31 Ağustos 2011 Çarşamba

Portekizce Konuşması Önemli de, Türkçe Konuşanlar Ne Olacak?


3 saat önce artık klasikleşen ani Beşiktaş transferi haberiyle Edu ismi dönmeye başladı sosyal medyada. Kimi burun kıvırdı. Ciddi bir kesim de kıvrılan burunlara burun kıvırdı ki benim takıldığım nokta bu oldu.

Edu hakkında korumacı bir Celali isyanı başladı. Bir anda taktiksel iknalar, metaforlar yağmaya başladı. Futbolun taktiksel ve sistemsel kısmını çok iyi kavrayan arkadaşlar var. Güzel açıklıyor, iyi anlatıyorlar. İşin o kısmında onlara ekleyeceğim bir şey yok.

Ancak atlanan / görmezden gelinen nokta Beşiktaş için tehlike arz ediyor.

Futbol sadece iyi oyuncuların biraraya gelmesiyle sonuç vermez. Takım uyumu en önemli motivasyondur. Kalabalık içinde uyum yakalamak zor olduğu gibi, fırsat eşitsizliği mevcut uyumu da bozar.

Kendinizi Akyüz, Kavlak ya da Kaplan olarak düşünün. Bu takıma alternatif olarak geldiniz. Ana motivasyon kaynağınız şans bulduğunuz az zamanlarda çok ve büyük işler yapıp Beşiktaş’ı kurtarmak.

Bir gün önünüzdeki sakatlanıyor ve sıra size geliyor!

Pat önünüze birini daha koyuyorlar. Bu durum rekabeti değil “ne yaparsam yapayım” psikolojisini getirir. Türkçe adı “çaresizlik”tir. Oluşan motivasyon kaybının da tedavisi zordur.

Askeri ifadeli “Onlar profesyonel, para alıyorlar, hazır olmalılar!” düşüncesi çözüm değil maalesef. Türkiye’de hangi altyapı çocuklara mental eğitim veriyor? Hangi takımda çocuklara iyi ayak içi pas vermenin dışında kafa olarak futbolu yaşamaya hazırlıyorlar? Hoş, iyi ayak içi pas vermeyi de pek öğretmiyorlar ya.

Dolayısıyla dilediğiniz kadar, Edu’ya olan inancınızı ya da Edu’nun taktiksel doğruluğunu analiz edebilirsiniz. Maalesef taktik, psikolojiye çoğunlukla mağlup olmuştur.

Yine de Beşiktaş için bundan daha tehlikeli bir durum var. Bu transferleri kim istiyor? Taraftarın bir talebi yok. Hoca mı? Yönetim mi? Taktiksel anlamda Beşiktaş’ın hangi açığını kapatacaklar? Julio Alves, Cumali Bişi’den daha mı efdâldır? 20 yaşında Portekizli’nin yetişmesi, 18 yaşında altyapının çocuğu Cumali’nin yetişmesinden daha mı büyük kazançtır?


Julio Alves ismini ilk kez dün duydum. Genç bir kardeşimiz, hoş geldi.

Oyuncuyla ilgili reklamda yazan “agresif, mücadeleci bir genç yetenek” olduğuydu. Başlık buna benzer birşeydi tam hatırlamıyorum. Metin kısmında ise Bizans kal’alarına sefer düzenleyen akıncılardan bahsediyordu sanki. Videolarını izledim. Sonra daha fazla video buldum onları da izledim. Taban giriyor, çift dalıyor genelde. Oyuncuyu yerdiğimi sanmayın lütfen. Kasaplar ligi için belki yumuşak bile kalır. Sadece gördüğümü anlatıyorum, ilk intibam bu oldu.

Burada tehlikeli olan ise alttan bir “Pascal Nouma” havası verilmesiydi. Beşiktaşlı’nın Nouma sevgisini kullanarak, kendilerinin bile fikir sahibi olmadığı bir oyuncu için sahte bir etiket yapıştırmak ne kadar yararlı bilemiyorum. Gördüğüm tek yarar reyting bazlı. Her çift dalan da Nouma değil ki! Kaldı ki Nouma çift dalmazdı . O agresifti, mücadeleciydi. Tabanla girmek farklı, yenilgiyi kabul edememenin hırsıyla topa, rakibe sert “oynamak” farklı. Eğer fark görmüyorsak geçtiğimiz sezon Guti’yi 3 hafta hastahaneye yollayan Egemen’e neden Nouma damgası yapıştırmadık?

Beşiktaşlı’nın, kalbindeki en güzel isimlerle sömürülmesi Beşiktaşlılığa aykırı ilk önce. Hele de (her seferinde) o efsanelere yukarıdaki sorulara toprak atan cenaze levazımatçısı görevi yapıştırılması, saygısızlık aynı zamanda.

