesen de Puyol. Kısaca kaptan gerçek anlamda savaştı.

Aslında herşey eşit giderken Messi standart sapma yaptı. Beraberlik üzerinde yoğunlaşan bahsin çan eğrisini bozdu. 10 üzerinden 10 alarak sınıfın yine en kıskanılan çocuğu oldu.

Barcelona standartları kalite enstitüsüne göre Barça gayet normal, alabildiğine olağan. Lakin olağan dünya standartlarına göre Barça standarttan sapalı çok oldu. Maçtan 2 gün önce “Kral”  Marco Van Basten kati hüküm verdi. “Guardiola’nın Barça’sı, Sacchi’nin Milan’ından daha iyi”

Gelmiş geçmiş en iyi takımı izliyoruz.

Yakup Sabri İNANKUR

23 Kasım 2011 Çarşamba

Umudun Yüzdesi Kaç?


Ligi, kupayı ve Şampiyonlar Ligi’ni aynı sezon kazanan bir takımla, o sezonda, Avrupa Ligi öneleme ilk turunda elenen diğer bir takımın, 2 sene içerisinde futbolları denkleşiyorsa, bir teknik direktörün bir takıma etkisi %20’nin (bayağı bir) üzerindedir.

2 yıllık sürede, biri, Mourinho’dan inip Ranieri’ye binerken, diğeri, Kore’deki emanetini geri aldı.

Trabzonspor-Inter maçlarının galibi puan bazında 4-1 ile Trabzonspor oldu. Adrian’ın kafa vuruşu 1 santim daha falsosunu alabilse 6-0 olacaktı, Halil’in şutu Samuel’e çarpmasa 3-3.

İhtimalleri dahil ettiğimizde dahi Trabzonspor’u geçemeyecekti Inter.

Bütün bunların anlamı; Simon Kuper'in ünlü veczi “bir yerden sonra teknik direktörün bir takıma etkisi %20'den fazla değil” sözünü eksik aldığımızın olduğu. Eksik anladığımız için  de yanlış yorumluyoruz. Başarısız teknik direktöre %20’lik pay biçip sorumluluğu başka omuzlara koyuyor ve başarısızlığını görmüyoruz ya da  zaten payı %20 sıradaki gelebilir diyip kolayca gönderiyoruz.

Sir Alex, United’ın %20’si midir?
40 sene sonra Avrupa’nın zirvesine çıkan Inter’de Mourinho’nun katkısı %20’miydi?
Ya Otto Rehhagel olmasaydı 2004’te %80’lik Yunanistan çeyrek finali görebilir miydi?

“bir yerden sonra teknik direktörün bir takıma etkisi %20'den fazla değil”

Bu teorinin can alıcı noktası “bir yerden sonra” kısmı. Orayı atlıyoruz işte. Gerektiği değeri vermiyoruz. Sayının cazibesi yakalıyor bizi. “%20” dikkatimizi dağıtıyor. Halbuki Kuper o kadar çalışmadan sonra açıkladığı bu rakamın başına şart eklemiş. O, “bir yer”e ulaşırsanız o zaman takımınız %80 etkinlikle oynayacaktır.

Ulusal Takımımızın gruptaki rakibi Almanya 103 yılda 10. teknik direktöründeyken, biz 88. yılımızda 57. teknik direktörümüzden bizi Almanya’nın bulunduğu o yere “hemen!” getirmesini bekliyoruz.
Ve bu yüzden hayal kırıklıkları canımıza batıyor.
Önce teknik direktörün etkisini %20’ye düşürecek kadar teknik direktöre sabredebilmek gerektiğini anlayamadık / anlamıyoruz.

Trabzonspor’un kadrosu Şampiyonlar Ligi için kısıtlı. Bu nedenle Şenol Güneş 4 maçın ilk 11’ini sadece 13 farklı oyuncudan kurdu. O tempoyu / oyunu / havayı kaldırabilecek 14. oyuncu yok.

İddiasını son maça taşıyan Trabzonspor bu işte.



