22 Kasım 2012 Perşembe

Abramovich’in Sindirim Sistemi

Zenginlik insanın uyanma saatini kendisinin belirlemesidir. Bu sabah uyandığımda yazdım bunu. Bir kaç bir şey atıştır, giyin, tak mp3 oynatıcıyı, servise koştur. Köpek dışkılarına, dev balgamlara basmadan durağa varmak ekstra bonus puanı. Milyonlarca gönlü zenginle oynadığımız günlük oyun. Kazanan yok. Kazandığını sanan çok.

Kulaklıktaki sesler taaa Londra’dan geliyordu, BBC Radyo Di Matteo’nun kovulduğunu söylüyordu. Olay gece yarısı olmuştu ve ben yeni duymuştum. Erken yatmak zorundaydım çünkü zamanımı ben proglamlamıyordum. Oysa insanların uyuma saatlerini belirleyen başka insanlar var ve yeni oyun alanları futbol. Gerçek hayatla FM oynayan Rus milyardeler, Arap şeyhleri futbolun ruhundan iştahla ısırıklar almaya devam ediyor. O ruha en yakın kesim, taraftar, acı içinde kıvranıyor. Üzüldüm Chelsea taraftarı adına. Beşiktaşlıyım ne de olsa. 8.5 yılda 9 hoca! Empati köprüsü 3947 kilometreyi rahatça aşabiliyor böylece. Bir Chelseali “yeter”inde kendini görebiliyorsun.

Chelseali’nin hayatından kimler geldi kimler geçti…

2003’te Abramovich çuval dolusu parayı yığdığında, Mutu, Veron, Crespo ile başlayan çılgınlık 500 milyon avroluk bir maliyetten başka bir şey getirmedi kulübe. Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Stamford Bridge’de Moncao’ya 2-0’dan 2-2 maçı verip elenince, bavulu eline aldı tecrübeli hoca.

Kolay olan Porto’da kalmaktı. Güzel mavi bir koltuk, şampiyonlar ligi kupası ve tanrı… sonra da ben

Zoru seçti 3 yıl 255 gün tahtta kaldı. Special One günleri Chelsea tarihinin kuşkusuz en iyi günleriydi. Huşu içinde yad ediyor Mavililer. 6 kupadan sonra Mourinho; “Ona dedim ki; Bak Roman, bizi iyi arkadaşız, burada kalırsam arkadaşlığımız bitecek.”

Ayrılmalarına ragmen arkadaş kalabilmeleri takdire şayan. Bu henüz benim beceremediğim bir şey.

247 günde 1 boynu bükük Şampiyonlar Ligi finali. Yetmedi.

Nam-ı diğer Felipaô. CV’sinde dünya kupası vardı. Şaşaalı geldi, kupasız gitti. 

Bir aceleyle FA Cup’ı kazandı. Iniesta’nın hokuspokusu olmasa belki Şampiyonlar Ligi’ni de kazanacaktı. Heyhat kısmette yoktu sevinmek, neye yarardı üzülmek. Hayat devam etmeliydi, İstanbul’da şişkin ücretli bir tatil moralini düzeltecekti.

Mourinho’dan sonra Mavilerin en favori hocası. 2 kupalı (Lig ve FA Cup) ve gol rekorlu 2010 sezonu. Ardından kovulduğu 2011 sezonu. Paris’te FM oynayan başka bir başkanın yanında şimdi.

En hayal kırıklığına uğratan hoca olduğu konusunda hem fikiriz. Beklenildiği üzere Special Two olamadı. Henüz erkendi belki de. Kan uyuşmazlığı çok açıktı ve Chelsea bünyesi 256 gün onu sonra reddetti. 

Gelişinde çatılan kaşları, giderken yukarı kaldıran adamlardan biriydi. FA Cup ve Abramovich’in rüyası Şampiyonlar Ligi’ni hediye etti kulübe. Hem de Münih’te Bayern’i alt ederek. Sezona da iyi başladı. Üç genç silahşör Mata-Oscar-Hazard ve bir D’artagnan Torres ile çok zarif bir futbol oynuyorladı. Bu yazıyı O’nun gidişinin hüznü / siniriyle yazdığımı anlıyorum şimdi. Bilinçaltımın Abramovich’e küfretme tarzı, tabii gıyabında endüstriyel (=kişiliksiz) futbola da…

Chelsealilerin ardarda yayına bağlanarak bu işi benden daha cesurca yaptıklarını söyleyebilirim. En bayıldığım yorum şu oldu:

Chelsea Gördüğüm en hızlı sindirim sistemine sahip” 

Sabah 6-7 arası sindirim sisteminin en kuvvetli olduğu zamanmış. O saatte yapılan sıkı bir kahvaltı kadar faydalısı yokmuş. Sabah erken kalkmak kötü değildir esasen. Sizin yediğiniz haltları başkaları sindirmek zorundaysa hele hiç kötü değildir.
 
Yakup Sabri İNANKUR

24 Ekim 2012 Çarşamba

Tıpkı 80’lerdeki Gibi

Futbolumuz hakikaten 80’ler dönemine döndü. Geriledi. Futbol aşığı Türkiye ulusal takım bazında da, kulüpler bazında da batıda boynu bükük. Avrupa’nın çok da matah olmayan takımları sırf sistemli oluşları ve temel futbol bilgi / kültür / mental yapısına sahip oldukları için bizi tuş ediyorlar. Mücadele, şanssızlık, hakem yeniden futbol sözlüğümüzün ilk 3 sayfasını kapladı.Tıpkı 80’lerdeki gibi. Kaybediyoruz ve küçülüyoruz.

Yenilir ama ezilmediğimiz o dönemlerde, hava biraz bozdu mu, yağmur hafif çiseledi mi, orta saha bataklık, kale önleri ise penaltı noktası en geniş yeri olmak üzere yuvarlak bir balçık havuzuna dönerdi. Karambollerde bacaklar, kafalar, çamurlar havada uçuşurdu. Teknik-taktik hak getire. 

Tanıdığım en güzel Süleyman olan Seba’nın “Öyle bir takım kurmalıyız ki rakibi de hakemi de sahayı da yenecek” diyerek, sahayı da aşılması gereken engeller listesine eklemesi, diğer ikisi kadar çetin sayması tevekkeli değildi.

Biz bile eski maçlara dalarken garipsiyoruz o sahaları, “imkânsızlıkları”, eminim genç kardeşlerimize garip ve (muhtemelen) komik geliyordur.

Bugün 2012 yılında aynı manzarayı görmemizden daha garip ve komik olamaz yine de. Üstelik de teknoloji harikası bir statta. Yazın Avrupa Şampiyonası’nda Ukrayna-Fransa maçını hatırlıyoruz. Göğün kapıları açılmıştı. Yarım saat süren yağmur kesildikten 15 dakika sonra sahada akan tek şey Ribery’nin sprintleriydi. Yer tüm suyu yutmuştu. 1 Donbass Arena’nın da 4 TTArena yapacak para ve emek yuttuğunun farkındayım. Çevre düzeni, ulaşım, tasarım ve mühendislik “lüksleri” haricinde temel “lüksleri” için bir referans noktası görebilirim yine de. Tabii bunun ekonomik getiri-götürülerini de.

Tumturaklı bir drenaj sisteminin değeri 250.000 avro, şampiyonlar liginde 3 puanın değeri 1.000.000 avro, sakatlanan oyuncuların değeri 5 milyon avro. Tamam, böyle bir yağmur, böyle bir maça belki 3 belki 5 yılda bir denk gelir ancak kaçınılan maliyet, yılların birikiminden daha fazlasına mâl oluyor işte. 

Maçı Fatih Terim özetlemiş zaten; “Sudan kafamızı çıkaramadık ki, ne futbolu?” 

Yağmur coştu, gol yanlış kaleye atıldı, penaltı kaçtı, ara pasları ya çamura takıldı, ya sudan kaydı, golcüler ağları yandan sarstı…

Bazen olmaz. Sadece olmaz. Açıklaması, tanımlaması, kıstasları yoktur. Öyledir. Evrenin tüm hep yekleri bir futbol sahasına düşer. Ayakları düğümler, kafaları öne eğer. Sonuç eşittir “ve” adil değildir.

Tıpkı 80’lerdeki gibi.

Yakup Sabri İNANKUR

17 Ekim 2012 Çarşamba

Sergen Yalçın Kimdir?

O’nun ne zaman oynayacağını, yani döktüreceğini bilirdim. Hiç bir zaman gözü parada ya da kariyerde değildi. Tutunacağı bir heyecan arıyordu. O yüzden bilirdim işte ne zaman oynayacağını. Önemli bir Avrupa maçıysa, yüzüm gülerdi. Onu sahada soğuk ve umursamaz bir tavırla görürsem anlardım ki resital gelecek. 100. Yılda gerekirse tek başına Beşiktaş’ı şampiyon yapacağına emindim, “öyle” bir final yapacağına da… Tarihsel dönemler, anıtsal maçlardı O’nun “kafasını futbola verdiren, canını isteten” Sıradan motivasyonlar / hedefler / takımlar, sıradanlar içindi O’na gore. O kutsal anların peşindeydi.