O soruları tekrarlayayım öyleyse.

Bu transferleri kim istiyor? Taraftar mı? Hoca mı? Yönetim mi? Taktiksel anlamda Beşiktaş’ın hangi açığını kapatacaklar? Edu Pektemek’ten, Julio Alves Cumali Bişi’den daha mı efdâldır?

Yeni bir soru da ekleyeyim.

Bu transferlerin komisyonları hep aynı yere mi gidiyor?

Beşiktaşlı’nın oyuncusunu korumasını anlıyorum ve buna saygı duyuyorum. Ancak burada bir çok soru işareti ve ünlemi silip yerine nokta koymamız gereken açıklamalar var. Bunları yapacak olan da sadece Beşiktaşlılar.

Oyuncular umarım Beşiktaş’a hayırlı olur.


Yakup Sabri İNANKUR

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Düşler Tiyatrosu'nda Figüranlık

Çok fazla konuşacak bir durum yok. Hele analizlerin, taktiksel ayrıntıların zamanı ve manası da yok.

Rooney kariyerinin önce 150. golünü attı. Maçı 152 golle tamamladı.

Arsenal 115 yıl sonra ilk kez 8 gol yedi.

Asıl konuşmamız gerekenler maçtan sonra olanlar

Herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir futbol maçında, tuttuğunuz, oynadığınız, yönettiğiniz bir takım 6 da yiyebilir, 7 de, 8 de...

Bunlar futbolun içinde vardır.

Boşuna demiyoruz “futbol hayattır” diye

Bazı insanlar görürsünüz, hayat sert bir sol kroşe çıkardığında tutunacak “keşkeler” arar. Halbuki keşkeler; kuru dallardır, çürük iplerdir, plasebodur. Onlar tutunduklarını sanırlar, oysa sadece tutmuşlardır. Geçmişin uyuşturduğu vücut dibe çarptığında, kendine gelmek yerine poposunun üstüne oturup hayatın boş olduğuna kanaat getirirler. Yeniden ringe çıkmaya korkar, savaşmaya yerinirler. Kaçmanın adını inziva koyar, yalancı bir bilgelik hali yaratırlar kendilerine. Asıl “kaybeden” bunlardır.

Hayat dopdoludur. Yaşamasını, tadını almasını, aldığı nefesin kıymetini bilene canlıdır. Asıl bilge de bunu bilendir. Hayatın acısı da tatlıdır bu bilene, yenilgisi de...

Bütün dünya sahnedir ve bütün erkek ve kadınlar yalnızca oyuncudur. Düşler Tiyatrosu’nda sahnelediğiniz 90 dakikalık figüranlık da hayatın / futbolun içindedir.

Karakter, kişilik, yani asıl güç de böyle anların ardından ortaya çıkar. Sırtı yerde olan için yeniden ayağa kalkma ve burdayım diyebilme gücü. Galip taraf için zayıfı ezmeme iradesi...

İşte bu yüzden, hatta bu yüzlerden, Arsenal Taraftarı maç bittikten sonra oyuncularını “booo”lamamış, sahaya atlamamış, hocaya uçmamış, tesislere gidip futbolculara “ar yu playır” şeklinde şahane sorular sormamıştır.

Yarım saat daha o tribünlerde kalmış, dosta düşmana orada oldularını göstermiş, takıma destek vermiş tezahürat yapmıştır. Elbette kızdılar, öfkelendiler, hatta nefret ettiler. Ancak aile içindekini bir küfür / kıyamet aşuresiyle tüm mahalleye dağıtmak, camı çerçeveyi indirmek yerine, camları kapattılar kendi içlerinde sorunu çözmeye çalışıyorlar. Çerçeveleri hala sapasağlam.

Bir de maçın Ivan Drago tarafı var. Eski şampiyonu en zayıf haliyle görünce evirdi dövdü, çevirdi dövdü tabii. Filmdeki Drago’dan, ünlü özdeyişi “if he diea, he diea” anından itibaren nefret edip eğri dudaklı Stallone ifadesiyle iğrenirken, dün akşam “Sir” Drago’ya, özlü deyişlerinden dolayı –bir kez daha- saygıyla baktık.

Ferguson dedi ki; “Arsene Wenger’in Arsenal için yaptığı iyi şeyler ve sahip olduğu bir filozofi var. Arsenal’e çok iyi oyuncular kazandırdı. Arsenal’i sadece sahada değil, finansal anlamda da iyi idare etti. İnsanlar bunları unutuyorlar. Şimdilerde bir kaç maç kaybettiğin zaman hemen seni yargılıyorlar.”