Şenol Güneş yakınmakla vakit harcamak yerine, saha içinde sürekli pozisyon ve sistem değiştiren bir takım yaratmaya çalışıyor. Bekler öne çıkıyor, Zokora geriye gelip savunmayı 3’lüyor, Colman bazen savunma önünde oyun kuruyor bazen hücumu 4’lüyor. Halil ve Alanzinho / Adrian yer değiştirirken, Burak Yılmaz’ın ne yapacağını kestiremiyoruz. Burak şut atıyor, dribling yapıyor, pas veriyor, top çalıyor...


Trabzonspor sürekli bir devinim halinde, durmadan akıyor. Rakip sahaya sızıyorlar, hücum olgunlaşıyor, önleri tıkanırsa başka formatla yeniden saldırıyorlar.

Bir başına Gustavo Colman 106 kez topla buluşup 93 pas yaparken, Inter’in 2 merkez oyuncusu Stankovic ve Cambiasso toplam 118 kez topla buluşup 80 pas yapabilmişler. Colman ve Alanzinho’nun ceza sahasına diklemesi oynadığı ve forvet oyuncularıyla buluşturduğu pas sayısı tüm Inter takımının forvetlerine atabildiği pas sayısıyla eşit!

Zanetti gibi bir markanın maçı orta yapmadan tamamlaması, karşısındaki Cech’in ise rakip sahada en az kendi yarı alanındaki kadar zaman geçirmesi, Trabzonspor’un sadece merkezden ve pas bazlı bir futbol değil, aynı zamanda kanatlara, alan savunmasına da maç içinde dönebileceğini anlatıyor bize.

Grubun en zor maçına çıkacak Trabzonspor. Karşısındaki takım, Lille; grubun en fazla topa sahip olan, en fazla isabetli pas yapan, en fazla hava topu mücadelesi kazanan ve en fazla şut atan takımı.

İçinizde korku var mı?

Yok.

Umudumuz ise Güneş kadar.

%20’den çok çok fazla.

Yakup Sabri İnankur

21 Kasım 2011 Pazartesi

İster Anlarlar, İster Anlamazlar


4 büyüklerin toplam banka borcu 1.5 milyar TL. Bu sezon ligimize 64 yabancı oyuncu transfer oldu ve kulüplerin kasasından 134 milyon TL para çıktı. Yabancı oyuncu satışlarından ise toplamda 94 milyon TL gelir edildi. Aradaki zarar 40 milyon TL. Şampiyon olan 5 takımın toplam transfer harcaması 221 milyon TL. Tazminatlar ya da çocuk rızkları borçları dahil değil bu rakamlara.

Bu sezon altyapısından çıktığı takımın ilk 11’inde forma giyebilme başarısını gösteren oyuncu sayısı sadece 17. Özevlatlarımız ligimizdeki 18 takımı doldurmuyor bile.

Avrupa’da sadece 2 takımımız var ve Ulusal Takımımız kendi evinde 3 gol yiyerek Avrupa Şampiyonası gidemedi.

İmdi...

Yukarıdaki gudubet tablosunun kravatlı ressamları maçları en güzel yerlerden izleme hakkına sahipken, tribünlerin gerçek rengi taraftarın, baştan sorun, kafadan holigan ilan edilerek cezalandırılması; futbol sevgimizin üzerindeki (artık) kurumuş yığına yeni bir tüy dekoresi oldu. Düşününce, düşüncelerinde bizlere nanik yapıp  “Dekoder al, kombine al, sistemimizin devam ve bekasındaki rolünü oyna da, maçı ister izle ister izleme, maça ister gel ister gelme...” dediklerini düşünüyorum.