Reha Erus, bir İtalyan gazeteci arkadaşıyla Beşiktaş maçında denk gelmiş ve “işte bizim Baggio” diye övmüş. Adam nezaketen gülümsemiş, dudak bükmüş. Önce 27 metreden hafif sağ çaprazdan bir frikiği filelere takınca inanmış bizimkinin Baggioluğuna. 5 dakika sonra 5 metre geriden ve daha sağdan bir frikik daha gönderince 90’a İtalyan ayağa fırlamış “Baggio bile aynı yerden 2 kez atamaz!” diye. Aynı yerden değildi zaten ikincisi daha zordu! Hiç unutmam o maçı. Liderlik getiren bir Gaziantepspor maçıydı. Sergen örümcek ağlarını iyice temizleyip galibiyeti perçinlemişti. Maçın sonuna doğru taç atmaya gitti. Çizgide topu kafasına koyuyor, top kafasının yanından omzuna oradan da eline düşüyordu. O, elindeki topu tekrar alıp kafasına koyuyor ve top tekrar düşüyordu. Bu “zaman geçirmeye” hakem sarı kartı gösterdi tabii. Ve bu ikinci sarı karttı. İtalyan haklıydı Baggio değildi O, O Sergen’di…

Altyapı ordinaryüsü Serpil Hamdi Tüzün Hoca iyi bir futbolcunun 2-3 hamle sonrasını hesap edebildiğini, 5-6 hamle sonrasını düşünerek oynayan oyuncunun (o dönem için) Zidane olduğunu, Sergen’in 7-8 hamle sonrasını öngörebildiği anlatıyordu. Sergen ise kendini eleştiren Beşiktaş yöneticisi 60 yaşındaki Uğur Ekşioğlu’na “Formayı ona vereyim, o çıksın sahaya” dediği için Süleyman Seba’nın olduğu yerde barınmasını imkânsız kılıyordu. Zidane değildi O, O Sergen’di…

O, Giggs’in deparını milimetrik bir pasla taçlandırmalıydı, Bergkamp’ın ayak içi servislerini kutsamalı, Suker’in çapraz koşularına sanat katmalıydı. Baggio ile yanyana oynar mıydı tartışması yaptırmalıydı İtalyan basınına. Ronaldo Compostela’ya attığı tarihi golden sonra Sergen ile kucaklaşmalıydı. Yapmadı. İstemedi. Televole’de “ben adam olmaaam” diye şarkı söyledi. Rivaldo değildi, Scholes değildi, Mijatoviç değildi O, O Sergen’di. Hevesimizi kursağımızda bıraktı, ağzımıza bir parmak bal çaldı ve gitti.

Sergen Yalçın kimdir? Çok uzun cümlelere gerek yok aslında 2 kısa video yeter. Muhteşem!

Efsane Almanya performansı


Almanya maçı sonrası

4 Ekim 2012 Perşembe

Del Pieromania - 2012 Avustralya


"Oğluma söz verdim ‘Bak Tobias, Avustralya’ya 1 sene için gidiyoruz, orada sadece kangurular için özel bir hayvanat bahçesi var. Onları görmek ister misin?’ Gülümsedi ve tamam dedi. Transferin bittiği an o andı."
 
Alessandro Del Piero yeni kulübü Sydney FC ile ilk maçında bu Pazar Wellington Phoenix’in karşısına çıkacak. Rakip Phoenix'in Genel Menajeri David Dome normalin 10 katı bilet satıldığını belirterek Del Piero’yu kocaman bir hoşgeldin partisinin beklediğini söyledi.
 
Benim bildiğim Del Piero sezonu gol kralı olarak tamamlar. Geldiği gibi hoş gider, arkasında boşluk bırakır.

Yakup Sabri INANKUR

2 Ekim 2012 Salı

Bir Kaç Iyi Adam

Çiçeği kucağında teknik direktör Mircea Lucescu uçakta verdiği ilk röportajda Beşiktaş'ı 4-4-2 oynatacağını açıklamıştı. Yeni sezona dair ilk hazırlık maçı için Yunanistan’a giden 100. Yıl Kartal’ı 1 Agustos 2002’de Nikos Goumas Stadı’nda AEK önündeydi. Maç başladıktan 35 dakika sonra tabelada AEK:5 Beşiktaş:0 yazıyordu. Lucescu’nun hükmü ilk maçın ilk yarısını bile kaldıramamıştı. Savunma 4’lüsü Ali Eren-Zago-Ronaldo-Serdar arkalarına atılan her topa dönene / yetişene kadar Cordoba topları fileden çıkartıyordu. Önde ve seri paslarla oynamak isteyen takımların geri 4’ lüsü hızlı olmalıydı. Lucescu hemen Ahmet Yıldırım’ı geriye monte ederek merkez savunmacı sayısını 3’ledi. Yüksek pas isabeti olan Ahmet ve Zago takımın hücum başlangıcı olurken, Ronaldo emniyet subabı olarak arkayı toplamakla meşguldü. Böylece Beşiktaş 3-5-2 dizilen yavaş ama dikkatli hücum yapan, rakip sahaya komple yerleşen, ribaund toplayan ve rakibi boğan bir felsefeyle şampiyon oldu, UEFA Kupası’nda çeyrek final oynadı.
 
10 sene öncesini anmamın sebebi hem Beşiktaş'ın adam gibi top oynadığı son sezon olması, hem de taktiksel anlamda çıkarılacak önemli dersler bulunmasından mütevellit. Amaç önde / baskın oynamaksa ve 4’lü savunma ise idealiniz, bunu yavaş oyuncularla yapmanız mümkün değil. Her maç bol gol yeme olasılığı artar ve her zaman yediğinizden daha fazlasını atmanız mümkün olmayabilir. Hatta 4’lü savunma bazen tek yavaş oyuncuyu bile kaldıramayabiliyor. Geçen hafta Old Trafford’da dünyaca ünlü stoper Rio Ferdinand’ın dramına şahit olduk

 
Tozu dumana katan Bale, tozu yutan Ferdinand. Ferdinand’ın arkası boş zira o ‘alan’ komple kendisine tapulu. Beşiktaş geri dörtlüsünün bekleri Hilbert-Uğur standart, stoperleri Escude, Toraman (ve dahi Sivok ve Ersan) ağır oyuncular. Aatıf’ın 45 metrelik deparını topsuz koşuyla dahi kapatabilecek çevikliğe sahip değiller. Daha farklı bir diziliş denenemez mi? 3-5-2’li güzel günler yad edilse iyi olmaz mı? Samet Hoca da böyle bir arayış içerisinde sanırım. Son 25 dakika 4-4-2’ye dönme çabası olumlu. Bununla birlikte, ileride 2 uzuna bel bağlayan 1980 model Ingiliz oyunu; kenar çizgide hızlı, yetenekli, adam eksilten oyuncuyu şart koşar. Böyle bir oyuncu kadroda olmadığı (!) için Almeida sol forvete, Batuhan merkeze kaydı. Diziliş degişmedi ve Ibrahim Toraman-Hasan Türk’ün yüksek toplarından umulan medet ya taçta ya da Sivas kalecisi Borjan’ın parmaklarında eridi gitti. Aybaba da maçtan sonra ‘Kaliteli isimlerin hep iyi oynaması gerekiyor, onlar iyi oynamayınca işimiz zor’ itirafını yaptı zaten. ‘Kaliteli isim’ derken teknik kapasitesi yüksek bireysel yeteneklerden bahsediyordu. Beşiktaş takımında bu tarz oyuncu sayısı az. Nene’nin parmaklarımızın ucundan kayıp gitmesi kötü oldu. Bu yüzden kulübün elindeki bir kaç iyi adamı da dışlaması değil değerlendirmesi, hatalarıyla-sevaplarıyla kazanması mecburiyet. Devre arasında iyi adam popülasyonunu arttıran transferler Beşiktaş'ı yukarıda tutabilir. Diyor ki futbol filozofu Bill Shankly; ‘Futbol takımı piyano gibidir. 8 kişi onu taşır ve 3 kişi o lanet şeyi çalar’. Maalesef Manuel Fernandes’in yanına bir kaç sanatçı daha teşrif etmezse o lanet şeyden çıkan melodi çoğunlukla ‘Aldırma Kartal Aldırma’ olacak.
 
Yakup Sabri INANKUR

1 Ekim 2012 Pazartesi

Alex De Harcandı Bir Çırpıda


Gelmez dediler geldin, şimdi gittiğine inanamıyoruz. En siyah üzüntülerimi en beyaz saygılarımı sunuyorum sana Kaptan.