Boşverin taktiksel yorumları, dizilişi, istatistiki verileri

Hatta futbol bilgisini de boşverin.

Futbolu izleyen, futboldan keyif alan, illâ ki futbolu bilmek zorunda değil. 70 milyon teknik direktörün olduğu bir coğrafyada, futbolu “bilen” daha fazla insana da gerek yok. Futbolun ruhuna dokunsun yeter! Yere düştüğünde ayağa kalmayı veya yere düşeni ayağı kaldırmayı isteyen güçlü bir ruh bu. Öz felsefesi mücadeleye devam etmek şeriatında. Yine dene, daha iyi yenil, ama dene. Alabildiğine erdemli, canlı, hayat dolu bir ruh.

Dün Erman Toroğlu’nun çağırdığı futbol ruhu bu nedenle ses vermedi. Yere düşene bir tekme daha atılan ya da düşene elini uzatanı aşağı çeken boş bir bedene girmek istemezdi. Üstelik taaa Britanya’dan onca yolu katilerini kucaklamak için mi gelecekti?

Kişisel tercihiniz karma ya da ilahi adalet ya da kuantum benzeşmesi ya da tesadüf olabilir. Hangisi size daha şık geliyorsa öyle çağırın. Dünkü maçtan sonra o basın toplantısında olmak isterdim. Arsene Wenger’e soracağım 1 soru vardı: “Liverpool-Beşiktaş maçından sonra böyle zayıf takımların Şampiyonlar Ligi’nde işi yok demiştiniz, kendinizi Premier League için yeterli görüyor musunuz?”

Neyse geçmiş olsun. Her büyük takımın başına gelir bu.

Yakup Sabri İNANKUR

NOT: Kişisel tercihiniz Ramazan ya da Şeker ya da Zafer veyahut da sadece Salı günü olabilir. Ne / Nasıl hissediyorsanız o kutlu ve mutlu olsun.

26 Ağustos 2011 Cuma

Futbol Sanatı

“Yazar-çizer tayfası” denir genelde. Hızlı cümlelerde vurgusuz anlara denk gelen kelime öbeğidir. Yemek-memek, börek-mörek, tantuni-mantuni gibi... Ramazan ayı öğle vaktinde yazmanın bünyeye-münyeye etkisi de bir önceki örnek cümlede belli oldu.

Ancak yazmak ve çizmek aslında birarada olan yetenek değildir çoğunlukla. Tabii böyle bir tür de var. Hem yazan hem çizen ki, bu işin piri Michael Jackson’dır. Çoğu kimse M.J’in çok yetenekli bir karikatürist olmasını bilmez. Haftanın son çalışma günü serin bir odada kulakta Michael Jackson dinlerken yazmanın cümlelere-mümlelere etkisi de bariz.

2footed.com editörü James McDaid, o yazar-çizer ünvanını sonuna kadar hakeden bir isim. Yazar ve çizer diye ayrı ayrı ya da birleşik ama vurgulu cümleleri sonuna kadar hakediyor. (Aslında bizim de böyle bir yeteneğimiz var. Arkadaşımız Kaan Kavuşan elalemin Jameslerinden çok daha futbol, çok daha çizer-mizerdir.)

Futbol bir sanat. Sanatçıları da sadece futbolcular değil. Yazar-çizer takımı da bu orkestranın çok sesli keyfinin önemli çalgıcıları.













25 Ağustos 2011 Perşembe

Çamurlu Markanıza Yeni Değerler Biçin

Yıllar önce ünlü bir kozmetik ürününün CEOsu kozmetik, hatta iş dünyasının en samimi itirafını yapmıştı: “Aslında maliyetimiz, satış fiyatımızın çok altında. Hatta diyebilirim ki, ürünlerimizi 5 kat daha pahalı satıyoruz. Bunu zalimce bulmayın. Eğer fiyatı normal bir kâr üzerinden ayarlarsak, bu sefer ucuz malın, kötü mal demek olacağını düşünen müşterimiz almaktan vazgeçer”

Bu açıklamayı daha kısa yapabilirdi. Çekici ve bakımlı bir kadın olduğu için kameralar önünde daha uzun kalmak istemiş olabilir. Biz kısa yoldan gidelim. Gidiş yolumuz doğruysa, sonuca da bir şekilde ulaşırız. Olmadı “kanaat” kullanırız.

Bir mal ya da hizmet için 2 değer vardır. Ticari değer ve şu meşhur marka değeri.

Ticari değer; maliyet, tahmini satacağınız miktar ve beklenen / istenen kâr üzerinde fiyatlanır. Marka değeri ise, markanın yani kalitenin yani güvenin fiyatının da ticari değere eklenmesiyle ortaya çıkar. Kısaca “kalite ve güven” değerdir, ticari bir değerdir ve fiyatı vardır.