Sezon başından bu yana, en isabetli pas yüzdesini Hilbert’in, en çok top çalmayı İsmail Köybaşı’nın yapmış olduğu görmek (ve yazmak) rutin işlerimizden oldu. Ligin en isabetli (%81) pas oranına sahip stoperi Egemen Korkmaz ile en çok top çalma ortalamasına sahip stoperinin Sivok olmasından pek bahsetmedik ama. Beşiktaş savunması pas ve top çalma görev dağılımını kendi içinde müthiş bir uyumla yakaladı ve savunma; Beşiktaş’ın en “takım” yeri bu bağlamda. Bu uyuma Ernst-Aurelio-Kavlak 3’lüsünün dinamizmini kattığımızda, kaleci Cenk ile beraber Beşiktaş’ın gerisi iyi bir ritm tutturdu. Ancak tek sorun, yeteneği gol melodileri yazmak ileri 3’lünün bu ritmi duyamayacak kadar orkestradan ve birbirlerinden uzak olması. Bu nedenle çoğu zaman ezgi ile ritm uyuşmuyor, ileri 3’lü kendi çalıyor kendi oynuyor.

Fatih Terim’in “geleneksel” Melo-Selçuk-Engin 3’lüsüne bir de Ayhan’ı ekleyerek başlamasındaki ana tema da bu ritmi bozmaktı. Plan; alanı daraltmak, aradaki mesafeyi olabildiğince Galatasaraylı ile doldurup Beşiktaş savunmasının üzerinde baskı kurmaktı. İlk 20 dakika seri ve kısa paslarla bunu iyi başardılar. Ancak gerek Ayhan Akman’ın aksaması, gerekse Engin Baytar’ın tecrübesizliği, üzerine Felipe Melo’nun sarısı, Beşiktaş orta 3’lüsünün mızrak başı gibi daralan bir üçgen yapı oluşturmasını sağladı. Önce Galatasaray’ın (baklava dilimi) orta sahası dağıldı sonra oyun Beşiktaş’ın en etkili (ve oynamayı istediği) yere, kanatlara yayıldı. Galatasaray, orta sahayı kaptırınca Q7 ve Simao daha çok içeri katetmeye başladılar. Quaresma ile Simao’nun arasındaki mesafe 30 metreden 10 metreye düştüğünde verkaçlar, seri kısa paslar ve haliyle gol pozisyonları artıyor. Direkler işin cilvesi...

Son yarım saat Galatasaray oyundan düşmeye başlamışken; oyuna girdikten sonra 3 dakika içinde 2 top çalma ve 1 ara pasıyla oynayan Necip Uysal, Carvalhal’in tetiğiydi. Maçın dönüm noktası da Necip’in ceza sahasında yattığı an oldu. 2 takımın da orta sahaları boşalınca, yorgunlukla beraber son 20 dakikadaki kör dövüşü kaçınılmaz hale geldi. Sabri’ye ve Necip’e geçmişler olsun...

*******

Yanında seni ısıtacak biri varsa üşümek güzeldir. Yuvarlak bir dünyada yuvarlak bir topun etrafında hala dik durabilmeyi başarabilenlerin olduğunu gördük 65. dakikada. Eminim futbolu taraftardan ayırmak isteyen takım elbiseler de gördü bunu, çürük bina yapan müteahhit de gördü, imara izin verenler de gördü, enkazdan çıkanın soğuktan donarak ölmesine dolaylı yoldan sebebiyet verenler de gördü.

Belki de içlerinden “ister soyunun ister soyunmayın” demişlerdir.

Olsun.

İçinde insan olmayan bu kadar elbise caka satarken, çıplak da olsa kral; kraldır.

Taraftarın anlatmak istediği de budur.

Yakup Sabri İNANKUR 

16 Kasım 2011 Çarşamba

Hipnotize Hamsterlar



5 gün öncesine kadar Guus Hiddink ile Slaven Biliç’in buluştuğu ortak payda, ikisinin de 10 Türkiye maçı izlemiş olmasıydı. Ayrıldıkları tek nokta, yalnızca birinin Türk Ulusal Takımı üzerinde ciddi bir analiz & çalışma yapmasıydı. Diğeri ise harika tespitlerle çıkmıştı maça. Duygusal olduğumuzu, Hırvatların daha iyi oyunculardan oluştuğunu anlattı bize Hiddink.