25 Eylül 2012 Salı

Heykeli Dikilecek Adamlar

Şu güzide ligimizde en saygı duyduğum teknik direktör Şenol Güneş. Her sezon öncesi takımı dağılır. Yeni takıma yeni bir ‘modern’ sistem bulur, adapte eder ve başarılı olur. Herşeye rağmen işini yapan, mızmızlanmak ve onu bunu suçlamak yerine kalitesine uygun yaşayanlar en yüksek saygıya (ve maaşa!) layıklar. 2010-2011 Trabzonspor’u Barselona esanslıydı. 34 lig maçının 27’sinde rakipten daha fazla topla oynamış, hücum yapmış ve seyir zevki en yüksek futbolu bize sunmuşlardı. O takımın pas bakanları  Jaja, Engin Baytar, Egemen Korkmaz, Ceyhun Gülselam ve başbakan Selcuk Inan kabineden ayrılınca 2011-2012 Trabzonspor’u InterMilan tarzını benimsedi. Asker disiplininde bir alan savunması, bıkkınlık veren bir sabır, bireysel sihirler, ve rakip savunmanın  konsantrasyon kaybına dayanan Bordo-Mavi umutlar Şampiyonlar Ligi’nde gruptan çıkmaya 1 direk kadar yaklaşmıştı. Bu sezon Şenol Güneş yüzünü yeniden Ispanya’ya çevirdi. Bu kez model Real Madrid. Kendi 30 metresinde iyi daralan, top çalma ve sprinter forvetlerinin önündeki boş alanlara hızlıca oynayarak 3-4 saniyede golü hedefleyen bir düşünce sistemi .  Çoğu yorumcuya gore Trabzonspor %40 topla oynama oranına sahipmiş. Ne gam… Her 1.5 dakikada Fenerbahce’nin 1 topunu çaldılar ve hücuma dönüştürmeleri 2 saniyeyi geçmedi. Bu bağlamda Xabi Alonso kılığındaki Sapara ile gayet etkili oluyorlar. Sapara’nın 11 kilometre ile Trabzonspor’un en çok koşan oyuncusu olmasının yanı sıra en isabetli pas oranına da sahip olması o görev icin ‘mükemmel’ olduğunu gösteriyor. Mesut Ozil görevindeki Alanzinho da çok sırıtmıyor aslında. Sorun Olcan-Halil bloğunda. Olcan kafasını kaldırsa da hala Trabzonspor’da oynar ancak -dün gece de dahil- daha fazla gol ve asiste sahip olur. Sapara’nın derin pasları daha onlarca kez önüne gelecek ve buna hazır olması lazım. Olcan’dan Di Maria, Halil’den Higuain olur mu? Şenol Güneş söz konusuyken olur. Avni Aker’in yanında O’nun bir heykelini görmek isterim doğrusu.
Dün gece belki ellinci kez daha gördük. Yayıncı kuruluş spikeri 'Fenerbahçe çoğalamıyor' dedi. Hayır! Fenerbahçe atak yaparken her zaman 4-5 oyuncu ceza sahası icinde ve civarındaydı. Gayet iyi çoğalıyorlardı. Ancak Sow da dahil hiçbiri Alex'in düşünce hızına yetişemiyor. Kaptan 3-4 pozisyon sonrasını hesaplarken diğerleri de bizim gibi O’nu izliyor. Diğerlerinin koşu ve sprintleri böylece anlamını yitiriyor. Alex 100 metreyi  12 saniyenin altında koşmuyor, fakat O'nun nöronlarının haberleşme hızına da diğerleri yetişemiyor. Kuyt bu yüzden önemli sari-lacivertliler için. Hücumun sadece mucadele gücünü degil IQ ortalamasını yükselterek diğerlerini daha verimli hale getiriyor.
Sergen Yalçın geçenlerde heykeli dikilen Alex’in Fenerbahçe tarihinde o kadar büyük anlamı olmadığını, heykeli dikilecek daha fazla oyuncu olduğunu belirtmişti. Ilk başta doğru geliyor. Ekonominin birinci kuralına aykırı yalnız; kıtlık-değer ilişkisi ve çağın şartları... Sergen futbola başladığında heykeli dikilesi adamlarda nüfus patlaması yaşanıyordu. Metin, Aykut, Rıdvan, Ugur, Hami, Müjdat, Rıza, Oğuz, Erhan, rahmetli Nejat Biyedic… Bugun elimizde Alex var. Sadece Alex. Fenerbahçe Avrupa’da en başarılı zamanlarını O’nun önderliğinde yasadi. Ligde ya şampiyonluk gördü, ya ikincilik. Nice derbi zaferleri bizzat O’nun kafasından ve o sihirli sol ayağından geldi. Tum çocuklar O olmak istedi ve kimler geldi geçti 1 Alex etmedi.
Futbol artık öyle bir noktaya geldi ki; 2-3 yıl toplamda 20-30 maç iyi(!) oynayanları başımıza altın taç ediyoruz. Böyle bir yoklukta hala skora isyan edebilen 35 yasında bir Alex de Souza’nin olması aslında hepimiz için bir şans. Umarım bir diğer heykeli dikilesi adam Aykut Kocaman futbolseveri ve Fenerbahçe’yi bu şanstan daha fazla mahrum bırakmaz.
 
Yakup Sabri INANKUR
  
 

19 Eylül 2012 Çarşamba

Real Futbol


Kelimelere bol keseden kifayet dağıtsak dün geceyi anlatacak şık bir kıyafet bulamazlardı kendilerine. Ne teşbihler, ne sıfatlar bu uğurda tepetaklak düşerlerdi paragraflardan.

Mourinho klasik ‘kesici-pas dağıtıcı-oyun kurucu’ üçgeninin iç açılarını değistirdi. 2 kesici 1 pas dağıtıcı ile City orta sahasını boğmayı amaçladığı açıktı. Amma ve lakin City ortasahası zaten boğulmak derdinde değildi. Barry’nin görevi oralarda boy göstermek ve partneri Toure’ye gizli forvet kontenjanında yer açmaktı. Toure'yi meşgul edecek Ozil, Modric sahada olmadığı için Fildişili at koşturdu Madrid illerinde. Ronaldo'yu kıskandıran driblinglerle hem de. Geride beklemek zorunda değildi zira. Buna Silva’nin ‘modern 10 numara’ futbolu da destek çıkınca 2-3 pasta Ispanyol kalesini görmeye başladı Ingiliz ekibi. Çok savunma yönlü oyuncu koymak, kaleyi sağlama almak demek değil. Rakibin hücum gücünü kırmak önemli olan. City’nin en etkili oyuncusu Toure. Onu geride beklemek deparlarıyla karşı karşıya gelmektir ki, öyle bir momentumu durdurmak için duvar örseniz kafi gelmez. Zaten Essien de Khedira da hücuma çıkmakta zorlanan oyuncular. Böylece Madrid’in gol umudu adaklara ve şutlara kaldi. Ozil ve Modric oyuna dahil olduktan sonra Real’in rakip kaleyi ablukaya alması elbette tesadüf değildi bu yüzden. Tam bu dakikalarda Di Maria’nın Cruijff-Baggio karışımı isyan deparları ve pasları başladı. Maçın kan dolaşımı hızlandı.
Defansif forvet kavramı bizim için olumsuzdur, Nobre sağolsun. Halbuki Tevez mükemmel bir defansif forvet örneği. Dzeko'yu boşa çıkaran O'nun presleri. Dzeko boşa çıkınca bir dünya markası Casillas bile terse yatabiliyor. Ancak futbol kısa yorgan gibi. Ayakları kapatsanız göğsünüz, göğsünüzü kapatsanız ayaklarınız açıkta kalıyor. Silva’nın oyundan çıkışı Marcelo’nun önünü açtı. 10 dakikada Mancini bu tehlikeyi sezip orayı Zabaleta ile tıkamaya çalıştı ancak nafile! Ispanyol sağ bek ısınana kadar maç bitti. Dahası Real’in açılış ve kapanış golü o bölgeden geldi.
Ronaldo %100 pas yüzdesi ile oynadı. 54 pas 54 isabet. Son dakikada golü atıp maçı aldı. Insan 1.5 saat yerinde otursa hata yapar. Insan diyorum tabii. Mactan sonra Mourinho ‘Sahada hayvanlar gibi mücadele ettik’ derken kesinlikle haklıydı.
22 ‘hayvan’ 1 topun peşinde hercümerc ederken hatalarıyla, sevaplarıyla, mücadelesiyle ve burun farkıyla gerçek futbolu iliklerine kadar yaşamak da insana kendini kral gibi hissettiriyor.
Yakup Sabri İNANKUR

12 Eylül 2012 Çarşamba

İnanmak İstiyorum



Dünya Kupası kadrosu açıklandığında İspanya’da harikulade bir performans göstermiş olan Tayfun Korkut yoktu. Şenol Hoca itirazları “Burası İspanya değil” şeklinde (hala saçma olduğunu düşündüğüm) bir açıklamayla yumuşatmaya çalışmış ve pektabii kamuoyunun gönlüne su serpememişti. Yine de 2002’nin o kurak yaz mevsiminde Şenol Güneş böğrüne böğrüne saplanan eleştiri mızraklarına aldırmadan dünya kupasının en yüksek 3. burcuna Türkiye bayrağını dikmişti. 

4 gün once de dünya kupası yoluna 10 yıl öncekine paralel bir tartışmayla başladık. Selçuk İnan’ın olmaması hakikaten büyük bir şok ve ardından öfkeye sebep oldu. Mağlubiyet de afilli bir perçin attı bu duruma, Estonya maçı hayati bir önem kazandı. Biz bu maça; “Selçuk oynayacak mı, Avcı inat mı ediyor, Avcı kötü hoca mı, Avcı gitsin mi” moral ve motivasyonuyla hazırlandık.  