Önce ticari değer, sonra marka değeri oluşur.

Etiket fiyatınızı da elinizdeki değere göre yazarsınız.

Biçtiğiniz fiyat kaliteden ve özellikle güvenden fazlaysa o ticarethane batar. İstediğiniz süsleri ekleyin, istediğiniz makyajı yapın, istediğiniz reklamı döndüre döndüre koyun, o iş yürümez.

GERÇEK MARKA DEĞERİMİZ NEDİR?

Sektörün lider kuruluşuyla kıyaslayarak aşağı yukarı nerede olduğumuzu görebiliriz. Manchester United-Manchester City maçı 43 farklı ülkede yayınlandı. Galatasaray-Fenerbahçe maçı 2 farklı ülkede (-ki Romanya’da yayını yapan şirket Türk. Olsun biz bunu da sayalım) yayınlandı. İngilizlerin Manchester Derbi’sini ülke dışında 500 milyon kişinin izlediği tahmin ediliyor. Bizim dünya derbimizi heyecanla takip eden 10 milyon kişi olmuş.

Bu evrende 500=10 değildir. Dolayısıyla, ligimizin marka değeri 400 milyon değildir. Premier Lig’in 50’de 1’idir.

Şampiyonlar Ligi’nin bu sezon kulüplere dağıtacağı para 754.1 milyon avro olarak tahmin ediliyor. Takdir edersiniz ki bir şirket, dağıttığı paradan daha çok kazanıyordur. Şampiyonlar Ligi’nin geçtiğimiz sezon ki kazancı 1.1 milyar avro!

Şimdi siz, 400 milyonluk ticaretiniz için 90 günlük enerjinizi, pislikleri halının altına süpürmekle geçirirseniz (ve bunu temizlik diye yutturmaya çalışırsanız), kıvırdıkça kıvırırsanız, adam gelir 1.1 milyarlık “markası” için 1 günde o halıyı kıvırır elinize verir, ses çıkarmaya hakkınız olmaz.

Herşeyden önce bu ülkenin vatandaşı olarak utandım. Sömürge valisi gibi adamlar geldi, “siz bu işi becermediniz, böyle yapacaksınız” dedi. Talimatı aldık ve uyguladık. Yurtdışında nasıl bir itibarımız var bunu da federasyonu atayanlar, pardon seçenler anlatsın.

NE YAPABİLİRİZ?

En güçlü tedavi, en çok acı verendir. Gerekirse lig bu sene komple iptal edilmeli. Bu kadar çamurda top zıplamaz.

Şike yapan, bu pisliğe bulaşan herkes, gereken cezayı derhal almalı. Yayıncı kuruluş çekilebilir. Ticarette bunlar olur, kâr keyfi kadar zarar riski de vardır. Belki bu depremin ardından daha sağlam bir yapı inşa ederiz.

Şunu da ekleyeyim Fenerbahçe yine şanslı. Bakmayın öyle garip garip! Eğer Beşiktaş, Trabzonspor, Gaziantepspor, Bursaspor gibi Avrupa'da oynayıp "şikeli" çıkan olursa bu takımlara daha büyük ceza gelecek.

Ne kadar sorarsanız, yorum yaparsanız yapın sonuç net. TFF bu süreci yönetememiştir. İstifa onurlu bir seçenektir.


Yakup Sabri İNANKUR

23 Ağustos 2011 Salı

Hala Giggs!

Sanal alem, artık başka bir alem oldu. Ayrı bir dünya. Kendi konuları, kendi geyikleri, kendi ünlüleri, hatta kendi siyasi görüşü gerçek alemden farklı. Gerçi gerçek dediğimiz bu dünyanın sakinleri hergün sanal olanına daha fazla göç ediyor. Mahalle bakkalı dediklerimiz çoktan toprak oldu da, artık en basitinden eve yemek söylemek için bile mouse'un sağ tuşunu kullanıyoruz. Telefonla verdiğimiz yemek siparişleri de tedavülden kalkıyor. Otoriter olmaya çalışıp, sonlara doğru yalvarmaya dönüşen "Böreğin köşesini vermeyin" ilişkimiz de kalmıyor. Sesle bile dokunmuyoruz insana...

Sosyal tartışmaları ve çıkarsamaları sanal ünlülere bırakalım. Zira hem beceremeyiz, hem de burada bir paragraf döktüğüm kelimeleri 140 karaktere sığdıracak edebi zekaya haiz değilim.

Konumuz Premier Lig. Yalansız, dolansız, şaibesiz. Sanal alemin şampiyonlarına, en popülerlerine bakmışlar.