Can alıcı tespitlerden sonra işin taktik ve teknik kısmına geçmek ikinci maça kalmıştı belli ki.

Oyun her durduğunda lafa “5. dakikada direkten dönen top içeri girse...” diye başlamayan yoktu eminim. Düşüncelerde o topu gol yapıp, derin hayal sularında boğulurken, asıl düşünmemiz gerekeni unutuyoruz. O da direkten dönen hayallerimizin suçlusunun saha dışında olduğu.

Eleme maçları boyunca tüm gruplar baz alındığında en fazla dribling yapan oyuncu Mesut Özil olmuş. Şu saatlerde bilmem kaç sayılı seferle Madrid’e Arda Turan ile beraber uçan Mesut Özil, acaba yazın O’nu televizyondan izleyecek Arda’nın kendisinden 5 kat daha fazla prim kazandığını biliyor mudur?

Selçuk İnan’ın %82 isabetli pas ile Modriç’ten bile daha iyi bir pasör olması ve bunu Modriç’in 2 katından fazla (91 pas) atarak tamamlaması, İsmail Köybaşı’nın sahanın en fazla top çalan (6) adamı olması, Ömer Erdoğan’ın bire-bir mücadelelerdeki yüksek ayakta kalma yüzdesinden bahsedebiliriz. Uzun uzun tartışabilir, keyfili bir futbol sohbetine koyulabiliriz. Bir sonraki Ulusal Takım’da Volkan’ı, Hakan Balta’yı, Emre’yi, Umut Bulut’u gördüğümüzde, çenemizi boşa harcamış oluruz. Tabii bu durum Ulusal Takım’ın yıllarını boşa harcamasından daha vahim değil.

Yeni hoca gelecek. Hoşgelsin, sefalar getirsin. Takımın üzerine ördükleri ağın ortasında tembel tembel yeni kurban bekleyen örümcekleri temizlemeden gelmesin ama. Onun da kanını emeceklerdir. Aynı zihniyetin, aynı isimlerin ve aynı seçimlerin harabeye döndürdüğü futbolumuzu yeni hoca mı kurtaracak?

Herşey aynı kalırken, kurtuluşu genç bir teknik direktörde aramak; yıkılma tehlikesi olan bir binanın dış cephesini boyayıp, “güvenli” olduğunu açıklamakla eşdeğer. En fazla bir sonraki hafif sarsıntıya kadar güvenli olduğunu en acı şekilde gören bir ülkede yaşamıyor muyuz?

En acısı (ve sinir bozucu olanı) bütün bunları bilmemiz. Lakin bilmek doğruları getirmiyor maalesef. Doğrulara ulaşmak için değişmek ve hareket etmek gerekiyor, iş yapmak gerekiyor. Bu ise doğru insanlarla doğru işler yapmayı gerektiriyor.

Yıllardır aynı kafanın dar çemberinde koşan minik hamsterlar gibi başarıya ulaşacağımız umuduyla aynı dizileri izliyoruz. Ara sıra (6 yılda bir) destansı bir film oluyoruz ama gerisin geriye bol reklamlı, çokça şaşaalı, kötü oyunculukla dolu, aynı arabesk konulu saçma bir dizi oluyoruz, yine, yeniden...

Bundan daha kötüsü seviyoruz aynı dizileri izlemeyi.

Sayın spiker, Mahsun Kırmızıgül ve zinhar izlemeyeceğim dizisiyle bizleri hipnotize etmeye çalışırken, ben Türkiye yoksun bir turnuvada Almanya’yı desteklemeyi düşünüyordum, mahsun gözlerle.

Yakup Sabri İNANKUR

12 Kasım 2011 Cumartesi

Sinekli Bakkal


Bugün; öfke, korku, gerilim, şiddet ve küfür öğeleri içeren bir çok yazı okuyacaksınız. Hatta okudunuz.

Küçük ama mide bulandıran bu fıkrayı da bünyeniz kaldırabilir.