Hergün okuduğum, fikirlerine ve tarafsızlığına saygı duyduğum insanların da eleştiri volümlerini en yıkıcı perdeden ayarlamaları beni bir hayli şaşırttı. Bir tekme de onların vurduğunu gördüm idam sehpalarına. Hem futbolcuya dayalı düzen olmasın diyoruz hem de bir elimizde tef ağzımızda ise bitmeyen bir Alex, Quaresma, Selçuk kantosu. Biz hocaların, futbolcuların, yönetimlerin çelişkisiyle satırlar imal ederken, bizlerin bu çelişkisi hakkında her hangi bir teknik direktörün bir cümle dahi yazdığı yok. 

Maç başladı. Önce; gol kralı 10 metreden altıpası tutturamadı, ardından, kaleci düzgün bir pasla topu rakip forvete teslim etti. Konsantrasyon eksikliği bas bas bağırmaktaydı. Zaten ilk golden sonra gördüğüm Abdullah Avcı portresi yaşanan baskının çerçevesini belirtiyordu. Hocanın yüzündeki çizgiler mutluluk sınırlarını gösterirken gözlerindeki ifadeyi gerilim rötuşlamıştı. Milli takım hocalığı zordur. Kulüp takımlarının teknik direktörlüğünü taraftar, ulusal takımın teknik direktörlüğü herkes yapar çünkü. Herkesin tam saha pres yaptığı bölgedir orası. Buna son 10 yılda celâllenen kulüp faşizanlığını da ekleyin; tabii yayın gelirleri ve reytinge sırtını veren futbol ulemâsının derin baskılarını da… 


Hepimizin sahipleneceği bir ulusal takım olamadı. Trabzonsporlu ve Beşiktaşlılar zaten ilk küsenler oldular. En iyi dönemlerinde dahi bu takımlarımızın yıldızları çoğu zaman taç çizgisinde ısınarak geçirdi milli kariyerlerini. Fenerbahçe stadında Galatasaraylılar, Galatasaray stadında Fenerbahçeliler ıslıklandı. Ligden gelen kinleri ne turkuaz ne de bayrak kırmızısı forma soğutabildi. Gün geçtikçe değişen, hızla gelişen ve aynı ölçüde iğrençleşen “yeni futbol düzeni” milli formayı öyle transparan hale getirdi ki sahaya çıkanların üzerindeki ay-yıldızı değil altındaki Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe formalarını görüyoruz. Reaksiyon da ona gore oluyor. Selçuk’un herkesçe desteklenmesi iyi futbolculuğu yanında iyi ahlakının da bir ödülü. Bununla birlikte zaman ilerledikçe Selçuk için de Galatasaray-Fenerbahçe bölünmesi yaşayacağız yakında. Futbol kamuoyumuz bu tür işleri seviyor çünkü. Özneler değişik başlık aynı: Kahramanlar ve onları yerin dibine sokma.

Mourinho’nun milenyuma armağanı yüksek prese dayalı kontratak futbolunu, elindeki imkân ve şerait dahilinde en iyi kullanan hoca Abdullah Avcı idi. Ay-yıldızlı takımda uygulamak istediği de bu. Yüksek top çalma (daha doğrusu ribaund alma) yüzdesini ve derin paslarla forvet oyuncularının fulelerini parlatmayı baz alan, keskin, ani ve soğukkanlı bir yapı. Portekiz’e 3 atarken de, Hollanda’ya yenilirken de, Estonya’yı dize getirirken de aynı düşünce yapısı ve futbolu oynadık. Anlatması 2 cümle uygulatması 2 ay, oturması 20 maç. Merak ettiğim konu; ülkenin en iyi oyuncusu Selçuk İnan üzerinde ve etrafında bir yapı kurulması plan dahilinde değil mi? Değilse olması gerekmez mi? Zira ne kadar Emre’nin Gazzavari oyununu sevsem de 2014 yılında, yolun yarısına gelen yaşının haddinden emekli olacağına hemen hemen eminim. 

Şu açık ki Emre; Gökhan’ın, Hasan Ali’nin, Burak’ın, Volkan’ın, Hamit; Sercan’ın, Tunay’ın, Nuri’nin, Ömer’in kaptanı. Hemen dezavantaj olarak algılanmasın bu durum. Güzel harmoni de çıkar bu takımdan, yeter ki orkestra şefi doğru müdahaleleri yapsın ve kafası rahat olsun. Kafasını rahat bırakma kısmı bize, yönetme kısmı ona ait. Formayı adaletle dağıttığı sürece her oyuncu saygı duyacaktır. 

Kararları ve seçimleri için çeşitli renk ve büyüklüklerde soru işaretleri saklıyorum. Zaman zaman ince ince de satırlara dağıtacağım. Ancak herşeyden once kadro seçiminde elinden geldiğince adaletli davrandığını düşünüyorum. Yani en azından bir önceki dönemle kıyasladığımda kendi takımında dahi tartışılan isimleri görmüyoruz artık. Oynatmak istediği tarza ve kurduğu yapıya inanıyorum. Çünkü sizi bilmem ama ben o en son 2002’de hissettiğim milli takım heyecanını yeniden yaşamak istiyorum. Hatta daha ötesinde bu kez Brezilya’ya Brezilya’da gol atmak istiyorum. 

Yakup Sabri İNANKUR


29 Ağustos 2012 Çarşamba

Ayrışık Fenerbahçeliler


Şike davasının bile bölemediği Fenerbahçe’yi Alex-Aykut çatışması bölüyor bugün. Son 10 yılda bilhassa yönetimsel icraatlar, ardından sportif başarılar ve camianın genelindeki bütünlük; Fenerbahçeli için gurur, diğerleri için gıpta konusu. Başında “amatör” olan ancak Fenerbahçe için profesyonel bir katalizör olan branşlar “futbol kulübü” algısının yerine “camia” algısını bıraktı bilinçaltına. Daha büyük ve daha güçlü bir düşünce biçimi şekillendirdi taraftarı. Kendini farklı görmeye, düşünmeye ve hissetmeye başladı Fenerbahçeli. Farklılaştığı için diğerlerinden ayrıştı, diğerlerinden ayrıştığı için kendi içinde birleşti. Aziz Yıldırım’ın kurduğu ülküde gösterdiği hedefe hiç durmadan yürüyeceğine ant içmiş nereden baksan 25 milyon insan var. 

Halkının büyük çoğunluğunun büyük desteğini alan her büyük lider düşüncelerinin ve fikirlerinin hitap ettiği toplum üzerinde meşru olduğuna inanma eğilimindedir. Vicdanen ya da fikren rahatsızlık verse de kitlelere ilham veren insanların fıtratında dediğim dedik çaldığım düdük havası vardır. Konunun siyasi, ahlaki yönünü ve zaruret hallerinin tartışmasını üniversite kantinlerine, rakı muhabbetlerine ve berber koltuklarına bırakıyorum. Hiçbir depremin yıkamadığı, halkının da sırtına el ettiği, omzunda taşıdığı bir insan neden kendini haksız görsün ki? “İcraatlarım doğru ve haklı olmasa burada işim olmazdı” düşüncesiyle alır eline mikrofonu.

90’larda 2-3 haftada bir kendi arasında kavga edecek bir konu bulan, onlarca derneğin arasında binlerce düşünce ve yöntemle parça parça tek bir hedefe kilitlenmeye çalışan Fenerbahçe’den bugün tek ses, tek yürek Fenerbahçe’yi oluşturmak 10 yılını aldı Aziz Yıldırım’ın. Bunu da çoğu zaman masaya yumruğunu indirerek yaptı. Camianın güçlü isimleriyle dahi çatışmaktan geri durmadı. 

Aziz Yıldırım döneminin ikinci yarısında başkanın emekleri karşılık görmeye başladı. Kargaşa ve çatışma Fenerbahçe’yi etkilemiyordu. Bilakis derbi öncesinde (özellikle Kadıköy’de oynanacak derbi öncesinde) tansiyonu arttırmak; taraftarına ve oyuncusuna ekstra motivasyon, rakibe baskıcı bir stres yüklemekteydi. Bu dönemin aynı zamanda Alex’in formayı giydiği, sevildiği, krallaştığı, kaptan olduğu ve en nihayetinde efsane olduğu dönem olması mevcut durumun çekirdeğini oluşturuyor. Alex taraftarına en az Aziz Yıldırım kadar güveniyor. Taraftar da Aziz Yıldırım’ı en az Alex’i sevdiği kadar seviyor ve destekliyor. Bugüne kadar; 17’ye karşı, cemaate karşı, UEFA’ya karşı olmuşlardı. Diğerleri ve Fenerbahçe olgusu her seferinde güçleniyor, taraftar-yönetim-futbolcu arasındaki harcı da güçlendiriyordu. Şimdi farklı. Bu sefer ki kaos; Fenerbahçe ve diğerleri kavgası değil, Fenerbahçe’nin içinde ve en özelindeki şahsiyetlerin kavgası. Başkan Yıldırım, teknik direktör Kocaman, kaptan Alex. Hepsi de Fenerbahçe efsanesi. Cihat Arman’ın, Ogün Altıparmak’ın, Ziya Şengül’ün içinde olduğu sonsuz sayfalı defterde en özenli el yazısıyla hikayelerini işlemiş figürler.  

Aile içinde kalması gereken bir olay dallandı, budaklandı, çiçeklendi. Alex tweet attı. Desteğinden emin olduğu taraftar ile tevatür yaptı. Kamudan oy istedi. Hata yaptı. Aykut konuyu aynı platformda devam ettirip Fenerbahçeli’yi hakemliğe zorladı. Hata yaptı. Hataya bir hata daha eklendi. Sonra başkan tribünün çaldığı şarkıyı beğenmedi ve olay allandı pullandı gelin oldu. 