En çok taraftarı olan kulüp facebooka göre Manchester United. United'ın öyle bir topluluğu var ki; toplanıp dövelim deseniz mahalleden Arsenal, Chelsea ve Liverpoollu herkesi çağırmanız lazım.


Twitter'ın en popüler transfer konusu ise Fabregas. Aslında dedikodu demek daha doğru olur zira Sneijder'ın Manchester, Tevez'in Inter transfer olasılıklarının tartışmaları da Charlie Adam, Kun Agüero gibi gerçek transferlerden fazla muhabbete konu olmuş.

Googlesız olmazdı tabii. En çok aranan, en çok taranan, merak edilen, sorulan oyuncu ne Torres, ne Rooney.

O hala Giggs, 100 kere Giggs, 1000 kere Gigs, 165 bin kere Giggs…


Kaynak: EPLTalk

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Wilshere, Fabregas’ın Yerini Doldurur mu?

Hangi tarafa baktığınıza bağlı. Yönünüz takım savunmasıysa, taşırır bile. Hücumsal anlamı ise gelin tartışalım. Fakat önce bir Wilshere girişi yapalım, daha sonra geliştirir, sonuçlandırırız.

İlk tanışmamız Anfield’da olmuştu. Geçtiğimiz sezon hani şu Reina’nın son dakikada elinden kaçırdığı topun Arsenal’e beraberlik getirdiği maç. Sezonun ilk maçı.

Fabregas sakat. Yerinde, 80lerin en terbiyeli, en dürüst, en temiz, en Necip Uysal ismi “Doğru Ahmet” tipli bir oyuncu var. Nasıl Doğru Ahmet’in ömrü, Bay Yanlış’a sağını solunu öğretmekle (sağım sarımsak, solum soğan), O’nu düzeltmekle geçtiyse, bu delikanlı da Arsenal ataklarını sağa ya da sola doğru şekillendirmekte, Arsenal’i yönetmekle meşguldü. Bütün bunları yaptıktan sonra, Liverpool presi ve hızlı hücumuna müthiş bir direnç gösteriyordu. Üstelik Hodgson’ın sağa-sola değil, rakibi ortadan çökertme felsefeli, matkap futboluna karşı yapıyordu bunu. Liverpool çaresizce oyunu kenarlara yaymak zorunda kalıyordu. Hodgson kenarda zıp zıp zıplarken Wilshere bir atak kesip, bir atak başlatıyordu.

Londra’da keyifli günler heyecanla geçerken, bahar gelip, çiçekler açtı ve Şampiyonlar Ligi çeyrek finalindeki rakip Barcelona’ydı. Büyük oyuncular büyük maçlarda büyük oynarlar. Wilshere’in genç yetenek mertebesinin kalfalığından ustalığına terfi etmek için seçeceği daha büyük bir maç da olamazdı. Rakip; dünyanın en iyi pas yapan, şok pres yapan ve kontra atağa çıkan takımı. Kesmek, soğukkanlı olmak, ve onlar kadar iyi pas yapmak zorundasınız. Biraz içiniz geçse, basiretiniz yarım saniye bağlansa, kaçıracağınız bir müdahale, ayağınızın 1 santim yanından geçen topu, 3-4 saniye sonra kalecinizin elleri arasında görürsünüz. Ya tebrikleri kabul ediyordur, ya da filelerden henüz çıkarmıştır.

İlk yarı bittiğinde Wilshere’in olumlu pas yüzdesi %95’ti (45’te 43). Ayrıca 1’i Messi, 2’si Iniesta’dan olmak üzere 3 top çalmıştı ki, hepsi Barça atağını budayan, yavaşlatan müdahalelerdi. (Yalnız aynı maçta Messi 71 pasın 71’ini olumlu kullandı ki, buna bir açıklama getirmek istemiyorum. Yani bu insanlık dışı. Barbarca!). Aynı zamanda bu maçta Wenger’in Wilshere’i kullandığı yer, verdiği görev Fabregas’a göre daha üst düzey, daha “önemli” bir görevdi. Fabregas’ı dahi yönlendiren, ya da Fabregas’a atak başlatma onayı veren Wilshere idi. İlk topları mutlaka alıyor ve en akıllı yere o dağıtıyordu. Nitekim 2 Arsenal golünde de hücumu başlatan ilk pas O’ndan gelmişti. Özellikle 2. golün başlangıcında topu Fabregas’ın hizmetine sunan tüm maç boyunca olduğu gibi O’ydu. Cesc’i driblinge başlatacak pası attı ve gol sevincine katılmaya en son gelenlerden oldu.