Karasinek ailesi, taptaze bir inek dışkısının üstünde toplanmışlar. Büyük oğlan yüzünü buruşturmuş “Midem çok fena şişti”, demiş; “yellenmezsem gebereceğim”

Baba sinek; “Sakın ha, aklını mı kaçırdın sen” diye terslemiş; “Ben size böyle mi terbiye verdim! Sofrada asla böyle bir şey yapılmaz”

Dünkü 1.5 saatlik hezimeti, 1.5 saat içine sıkıştırmaya çalışan küçük zihniyet yeterince midemi bulandırsa da bugüne özel bir sinir harbini kusmayacağım satırlara.

Küçük beyinler Sabri’yi, orta beyinler Hiddink’i büyük beyinler yönetimi / sistemi tartışacaktır bugün. Çünkü düşünce yapısı değişmeden Hiddink’in, Sabri’nn değişmesinin hiçbir değişikliğe neden olmayacağının farkındadır büyükler.

Ulusal takımın sorunu; Volkan’ın, Emre’nin, Hakan’ın, Sabri’nin sahada, Gökhan Zan’ın kal-û belâdan beri kadroda, Çağlar’ın, Servet’in, Selçuk Şahin’in oynamasa da hep planlarda olması değil.

Sorun; Alper Potuk’un, Mehmet Topuz’un, Hasan Ali Kaldırım’ın, Serdar Aziz’in, Necip Uysal’ın, İsmail Köybaşı’nın, Caner Erkin’in, Ömer Toprak’ın, hatta Semih Kaya’nın olmamasında.

Sorun önce forma renklerinin, ardından kişisel problemlerin Ulusal Takım’ın damarına enjekte edilen pis mikroplarında. Adalet sisteminin çökertilmesinde. Hoca, oyuncu kim değişirse değişsin hala bu takımın ana organı gibi kabul gören tümörlerinde.

Vücudu adalet susuzluğu çeken hangi kurum, devlet, federasyon, camia, sistem yaşamış ki? Böyle bir örnek tarihte yok ki gelecekte olsun.

Tam 23 sene evvel genç bir teknik adam Mustafa Denizli; “Onlar bize 3 atıyorsa biz de burada onlara 5 atarız” demişti. Neuchatel’i şamaroğlanına çevirip göndermiştik, inançlı bir kalabalığın önünde.

Var mı böyle bir inanç içimizde?
Futbolumuz 23 yıl öncekinden daha iyi değil mi? Bilmem kaç yüz bin milyon dolarlık sponsorlar, yayın gelirleri, stad gelirleri, Avrupa’nın 6. Ligi, dünyanın 16. büyük ekonomisi…

Neden inanmıyoruz?

Görüyoruz bu adaletsiz yapıyı inanmıyoruz. Önce inanamıyorduk, şimdi alıştık (alıştırdılar) inanmıyoruz. Temizleneceğine de inanmıyoruz.

Bize dekoder al diyorlar, forma al diyorlar, kombine al diyorlar, bilmem ne derneğine üye ol diyorlar, maça gel diyorlar, harca diyorlar, harca harca harca! Kalbimizin en orta yerine futbol sevgimizin tam üzerine kurmuşlar sofrayı, biz harcadıkça daha çok yiyorlar, daha çok yedikçe sofraları daha çok genişliyor.

Taraftar müşteri, futbol camiası sinekli bakkal, kötü bir fıkra gibiyiz…

Yine de ben hala seviyorum futbolu. İşte tam da dünkü hezimet yüzünden seviyorum. Çünkü futbol olabildiğince dürüsttür. Torpil donuna kadar işlemiş bir yapıya "Süper" diye isim koy, ihaleyi şişir "marka değeri" de, şikeyi yap "büyüklüğe" sığın. Nereye kadar? Edirne'ye kadar. O kadar!..