Fenerbahçeli’ye dert yandılar, Fenerbahçeli’ye şikayet ettiler ve Fenerbahçeli’yi azarladılar. Tüm bu çabaların sonunda nur topu gibi bölünme oldu. Aykutcu ve Alexci 2 ana büyük kola ayrıldı milyonlar. Daha sonra değişik mezhepler doğdu. Alex’i haklı bulan ama Aykut’un otoritesi birincil diyen muhafazakarlar. Aykut’u haklı bulsa da Alex’ten vazgeçmeyen yenilikçiler, Alex’e heykel, jübile yapıp, Aykut’a plaket düşünen liberaller, işi Aziz Yıldırım’a havale eden klasikler ve her ikisini de istemeyen az sayıdaki neo-klasikler.  

Beşiktaş bu bölünmeleri yaşadı ve şimdi kaybettiği kimliği aramakla geçiriyor zamanını. Pahalı umutlarını kupalara ve turlara çeviremediği takdirde Galatasaray’ın geleceği Beşiktaş’ın şimdisine dahi yetişemeyecek belki. 

Türk futbolu, hatta sporu artık ayakta duramayacak kadar sallanırken camialarımızın, özellikle de büyük lakabını asırlık tarihinden getiren camialarımızın, içinde ayrışmalarına hiç mi hiç ihtiyacımız yok. Ayrıştıkça debeleniyoruz. Debelenen kulüp sayısının artması, kişisel çıkarların artması, adaletin düşmesi, daha kalitesiz futbolu daha pahalıya izlemek, daha çok nefret, daha çok kavga, daha çok bölünme ve daha çok debelenme… 5 yıldır ne kulüpler ne de ulusal takım bazında doğru düzgün istikrarlı bir çıkış / başarı / umut var. 

Akşama önemli bir maç pusuda. Elimizde “Alex’i koymazsan böyle olur” ile “Alex olmadan da kazanırız arasında” volta atmaya hazır bir etnoloji. Tabela, bir grubun sesini ötekinin üzerine koyacak. Çok yanlış…

Fenerbahçeliler kazanmak ve turlamak istiyor, mezhepleri farklı olsa da… 

Yoksa tur da gider şampiyonluk da; ki önemli değil. Alex de gider Aykut da; ki önemli değil. Fenerbahçe kalır. Önemli olan da o. Ve bir camia eninde sonunda mutlaka taraftara kalır. Ama bölük pörçük kalır ama bütün kalır. Bunun kararını sadece taraftar verir. Cefasını yahut sefasını da sadece taraftar çeker. Diğerleri basitçe çeker gider. Kimi zaman ayrıştırır, kimi zaman sadece ayrılır.

Yakup Sabri İNANKUR

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Dışımızdaki İrlandalılar


Ben aslında dizilişleri yazacaktım. Aybaba'nın 2 forvet görünümlü 4-1-4-1'i ile, Terim'in defansif forvetli 4-4-2'si bodoslama çarpacaktı birbirine. Sarı derin paslar ve kırmızı hücum presleri ile siyah şok presler ve beyaz kısa-seri paslar arasında hızlı, tempolu, gollü bir duello olacaktı. Melo-Selçuk güzergâhında volta atmaya hevesli Toraman-Kavlak’ın o bölgede ne kadar sözünü geçirebileceğini tartışacaktım. İki takımın da savunma zaafiyetinden bahsedecektim. Solda zaafları vardı, rakibin sağından sağlam aparkatlar çıkardı. Holosko ya da Hamit maçın adamı olabilirdi. Tabii Selçuk İnan ve Fernandes'in bilge ayaklarından dökülecekti bu paye. Aslında herşeyden önce bu maç çoook favori (denen) Galatasaray ile beraberlik iyidir (denen) Beşiktaş'ın psikolojisini irdeleyecektim.

Çok güzel bir maç, karşılıklı goller yazacaktım. Derbi bu! Uzun uzun, ballandıra ballandıra istatistikleri, olayları, hikayeleri dökecektim.Türkiye’nin en Premier Lig futbolunu oynayan takımının akıcılığına kapılıyordum. Selçuk İnan-Eboue arasındaki 50 metrelik görünmez köprüler ilgimi çekiyordu. O muhteşem mimariyi Melo-Umut işçiliği sağlamlaştırıyordu. 22. saniyede boş kaleyi ayağınızın altına koyan bir yapıydı bu. Galatasaray merkezinin Toraman-Kavlak fay hattına ne kadar direnip ne kadar direnemeyeceğini görecektim. Pahalı ve zevkli bir sanat eserini tasvirlemenin hazzını yaşayacaktım. Bununla birlikte Şampiyonlar Ligi için henüz yetmeyen organizasyondan ve yardımlaşma eksikliğinden hafifçe dem vuracaktım. Hamit henüz hazır değil, Engin uzun sure yok, Ambarat ortama ısınamamış, Aydın yetersiz. Burası için önemli değilse de orası için karın ağrısı olduğunu anlatacaktım.


Rakip hücuma kalkarken çalınan toplar ve arkaya ani paslardı Beşiktaş. Veli’nin baskıladığı Holosko’nun bitirdiği 2. gol şahane bir örnekti. Galatasaray ne kadar akıcıysa, Beşiktaş o kadar hızdı bu sezon. Bu nedenle Olcay Şahan’ın kenara yaklaştıkça etkisizleştiğinden bahsedecektim. Yavaş bir oyuncu olduğundan beklerden mümkün mertebe uzak durması daha bir selametliydi bana kalırsa. Olcay forvet arkasına, Fernandes sağ içe geçtiğinde (İ.B.B. maçının son 20 dakikasında olduğu gibi) Beşiktaş daha bir tempo kazanıyordu.

Terim favori olmanın sorumluluğuyla hamle yapma sırasında ilk olmak istemişti mesela. Önemliydi bu. Hıza hız ile karşılık vermek istediği için Ambarat’ı merkeze koymakta sakınca görmemişti. Hem geçen sezon aynı statta Ambarat, Toraman ile karşılaşmış ve 2-0 kazanmıştı. Merkezdeki Toraman zincirini parçalamadan maçı kazanamayacağının farkındaydı Terim.

Batuhan konusu açılacaktı. Belli belirsiz bir güvenden bahsedecektim; “Bu çocuk adam olmaz” diye kestirip atmamı bastıran bir iç ses... En azından sezon sonunda Beşiktaş’ın en çok gol atan oyuncusu olacağını söyleyen bir önsezi...

Sonra Batuhan’ın 2 dakika yerde yuvarlandığı izledim. Bel çukuruna gelen narin bir dokunuş dev adamı yerlere yatırdı. Mustafa Denizli’nin görüntüsü belirdi önümde. Hemen, İrlanda’yı eledikten sonraki tarihi açıklaması geliverdi aklıma. İçimizdeki İrlandalı o tarihten bu yana bizim için nahoş bir tanım. Aslen İrlanda’nın kendisi mazlum bir futbol tarihine sahip. Thierry Henry İrlanda’nın dünya kupası hakkına kesik atalı 3 yıl olmuş. Son dakikaya kadar getirdikleri dünya kupası umudu el çabukluğu marifet ilüzyonuyla kaybolalı 3 yıl geçmiş, onların yaşadıkları kimin umrunda? 

Benim umrumda oldu. O zaman da, şimdi de…

Dışımızdaki İrlandalıları anladım bir kez daha, bir derbide daha...

Bir oyuncu ellerini havaya doğru kaldırıp öne meyletmeye başlamışsa dikkat! Ardından göğsünü çıkarabildiği kadar öne çıkarıp bacaklarında eklem yokmuş gibi, ağzını da “oooo” yaparak düşüyorsa, kendini atıyordur. Hangi takım, hangi futbolcu, hangi dönem olursa olsun Türk futbolcuların kendini atış şablonu bu. Sanırım o nedenle hakemlerimiz Avrupa’da daha başarılı. Orayı daha bir alıcı gözle seyrediyorlar. Ligin dinamikleriyle çok ilgilenmiyorlar. Tabi doğal olarak yürekler Arif Erdem’i andı ancak pozisyon o meşhur İstanbulspor maçının 1 hafta sonrasında olanlara daha çok benziyordu aslında. Bir şampiyonluk maçında Alpay Özalan, Hakan Şükür’ün omzundaki sineği kovmak isterken penaltıya sebebiyet vermişti. Bu kez Burak, Escude’nin traş losyonundan rahatsız oldu. Aynı stat, aynı kale, aynı maç, aynı dakika, aynı sonuç. 

Kimse kızmasın!

Baba Hakkı, Lefter, Can Bartu, Metin Oktay, Gündüz Kılıç tarla gibi sahalara onurlu bir futbol ekmişlerdi, şimdi sürülmekten yemyeşil olmuş tarlalarımızdan yetişebilen gol kralı bu! Sistemimizin ürettiği bu. İçimizden çıkan en iyi futbol, futbolcular, hakemler bu. Zembille inmediler. Bizim sokaklarımızdan, altyapılarımızdan, okullarımızdan yetiştiler. 