Wilshere’nin bu “ani” çıkışı, O’nu bulup çıkartan Arsene Wenger’i bile şaşırtmıştı. “O kadar şaşkınım ki, bu kadar çabuk bu seviyeye geleceğini ummuyordum” demişti.

EN ÇOK TERLEYEN ADAM

Fabregas, Nasri, Song, Rosicky ve Diaby ile birlikte görev paylaştığı orta sahada 2650 dakikayla geçtiğimiz sezonun en çok dakika alan oyuncusu. En çok kilometreyi de O’nun yaptığını söylememize gerek yok sanırım. Bu kadar yorulduktan sonra paslar ne kadar isabetli olur? Wilshere’nin sihri burada kendini belli ediyor. 1639 olumlu pas ile takımın lideri ve en yakın arkadaşına 352 fark atmış. En yakın arkadaşı ise Fabregas. Rakiplerin ataklarını 51 kez kursaklarında bırakmış Wilshere. Savunma yönüyle ikinci sırayı aldığı tek özellik de bu zaten. Ancak bir orta saha oyuncusu için bu kadar top çalmak artık Adalet Bakanlığı’nın ilgileneceği bir konu olabilir. Bundan iyisi Nuri Şahin! (ki %85 top çalmayla oynuyor, detayları bu yazıda bulabilirsiniz)

SAVUNMA TAMAM, YA HÜCUM?

60 kez gol pozisyonuna sokmuş arkadaşlarını. Transferin gözde ismi Nasri’den 2 fazla. Yalnız gol / asist sayısı düşük. 1 gol 3 asistle oynamış geçtiğimiz sezon.

Bunun nedeni oynadığı pozisyon ile alakalı. Bunun da nedeni oynadığı oyuncuya bağlı (idi). Wilshere’nin ana görevi, ilk atağı başlatmak. Savunmadan çıkan ilk topları öndeki Nasri, Fabregas, Arshavin’e göndermek. Hücum organizasyonun komutanı ise Fabregas (idi). Dolayısyla ileride daha çok dribling, daha çok şut özgürlüğüne sahip ve ceza sahasına daha yakın olan isim de Fabregas (idi). Di’li geçmiş zamanların sebebi malum. Hücum anlamında Nasri’ye, özellikle kıyasladığımız Fabregas’a oranla daha geride olması normal. Ancak şimdi kaptan gittiğine göre o görevi yapacak bir tek Wilshere kalıyor.

Peki yapabilir mi? Hücumda Fabregas kadar etkin olabilir mi?

Arsene Wenger’e göre evet, ama yetmez.

“O’nun arkasına defansif bir orta saha yerleştirirsem Fabregas’ın yerinde oynar” diyor Mösyö Wenger. Ama nokta değil, virgül koyuyor ve devam ediyor “O’nun kadar iyi bir defansif orta saha olsa iyi olur”

O nedenle Nasri’nin kalması önemliydi. Wilshere’yi yerinden oynatmak istemiyor Arsene Wenger. Belli ki O’nu savunmanın ve hücumun kilidi olarak görüyor. Haksız da değil, rakamların da önümüze koyduğu denklemin sonucu o. Cesc’in yerine Nasri’yi monte etmek daha kolay, takımın uyum sağladığı oyun düzenini daha az etkileyecek bir müdahale.

Benim gözümde Wilshere, Fabregas’tan daha iyi. Çünkü Fabregas kadar iyi! Bu bir çelişki midir? Asla! Oyun görüşü ve zekası Fabregas’a yakın. Pas yüzdesi Fabregas kadar iyi, hatta toplam pası daha fazla. Fabregas kadar hücum oyuncularını gol pozisyonuna sokuyor ki daha geride oynamasına rağmen. İşte bu yüzden benim için daha iyi. Henüz 19 yaşında ve Fabregas’a yakın bir futbolu var.

Üstelik daha çok top çalıyor, daha çok atak kesiyor, daha çok koşuyor.

Eğer Wenger O’nun kadar iyi bir orta saha bulursa, Fabregas’ın görevini aldığında hücumsal anlamda da daha net verilerle karşılaştırırız. Gerçi O’nun kadar iyi bir defansif orta saha gelirse Arsenal’e belki de bu sefer O’nu Wilshere ile kıyaslarız. Wilshere’nin yerini doldurabilecek mi, ona bakarız.

Yakup Sabri İNANKUR

19 Ağustos 2011 Cuma

Yeni Beşiktaş

Futbol matematiği, 280 milyon avroluk takımınızın, 10 da 1’i değerindeki rakibine karşı sizi favori yapar. Ancak futbol dinamiği favori olmanın, kazanan demek olmadığını söyler. Tüm futbol kamuoyu Beşiktaş için kolay bir maç olacağında hemfikirken, son 1 hafta neredeyse hergünü Carlos Carvalhal’ın maçın zor geçeceği, Alania’nın ciddiye alınması gereken bir rakip olduğu açıklamalarıyla geçirdik.