Yakup Sabri İNANKUR

7 Kasım 2011 Pazartesi

Ayağın Sana Kalsın, Bana Elini Ver


13 gün içinde; 2 Dinamo Kiev, 1 derbi, 1 de naçizane Sivasspor maçına çıkan bir takımın, Ankara’da son yarım saat oyundan düşmesi, Sir Isaac Newton’ın kafasına elma düşmesi kadar bilimsel bir nedenin sonucu. Gençlerbirliği Teknik Direktörü Fuat Çapa da bunun farkındaydı ki, oyun planını buna göre hazırlamış. Oyuncu değişikliklerini; 2-0 geride olduğu devre arasında değil, 60. dakikada skor 2-2 iken yapması bunun futbolca açıklaması.

Önce, o dakikaya kadar maçın en çok koşan ve bir o kadar da Beşiktaş orta sahasını koşturan Oktay’ı çıkarıp, pas yüzdesi yüksek Özgür’ü oyuna aldı (Özgür hocasını yanıltmayıp maçı %72 isabetli pas ile tamamladı). Bundan 10 dakika sonra yine tempolu oyunun vazgeçilmez oyuncularından Randall çıkarken başka bir pasör Erdal oyuna giriyordu. Son 20 dakika oyunun kontrolünü ele geçiren Gençlerbirliği, Egemen-Cenk anlaşmazlığı olmasa da maçı kazanacak verilere sahipti.      

Beşiktaş’ın (görülmeyen ya da görülse de hakettiği takdiri göremeyen) en etkili ve verimli oyuncuları Roberto Hilbert ve İsmail Köybaşı’nın 2.8 günde bir maç yapmanın üzerine ligin en hareketli oyuncuları Hurşut Meriç ve Yasin Öztekin ile mücadele etmeleri, onların da standart katkılarını rendeledi.

Tamam, Hilbert yine Beşiktaş’ın en isabetli pas yüzdesine sahip, en çok top çalan ve en çok hücum koşusu yapan oyuncusu. Ancak sadece Hilbert’le, İsmail’le, Ernst’le ya da stoperlerle takım savunması olmuyor. O sadece savunma oluyor ve bu da 45 dakikada 4 gole engel olamıyor.

10 dakikaya bir gol yememek için takım savunması, takım savunması için takım, takım olmak için zamana ihtiyaç var.

Beşiktaş; asli teknik direktörünün başında (maalesef) olmadığı ve emaneten devralan teknik direktörün de kendi kafasındaki oyunu değil, (transferler Havutçu’nun kendi sistemine göre yapıldığı için) mecburen, asli teknik direktörün kafasındaki oyunu oynatmak zorunda olduğu  bir takım.

Galbiyetler Beşiktaş için ne kadar olağansa, mağlubiyetler (2-0 öne geçtikleri maçlarda da dahil) bu yeni takım (olmaya çalışan takım) için o kadar normal.

Zaman, yorgunluk, deplasman, hava şartları, kötü hakem kararları, teknik direktör yanlışları, oyuncu formsuzluğu gibi her konu mağlubiyete mazeret teşkil eder. Ama doğru, ama yanlış, ama geçersiz…

Mazeretler ayna üzerindeki buğudur. Elinizle temizlemedikçe ne kadar kral olduğunuzu tüm çıplaklığıyla göremezsiniz.

Hatırlıyorum da Recep Çetin ters bir vuruşla topu Beşiktaş ağlarına gönderdiğinde, Kaptan Rıza Çalımbay koşarak gelmiş ve Recep’i elinden tutup kaldırmıştı. O zaman öğrenmiştim / anlamıştım, futbol ayakla oynanan ama muhakkak el ele tutuşmayı gerektiren bir savaş halidir. 

Kaptanlık bir pazubanttan fazlasıdır. Maçın kaderinin diz çöktürdüğü arkadaşına el verip, onun o yükü omuzlamasına yardımcı olmaktır. Birlikte olmaktır. Futbolculuk kalitesinden ayrı bir düşünce yapısı gerektirir.

Recep’in kendi kalesine attığı o maçı ve sonucu hatırlamıyorum. O sahne ise aklımda taptaze. Unutamıyorum.