Uydurma penaltı için:
“Penaltı olabilir belki ama şike için bu kadar bağırmadınız”

Şike için:
“Şike var belki ama başkaları da yaptı”

Bu yorumlardan ürediler, büyüdüler, oralara geldiler. Yanlışı, başka yanlışı referans vererek kapatmaya çalışan, hatta kapattığı sanan bir kültürden bittiler. O yüzden cümleler hep ‘ama’ doludur, dikkat edin. Yaptığı erdemsiz davranışı mazur gösterme, bunu yaparken de özeleştiri yapıyormuş havası veren o harika kelime; “ama”. Alabildiğine sinsice… 

Gerçek ‘ama’dan sonra başlar zaten ama ‘ama’dan öncesinin hükmü kalmaz! Kendinden önceki tüm kelimelerin katilidir ‘ama’, edebiyatın yutan elemanıdır. Tersine; kendinden sonraki tüm kelimelerin ise katalizörüdür, edebiyatın çarpanıdır. “Sen komik, zeki, eğlenceli birisin, seninle birlikte olan kadın / erkek dünyanın en şanslı insanı olacak” demesinin bir önemi kalıyor mu, “ama” gelince hemen ardına? 

Referans vermek, yaptığımız bu. Bir kişi çıkıp, bu haksız bir penaltıdır diyor mu? Ama, cümlesini "ama"ya kurban etmeden!

Dışarıyı boşverip kendi iç muhasebesini sorguluyor mu? “Evet bu yanlıştır, bana sağladığı avantajlar dahil bu yanlışı istemem” diyebiliyor mu?

Diyenler var “ama” çok azlar.

Hakem hatası olur, yalandan kendini yere atan futbolcu olur, sonuçsuz tartışmalar, sebepsiz kavgalar olur. 
Olurlar çünkü iyi referansları var. Biz varız kapı gibi!

Kalplerimizde hatice kutsal ama neticeye aşığız aslında. Esasen içimizdeki İrlandalılar sorun değil galiba, hepimiz biraz İrlandalıyız zira. İçimizdeki makyavelisti yenemiyoruz bir türlü. O sürekli bizi aldatmanın bir yolunu buluyor ve yoluna devam ediyor. Herkesi ufak paylara razı edip birbirine denklerken, tüm puanları hep o topluyor. 

Yakup Sabri İNANKUR



14 Ağustos 2012 Salı

Eriyen Beşiktaş Antolojisi-4

Beşiktaş medyası diye bir kavram var. Ortalıkta pek göremesem de bir güç olduğuna inanıyorum. İlker Ateş, Vedat Okyar, Kazım Kanat’tan sonra başı boş gezen bir ruh gibi bir süre ortalıkta dolandı. Onu taşıyacak bir beden henüz bulamadı. Adını tek tek saymayacağım (ama hepimizin tek tek bildiği) muhalif(!) basın mensupları son kongrede başkanın / kazananın / sistemin yanında yer aldılar.

Nerede çokluk orada talep, nerede boşluk orada arz türer. Son 4-5 yılda mantar gibi biten Beşiktaş siteleri peydah oldu. Başlangıçta amatör ruh yazıyor, muhalif görüntüler insanları çekiyordu. Reyting arttıkça yazar, editor kadrolar arttı. Söylemler yumuşadı. Hatta yönetime yakın insanları görür olduk. Sitelerde sistematik olarak sorunlar değil, duygular ele alınmaya başladı. Beşiktaş’ın nasıl ağır taş olduğu hakkında her gün şiirsel makaleler okuyabilirsiniz. Taraftarın odağı sistemli biçimde futbolculara, hocalara çevriliyor. Atarlı, giderli sloganlarla mastürbatif zevklerde boğulan taraftara gaz veriliyor. Her yerde ve durumda kullanıla kullanıla paçavraya dönen “Beşiktaş’ın çocuğu, Beşiktaşlı Duruşu” gibi miras kavramlar aynı Fulya projesi gibi içi boş ve Beşiktaş’a zarar verir hale geldi. Sistem kalemşörleri ve tellalları hoş ama boş sloganlar türetti. “Beşiktaş ağır taştır, Beşiktaşk..vs” gibi söylemler üretip, hoşuna gitmeyen / işine gelmeyenleri bu kavramların dışına atarak, taraftarın önünde Beşiktaş’tan dışladılar. Onların hoşuna gitmeyen yönetimin ve onların bu tutumunu eleştiren, sorgulayan herkesti. Sansürler ve yasaklar sitelerde, forumlarda cirit attı. Doğruyu gösteren, söyleyenler küstürüldü meydan yetmezcilere bırakıldı.

Taraftar kime güveneceğini bilemez oldu. Beşiktaşlı’nın abi yahut abla dedikleri bir sure sonra yönetim diye bir olgu yokmuş gibi davranmaya başlıyorlardı. Beşiktaş kaybettikçe onlara gore suçlu hakemdi, oyuncuydu, en çok da hocaydı. Daha sonra bu abiler yahut ablalar yönetim kanadında boy göstermeye başladı. Beşiktaşlıların hemen hemen hepsi artık yettiğini düşünürken, nedense büyük tribün grupları ve kamuoyunda söz sahibi olanlar yetmediği yönüne meyil veriyorlardı. Açıkça yetmez diyemiyorlar, başkanın iyi niyetli ve Beşiktaş için paradan sakınmadığını satır aralarına (itiraf etmeliyim ki ustalıkla) yerleştiriyorlar, ancak kesinlikle yeter demiyorlardı. Beşiktaş sosyetesi ile halkı arasında gerçek anlamda sınıf farkı oluştu. Azınlık çoğunluğa hükmediyordu. Bu muhteşem demokrasi herkesin payını iyi veriyordu. Karar azınlığın, ferman azınlığın, hüküm azınlığın, hata azınlığın, cinnet çoğunluğun hakkıydı.

Son 3 yılda Avrupa’da Türkiye’nin en başarılı takımının (açık ara) Beşiktaş olduğu halen kısık sesle söylenir. Geçtiğimizin sezon Avrupa Ligi’nde son 16’ya kalan ve şampiyon Atletico Madrid’e elenen takımın hocası bizzat Beşiktaşlı yazarlar tarafından “bu takım zaten normalde de buraya gelirdi hoca bir şey yapmadı” gibi abuk söylemlerle yıpratıldı.

Eski model bir Beşiktaşlı olarak üzüldüğüm nokta hala bir çok genç Beşiktaşlı’nın bu abiler yahut ablaların kelimeleriyle coşması. O kelimeler bir tür uyuşturucu gibi. Coşturuyor, önüne fantastik betimlemeler koyuyor ama gerçek değil. Samimi değil. Beşiktaş’ın yararına hiç değil.

Beşiktaş’ın öz be öz yöneticileri. Celal Kolot, Sinan Vardar, Levent Erdoğan her televizyona, radyoya çıktıklarında Beşiktaş aleyhine konuştular. Kimi zaman rakip taraftarlardan daha sert söylemlerde bulundular. Taraftar zor durumda kaldı. Onları ve / veya söylediklerini savunanlar ve savunmayanlar 2’ye bölündü. Zamanla Beşiktaşlı bölünmelere alıştı, daha kötüsü benimsedi. Quaresma’yı istemeyenler yıldız düşmanı(!), isteyenler Beşiktaş haini(!) adledildi. Şablonlar yaratıldı ve kamplar ortaya çıktı. Forma alan-almayan, kombine alan-almayan, maça gelen-gelmeyen, deplasmana giden-gitmeyen, amatör branşları takip eden-etmeyen… Zaten bir toplumu bölmenin en akılcı ve kesin yolu şekilciliktir.

Beşiktaş ilk yarısını 6. bitirdiği ligi, şampiyon olarak tamamlamakla kalmıyor, üzerine İzmir’de ezeli rakibi Fenerbahçe’ye 4 gol atıp Türkiye Kupası’nı kaldırıyordu. Kulüp muhteşem bir sezon geçirmiş ve bir sonraki sezonun 25 milyon avroluk şampiyonlar ligi geliri ile planlar yapıyordu ki; Ülker, Fenerbahçe ve Galatasaray ile 30’ar milyon avroluk sponsor anlaşmasını devreye soktu. Kafadan durumu denkledi! Beşiktaş’ın 1 adım öne geçmesine bile izin yoktu.