Bu açıklamaların temelinde “artık kolay takım kalmadı” resmî klişesi yoktu. Carvalhal hep sezon ortasında gelmiş / gönderilmiş bir kariyere sahip. Başka bir sistem devralmanın / bırakmanın sonrasında yaşanacak tüm sıkıntıların farkında.

Beşiktaş yeni bir takım. Bu sezon transfer politikası ise genç gurbetçi odaklıydı. Genç ve yeni bir takımın son 1 senedeki 3. teknik direktörü iseniz, sezonun ilk ciddi maçında rakip kim olursa olsun endişelenmekte haklısınızdır. Elinizdeki emaneti sağ salim teslim edebilmenin stresine de hiç girmeyelim.

Beşiktaş’ın yıllardır büyük bir sorunu var. Hayır, ondan bahsetmiyorum, saha içinde büyük bir sorunu var. Sanıyorum Recep Çetin’den bu yana sağ, Markus Münch’ten bu yana sol, tarafta oynayanlar hep devşirme beklerdi. Asıl mevkisi orta saha ya da defansif orta saha olan oyuncuları mecburiyetten beklere monte etmekle ve bek gibi oynamalarını beklemekle geçti ömür. Hatta şu an Beşiktaş’ın fiili teknik direktörü Tayfur Havutçu dahi, Toschacklı Beşiktaş’ta bir dönem sol bek sorununa çare diye çıkmıştı sahaya.

Schuster’in savunma kurgusu orta saha çizgisine yakındı. Yenilen gollerde hep bu çizginin konumu suçlandı. Stoperler yavaş olduğu için arkaya atılan toplar tehlike yaratıyordu. Aslında bu doğru göründüğü kadar yanlış, hadi biraz yumuşatalım eksik bir yorumdu. Doğru, Schuster’in stoperleri öndeydi ama top kazanmak için (özellikle hava toplarında) rakip yarı saha içlerine kadar prese çıkıyorlardı. Ancak rakip topu kaptığında beklerin duruma geç uyanması ve ters kademedeki beceriksizlikleri Hakan Arıkan’ın yuhalanmasıyla bitiyordu. Antalyaspor maçında Hilbert ve Hakan Arıkan’ın “sen mi, ben mi” bakışmalarının 3. saniyesinde birbirlerine girmesinden doğan gayri meşru gol, son dakikalarda atılan galibiyet golüyle o an için affedildi belki ama yılların sorunu sadece bir sonraki haftaya ötelenmiş oldu.

Havutçu’nun savunma kurgusu ise ceza sahasına yakındı. Belli ki Tayfur Hoca da yenilen goller için savunma çizgisinin yerini suçluyordu. Bu sefer de savunma ve hücum arasındaki mesafe 60 metreye çıktı. Bunun çözümünü uzuuuun toplarda bulan Beşiktaş’ta bu sefer Almeida sürekli kafasını tutarak yere düşerken, orta saha oyuncuları, arada önlerine top düşerse oynamaya çalışıyorlardı. Bekler ise iyice etkisizleşmişti.

Carvalhal bunun ortasını bulmuş gözüküyor. Savunma çizgisi, Schuster-Havutçu arası bir hatta. Ancak asıl devrim savunma çizgisinde değil, savunma yakınlığında. Bekler stoperlere yakın oynadılar. Hatta o kadar yakın ki, Beşiktaş maça 4 stoperle çıktı desek yeridir. Bu nedenle Alania kanatları saçlarını savura savura kenarlardan gelebildiler. Ancak içeri katetmekte zorlandılar. İsmail Köybaşı hayatında ilk kez maçın en çok top çalan adamı oldu. 5 top çalmayla oynayan Köybaşı’nı kim takip etti dersiniz?

4 top çalmayla diğer bek İbrahim Toraman.

En son Mustafa Denizli döneminde sağdan girip sol ayağıyla gol bulan Toraman, dün gece şampiyonluğu getiren o golüne benzer bir pozisyon buldu. 1 asistle de geceyi en iyilerden biri olarak bitirdi.


Tabii bekler orta sahaya bu kadar yardımla gelince, Ernst önstoperlik gömleğini çıkartıp, defansif orta saha zırhını giydi. Orta saha bu kadar baskılı olunca maçın adamı haliyle Fernandes oldu. Temposunu hücuma harcadı. Zaten futbol zekası çok üst düzey bir oyuncu. Dengeli aynı zamanda. Partneri Guti 55 pas denemesinin 47’sini olumlu kullanmış. %85’lik olumlu pas yüzdesi güzel. Ancak o hatalı 8 pasın 3’ü, Beşiktaş kalesinin şık filelerinden çıkabilirdi. Bu haliyle (muhtemelen kondisyona bağlı) konsantrasyon eksikliği sırıttı.