Son yıllarda ise Beşiktaş’ta böyle bir sahne hatırlamıyorum. Ya ben yaşlanıyorum, ya Beşiktaş değişiyor…

Yakup Sabri İNANKUR

4 Kasım 2011 Cuma

Kimlik: Beşiktaş


O pozisyonda 15 milyon Beşiktaşlı –ve bir o kadar milyon o günün Beşiktaşlıları- kale çizgisine kalplerini fırlattılar. Topun canı vardır isterse girer. İstemedi top. 14 gün önce Kiev’deki top kadar sadist değildi. O kadar kalbi kıramadı.

İtiraf edelim, maçın sonu bu haliyle galibiyete daha da bir keyif kattı.

Aslında maça daha derli toplu başlayan Dinamo Kiev oldu. Fenerbahçe derbisine iyi çalıştıkları bariz. Kanat beklere önde ve yakın basarak, onların Simao / Quaresma ile olan bağlantısını koparmayı ve (zaten kopuk olan) Beşiktaş ilerisi ile gerisi arasındaki mesafeyi açıp, orta sahayı maviye boyamaya çabalıyorlardı. Kısmen başarılı oldular. Danilo ve Betao hem çaldıkları toplar hem de başlattıkları hücumlarla Beşiktaş kalesini Milevskiy’nin insafına bıraktılar, 2 kez...

Planları ne kadar doğru olsa da Hilbert’in yüksek pas yüzdesi ( %80 ki maçın en çok isabetli pas atan adamı oldu), İsmail’in yine Beşiktaş’ın en çok top çalan adamı olması, Kiev’in kanatlara yaptığı bu baskının beklediği kadar etkin olmamasına neden oldu. Bütün bunların üzerine Quaresma ve Simao’nun, bu sezonki en fazla koştukları maçın bu olması rakibi tamamen durdurdu.

Bill Shankly'nin söylediği gibi futbol sanatı tıpkı piyano sanatı gibidir: 8 kişi piyanoyu taşır ancak sadece 3 kişi çalar. Tabii taraftara da şarkılar söyleten çalanlardır haliyle. Ancak bu, genel geçer hal için olağandır. Beşiktaş karakteri Ernst’tir, Hilbert’tir, Fink’tir, Karhan’dır, Yankov’dur, Kuntz’dur, Madida’dır, Mrkela’dır. Beşiktaşlı piyanoyu taşıyanlara gönderir ezgilerini. Bunların yanında Fikret gibi, Metin gibi, Amokachi gibi, Sergen gibi piyanonun ucundan, sonuna kadar tutan virtüözler de bu karakterin, yakışıklı yüzüdür.

Quaresma’nın dünkü oyununu her maç olmasa da genele yayması şart! O, Beşiktaş karakterine uymak zorunda, Beşiktaş o karaktere uymaya çalışmakla dolu 8 sene kaybetti çünkü. Kaybettiği de sadece zaman değildi bu zaman zarfında.

Egemen Korkmaz, bahsettiğimiz bu karakterin en fiyakalı ceketlerinden birini giydi. Üzerinde Recep Çetin rozeti var. Biyolojik doğum tarihini, artık Beşiktaşlı Egemen’in manevi doğum tarihi olarak da kabul edebiliriz. Kutlu olsun!

Sevgili PFDK, Van’a Borçlusun!

Kurallar, bir “şeyi” önlemek adına konurlar. Bazen tavır, hal ve olaylar o kurala karşı gibi gözükse de, önlenmek istenen “şey”in, önlemek istediği “şey” değildir özünde. Beşiktaşlı’nın sahaya attığı atkı maçı dondurmak amaçlı değil, bin kilometre ötedeki kardeşini ısıtma amaçlıydı. Bu nedenle PFDK “kural içinde” kalıp, içimizi soğutarak aldığı 95.000 lirayı depremzedelere bağışlansın da, bin kilometre ötedeki kardeşlerimizin içi biraz daha ısınsın. 

Yakup Sabri İNANKUR
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...