Yeni sezon ekmeğinden olmaya niyetli olmayan Erman Toroğlu ile başladı; “Geçemeyeceksin Mustafa! Bu Galatasaray ve Fenerbahçe, geçen sezon ki Galatasaray ve Fenerbahçe olmadığı için Beşiktaş geçemeyecek
Korkusuz ve mert Erman Hoca bas bas bağırırken Beşiktaş’ın sezon sonunda düşeceği sinsice bir çukur kazılmaya başlamıştı. Ancak o sezonun sonunda ne sosyal medyada, ne genel medyada, Beşiktaş’ın olmadığı bir ligde Fenerbahçe ve Galatasaray’ın becerip 1 kupa bile alamaması konuşulmadı hiç. Alamamaları normal. Kazansalar da normal olacaktı. Elbette birisi kötüyken birisi iyi olacak. Elbette kötü varken iyi onu geçecek. Beşiktaş 2 kupa gibi Türk Futbolu’nda 20 yılda bir olabilecek bir başarıya imza atarken dahi eleştirildi, yıpratıldı. Ligde Galatasaray’ı, kupada Fenerbahçe’yi yenip şampiyon olan takımın taraftarı Beşiktaş’ın, rakiplerinden daha iyi olmadığına inanıyordu, öyle inandırılmıştı. “Fenerbahçe ve Galatasaray’ın olmadığı ligde…” diyenler Beşiktaşlılar’ın yarısıydı. Denizli’nin şanslı bir hoca olduğunu yazanların çoğunun Beşiktaşlı olması gibi…

Bunlar daha güzel günlerdi gerçi. 2 kupadan 2 ay sonra nereden geldiği belli olmayan (aslında olan) çoğu takım elbiseli 100 kadar kişi, ansızın binlerce vefasız(!) Beşiktaşlı’nın üzerine çullandı. Demokratiktiler; yaşlı, genç, çocuk, kadın, sevgili ayrımı yapmıyorlardı. Yıldırım Demirören’in Gaziantepspor başkanı olmasını isteyen herkes tekme, yumruk ve onlar yanlarında ne getirdiyse ondan nasibini alıyordu. 2 kupadan daha unutulmaz bir imza attılar Beşiktaş tarihine. Sonra bir sessizlik oldu, derin bir sessizlik. İnsanların bir kısmı hala olanlara inanamıyor, mantıklı bir açıklama arıyor, diğer kısmı ise lanet olsun diyip kendini Beşiktaş’tan hatta futboldan soyutluyordu. Ertesi gün Beşiktaşlı kalemlerin -çok azı hariç- hepsi, bilhassa günde 100 bin tık almakla övünen Beşiktaş sitelerinin abileri yahut ablaları, başkana yapılan saygısızlığı konu etmişti köşelerinde. Beşiktaş taraftarı galeyana geldikçe, ya forumlardan atılıyor ya da ceza alıyordu. Yorumlar siliniyor ve “dayak” sessizliği sürüyordu, ta ki; Başkan Demirören tribünleri temizleyeceğini söyleyene kadar…

Hiç unutmuyorum insanların, insanlık dışı muameleye maruz kaldığı o gece ve sonrasındaki gün konuyla ilgili en ufak bir kelime sarfetmeyenler başkanın temizlik müjdesine(!) 2-3 saat içinde “cevap” verdiler. 

Forza Beşiktaş’ta “Artık takıma dönüyoruz” başlığıyla yapılan açıklamada, “bu işler başkalarının harcı değildir” gibi delikanlı raconları kesildikten sonra, “tribün birliği, olgunluk, inanç, bir an evvel takıma dönüp gereken desteği vermek gerek” gibi mesajlar verildi.

“Resmi Çarşı açıklaması”nda “Protesto etmek en doğal hakkımız olmakla beraber, takımın çıkarlarını da düşünmek bir o kadar metazoridir” gibi “metazori” olduğu anlaşılan bir cümleye de yer verildi.

İkiyüzlülük denizinde çok taraftar boğuldu o gece. Katledilen masumiyet, ölen tribündü. Bir Denizli maçıydı… 

Beşiktaş’ın kendi kendine imhası meşrulaştığı gibi kahramanlaştırıldı. Beşiktaş’ın futbolcusuna, hocasına tribün deyimiyle “sallayan”lar reytinglere Meksika Dalgası yaptırırken, o salıncağa binmeyenlerin sesleri kısıldı. Gizli bir el, Beşiktaşlı’nın üstüne depresif, agresif, tahammülsüzlük tozları serpti, görüntü iyice bulanıklaştı. Tribünde babası yaşındaki adama gider yapan, futbolcunun en ufak pas hatasında homurdanmaya, gerilmeye ve germeye başlayan bir güruh peydah oldu. Son 10 yılın 8’inde Beşiktaş’ın dış saha sıralaması iç saha sıralamasının üzerinde. Kalan 2’sinde de eşit. En kötü iç saha performansı 2005-2006 sezonundaydı. İnönü “cehenneminde” 22 puan toplayabilen Beşiktaş iç saha tablosunda 10. sıradaydı. 

Beşiktaş’ın kendi kendine elenmesi, Beşiktaş’ı elemekten daha kolay bir iş. Yok edilmek yahut zayıflatılmak istenenin kendi içinde savaştırılması en makbul yoldur. Taraftar tezahürat edemeyecek, yöneticiler bir teknik direktör kararı veremeyecek kadar bölündü. Esaslı düşman Fenerbahçe mi, Galatasaray mı derken, kimi zaman Bursa oldu, kimi zaman Kayseri. Beşiktaşlı’nın odağı sürekli düşman aramakla meşgul olduğu için tek vücut bir muhalif güç çıkartamadı camia. Beşiktaş’ın ileri gelemeyenleri kulübe ihtiyacı olan ama kıt bulunan dürüst hizmet yerine, ihtiyaç olmayan ama bol bulunan yalancı nasihat verdiler. Yıllardır kurtarıcı bellenen ve umutla beklenen, Özilhan’ın, Kalkavan’ın, Ciner’in Kasımpaşaspor altında birleşmesine şaşıranlara şaşırıyorum. Kasımpaşaspor Kulübü başkanı Zafer Yıldırım neden Beşiktaş’ta görev almadığına ilişkin soruya şöyle cevap veriyordu: Biri kulüp taraftarlığıdır, bir tanesi de iştir. Kasımpaşa'yı iş gibi görmek lazım. Kasımpaşa'da yapmak istediklerinizi Beşiktaş'ta yapamazsınız” O kadar! Beşiktaş iş yaptırmıyor! Sistem para ve güç ister. Beşiktaş semti bir başbakan (ya da gelecekteki adıyla başkan) çıkarırsa iklim değişir Akdeniz olur. O zaman gülümseyip gülümsememek size kalmış. 

2006’da Galatasaray’ın müttefiki ilan edilen Beşiktaş’ şu sıralar Fenerbahçe’nin dostu. Sistem Beşiktaş’ı bir güç olarak kabul ediyor, zayıflayanın yanına kaydırıyor. Stat konusunda Galatasarayla kavga çıktı. Fenerbahçe ise elini uzatan taraftı. Geçenlerde twitter’da trend olan “Şikeci kardeşler” hashtagı tesadüfen oluşmuyor. Demirören 5 yıl önce Galatasaray’ın şampiyonluğunu istiyordu, bugün Fenerbahçemizin haklarını koruyor. Bu arada tampon görevi görüyor Beşiktaş. Anadolu’nun cengaverleriyle Bursa, Kayseri, İBB, Ankaragücü ile sürekli bir kavga hali yaşanıyor. Böylece orta-üst kulüplerde Beşiktaş’a karşı ekstra motive ve konsantrasyon oluşurken kamuoyu ve Beşiktaşlı’nın bilinçaltına rakiplerinin Fenerbahçe, Galatasaray değil de Anadolu olduğu servis ediliyor. Beşiktaş dost ya da düşman kaygısı taşıyan bir camia değil ki bunlar nereden çıkıyor diye sormuyor Beşiktaşlı. İlginçtir heyecanla (ona biçilen) rolüne sarılıyor. 


Yeni Bir Sayfa?
Maddi ve manevi erozyona uğrayan camianın, tüm sorunlarının baş mümessili, sistem tarafından önce Kulüpler Birliği’ne sonra TFF başkanlığına terfi ettirildi. Bir sonraki adım Beşiktaş’ın Avrupa’dan ihracıydı. 62 yıl once devlet tarafından ABD’ye turneye yollanan, 55 yıl once Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Türkiye’yi ilk kez temsil etme şerefi kendisine bahşedilen Beşiktaş, Avrupa’da mücadele hakkını, 8 yıllık ‘hata’lardan dolayı, belgede sahtecilik gibi rezil bir suçla kaybediyordu. Günah kimin? Yıldırım Demirören’in mi?  Hayır Beşiktaş’ın. Demirören TFF başkanı. Görevini başarıyla icra etti, pardon ediyor.

Herşeye rağmen (teşbihte hata olmaz) Beşiktaş’ın ölüsü futbol hariç diğer branşlarda kupa üstüne kupa kaldırdı. İyi niyetli Beşiktaş’ı çok seven ama başarısız Demirören tıpkı 2004’ün o harika futbol takımına yaptığı gibi, rakipsiz basketbol takımını da yarıda bıraktı. Fikret Orman bunu beklediğini söyledi. Söylediği kesinlikle doğruydu, müthiş bir kararlılıkla bekliyorlardı. Yeni yönetim yeni sponsor bulma konusunda bekleme yapınca, takım Galatasaray-Fenerbahçe arasında hiç beklemeden paylaşıldı. Beşiktaş’ın, Avrupa’nın ve ligin en iyi basketbol takımı olmasının cezası kesildi. Yeni yönetim beklenen ‘hata’yı yapmıştı. Sanırım sırada Avrupa şampiyonu tekerlekli basketbol ve hentbol takımlarının tasfiyesi var.

Ardından yeni başkan Fikret Orman futbola el attı. 39 yaşındaki bir kaleciyi takımda görmek istemem" dedi ve Rüştü'nün işi bitiverdi. "Beşiktaş olmasaydı Nihat Bağcılar'da oynardı" dedi, sadece Beşiktaşlıları değil herkesi üzdü. Birkaç gün sonra BJK TV’de altyazı geçti; Beşiktaş’ın yeni hocasının Mustafa Denizli olduğunu öğrendik. Sonra bunun yalan olduğunu aslında Eriksson ile anlaşıldığını duyduğumuzda teknik direktör Levent Erdoğan’ın baskısı sonucu çoktan Samet Aybaba olmuş idi. Yıllardır naz yapan İbrahim Altınsay Beşiktaşlı’nın azıcık umuduyla birlikte gitti. 

 “Feda” ile Beşiktaşlı’nın aşil topuğu hedeflendi. Tıpkı son 8 yılda olduğu gibi, “eski Beşiktaş” özlemini gıdıklayan, odakları şimdiden alıp geçmişe taşıyan bir araç bulundu. Bunlara karşı değilim, bilakis semboller toplu bilinç oluşturur ve moral yükseltir. Kimi zaman gereklidir, ama kimi zaman! Sürekli bu havalarda gezmek  insanı / toplumu / camiayı / ülkeyi tüketir. Bezginleştirir ve tembelleştirir de. Beşiktaş, geleceğin karanlık uçurumunda geçmişin şimşeğiyle aydınlanmaya çalışıyor. Önünde bekleyenin tam olarak farkında değil ve farkında olmasına tam olarak izin verilmiyor. Geleceğe dair bir kampanyası, projesi, heyecanı yok. Şeref Bey, Baba Hakkı, Seba, Vedat Kaptan, Optik Başkan… Şöyle bir çevrenize bakın, forumlarda göz gezdirin, hep geçmişi konuşuyor Beşiktaşlı. Başka seçeneği yok çünkü. 10 yıl sonra Beşiktaş’ın kaç tesisi, kaç arsası, ne kadar bütçesi, ne kadar kupası, nasıl bir altyapı sistemi, Türkiye’de ve dünyada nerede olacağına dair bir konu var mı? Geleceği kesin olan gelecek için nasıl bir atılımı var camianın? Beşiktaş’ın hedefleri ne? Önce bulunduğu sıkıntıdan çıkmak mı? Elindeki lükslerden kurtularak sıcak para girişi sağlamak düşüncesi akıllıca, peki uygulaması öyle mi?

Beşiktaş’ın en çok tanınan oyuncuları sorunlu adlediliyor, A2’ye gönderiliyor. Ligin en iyi savunmacısı Egemen Fenerbahçe’ye hediye edilirken, Beşiktaşlılar’ın gönlündeki kaptan Ernst Kasımpaşa forması giyiyor. Hayranı olmadığım Quaresma ya da başkası satılabilir, fakat böyle satış olur mu? Elinizdeki malı kötüleyerek, onu kirli, çürük göstererek, hergün gitmesini isteyerek nasıl satabilirsiniz? Bit pazarları batan geminin mallarını satan insanlarla dolu ve onlar dahi para kazanıyorlar. Beşiktaş elindeki en iyi oyuncuları serbest bırakıyor ve para kazanmayı reddediyor. Beşiktaş’ı işadamları yönetti. Halen de işadamları yönetiyor. Elindeki değeri katlayıp nakde çevirme sihirbazlarının ta kendileri. Burada hüdayinabid insanlardan bahsetmiyoruz. Son derece iyi yetişmiş / kendini iyi yetiştirmiş, akıl disiplinine sahip insanlardan bahsediyoruz. Paranın hareket yönünü belirleyen insanlardan bahsediyoruz. Allah aşkına en büyük yeteneği parayı fazlalaştırmak olan insanlardan bahsediyoruz. Söyleyin bana nasıl oluyor da bu insanlar Beşiktaş yönetimine geçtiğinde parayı bu kadar mantıksızca, fütursuzca ve ahmakça çarçur ediyorlar? Nasıl oluyor da tüm mantıklarını kaybedip aynı ‘hataları’ defalarca, üstüste yapıyorlar? 

Bu “sistematik” hataların devamı bendenizi korkutuyor. Kuşkusuz milyonlarca Beşiktaşlı’yı da…

Sonuç

Genç takımın yıldızı olduğum, herşeyi bildiğim o kadim zamanlarda, bir kontratak fırsatı ayağıma gelmişti. Hızlı bir şekilde top sürerken arkadaşlarımın bana yetişmesini umuyordum. Bir kişiden sıyrıldım. Bunu gören takım da benim gibi hızını arttırdı.  Kontraatak esnasında kayarak gelen oyuncuyu şık bir bilek hareketiyle geçtikten sonraki an yaşanan adrenalin patlamasını bilirsiniz. Şahane bir çalım atmıştım ve bir yenisi daha yapabilir, hemen ardından sağ üst dış ile kramponumun şanına (Lotto’nun Albertini modeli) uygun bir Albertini pası atıp ne teknik / ne zeki / ne derin görüşlü bir genç yetenek olduğumu tribündeki 500 kadar insana kanıtlayabilirdim, eğer topu kaptırmasaydım… Hele de o topun gol olması… Soyunma odasında yediğim o okkalı tokadı haketmiştim. 

Hata yaptığımın farkındaydım. Bir daha hücuma kalkarken topu bir şekilde rakibin kontrolüne bırakmayacaktım. Birincisi takımım kazansın istiyordum ve hücuma kalkarken topu kaptırınca gol yeme olasılığımızın yüksek olduğunu (artık) biliyordum. İkincisi iyi bir futbolcu olmak istiyordum ve topu kaptırınca hocamın yanağımı gül bahçesine çevireceğini biliyordum. Zaten ısrarla her maçta kaptığım topları rakibe versem ne olur? “Hata ettim, pardon” desem bir araba dayaktan yırtar mıyım? Yahut daha fenası olabilir; bu ülkede kaleci topu elinden kaçırdığı için para yediğine kanaat oluştu, düzgün şut atmadığı için şikeci ilan edilen futbolcular oldu. Peki saha dışında kendi kalesini gol yağmuruna tutanlar? Ulusal takım formasını giymiş oyuncuları en şiddetli şekilde sorgularken, hatta hapishanelere göndermekten çekinmezken, yukarıdaki durumların sorgusuz olmaması gerektiği inancındayım. Mesnetsiz yargıların değil, akıl yürütmenin peşindeyim

Bu süreçte iğneyi kendime, taraftara, batırıyorum. Herhangi bir futbolcu için yorumlar yapıldığında, takımın hangi taktikle oynaması gerektiği konusunda, hangi tezahüratı ne zaman söyleceğimizi kararlaştırırken karşıt görüşlere “sen nasıl Beşiktaşlısın” yaftasını yapıştırdık. Hatta sırf politik at gözlüklerimizi (ideoloji de denir) paylaşmadığı için hayata farklı bakan siyah-beyaz kalpli insanların Beşiktaşlılığını küçümsedik yahut yok saydık. Hep oyuncuları, hocaları, Beşiktaşlılığımızı sorguladık. Asıl sorular sormamız gerekenlere ne soru, ne bütün bu bitirme, hiçleştirme operasyonunun hesabını sorduk. “İyi niyetli ama beceriksiz” sığınağı, üzerine çekilen “başkana saygı” kamuflesiyle gerçekleri göremedik. 8 yıl Beşiktaş’a en büyük zararı verenlerin ‘hata’ yapmasına kızdık. Arada Robinho’yu istemeyi de ihmal etmedik.

Hata önce bilmemekle başlar, sonrası ve ara sıra olanı beceriksizliktir. Atağa çıkarken topu kaptırmaktır. Hata devam ediyorsa ve ısrar varsa orada 2 keskin yön vardır; Ya bilincin tamamen devre dışı kaldığı bağımlılık söz konusudur, ya da tam bir bilinç. 

Beşiktaş son 15 yılını birbirine muhalif olan başkanların elim sende oynamasını izleyerek geçirdi. Artık Beşiktaş’ın bütün bu “işleyişe” muhalif olan yeni bir yüz, yeni bir anlayış ve çok açık ki yeni bir lidere ihtiyacı var. 

Sistem gölgesini satamadığı ağacı keser; 100 yıllık ulu çınar olsa bile…

Beşiktaş ve Beşiktaşlılık sistem karşısında keskin ve öldürücü darbeler alıyor. Hergün biraz daha azalıyor. Her yıl biraz daha gözlerden ıraklaşıyor. 

Bu erimeyi durdurmak olanaklı mı?

İçimden yanıt vermek gelmiyor…

Yakup Sabri İNANKUR


Kaynakça


http://www.bjk.com.tr/media/uploads/finansaltablolar
http://www.İmkb.gov.tr
http://www.futbolekonomi.com
http://kassiesa.home.xs4all.nl/bert/uefa/
http://www.fifa.com
http://www.leburo.com
http://www.tdk.gov.tr
http://www.uefa.com
http://haber.gazetevatan.com/eski-hakem-ihsan-tureden-tartisma-yaratacak-sike-itirafi/404505/5/Haber
http://www.milliyet.com.tr/kriz-geliyorum-dedi/spor/haberdetayarsiv/13.09.2003/18260/default.htm
http://www.haberveriyorum.net/haber/demiroren-%E2%80%9Ctemizlik%E2%80%9D-dedi-carsi-geri-adim-atti-carsililar-kazan-kaldirdi



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...