Bekler ne kadar yakınsa uzak forvetler adlarının hakkını vererek o kadar uzaktı. Böylece Beşiktaş top rakipteyken (kanatlar hariç) tüm boş alanlara sahipti. Hücuma kalktığında ise uzak forvetlerin ceza sahasına yaptığı koşular rakip stoperlerin dengesini bozdu. Ya Almeida boş kaldı, ya kenar forvetler, ya da geriden bindiren bekler. Holosko’nun atamadığı kafa golü bu sezon Beşiktaş’ın gireceği pozisyonların fragmanıydı. Özellikle Mustafa Pektemek bu oyunu çok sever. Attığı gollerin hemen hemen yarısını uzak köşeye atılan ani toplara tek vuruş yaparak kaydetti. Bir röportajında kendine Hakan Şükür’ü örnek aldığını söylemişti. En başta da kafa gollerini örnek aldığını son 2 sezon bizzat izledim. Attığı 16 golün 4’ü arka direğe yaptığı koşu sonrasında vurduğu kafa sonucu. Bir kenar forvet için gayet iyi bir yüzde. O nedenle Bebe bu kadar önemliydi. Hızlı, ve kafa vuruşları hedefi bulacak adam lazım bu sistemde. Metin Tekin ve Feyyaz Uçar’dan bu yana bu tarz bir oyuncu yok.

Bu nedenle Carvalhal her basın toplantısını transferle açıp, transferle kapatıyor. Hız ve kafaya sahip bir kenar forvet istiyor.


Yakup Sabri İNANKUR

18 Ağustos 2011 Perşembe

Madrid, Nuri'ye Hasret

Özlü söz kirliliğinin yaşandığı Twitter ve facebooktan bir “alıntı” yaparak başlayalım el clasico yazımıza.

“Mutlu olmak için beklemek, karşıya geçmek için nehrin durmasını beklemek gibi.”

Barselona’nın akıcı futbolu, karşısında beklediğimiz nehir gibi. Bize düşen izlemek ve mutlu olmak. 35 yıllık bir debiden çılgınca boşalan bir enerji. Önüne çıkan herşeyi boğuyor ya da sürüklüyor. Durdurmak imkansız. Seyri güzel.

Mourinho bu nehri set çekerek durdurmaya çalıştı. Koca koca kayalar koydu. Fakat kayayla suyun mücadelesini su kazandı tabii. Nehri değiştiremeyeceği aşikâr olan Mourinho da kendini değiştirmeye gitti.

İyi de yaptı.

Barselona felsefesi üzerine Türkçe’deki tüm övgü sözcüklerinden kokteyl yaptık. Gelin bu sefer biraz değişen Mourinho ve Real Madrid’i üzerine konuşalım.

Futbol ulemâlarıma göre çingene, onlar kadar futbolu bilmeyen bizlere göre büyük usta, Lucescu geçtiğimiz sezon Barselona eşlemesinden sonra şu yorumu yapmıştı “Barça’yı savunma yaparak yenemezsiniz”

Çingene ile Büyük usta arasındaki fark da bu açıklamanın fiilinde kendini belli ediyor. Durduramazsınız değil, yenemezsiniz diyor. Kafasında yenmek var.

Biz dönelim Real’e.

Dünyanın en iyi teknik direktör(lerinden birisi) ünvanına sahip olan birinin de Lucescu düşüncesinden uzak olması beklenemezdi. Mourinho’nun, Galacticos’a (alıştığımız) yıldız alımları yerine, en fazla kayaç bir gezegen tadında transferler yapmasının altındaki neden, Barselona’yı yenmekti.

Geçtiğimiz sezon başında Mesut Özil’e kıvrılan burunlar, bu sezon Nuri Şahin’e, daha şiddetli olarak Hamit Altıntop’a kıvrıldı. Halbuki yeni Madrid için en reel transferleri yaptı Mourinho.

Dün akşam ikinci yarıya Khedira yerine Marcelo değişikliğiyle başlaması bizim çocuklara olan açlığını gösterdi. Mou, orta sahada Servet Çetin’in hallicesinden daha fazlasını istiyor. Hem top kessin, hem top yapsın. Savunmada kaplan, hücumda beyefendi olsun. Orjinal fabrika çıkışı sol bek olan Coentrao’nun Xabi Alonso’nun partneri olmasının altındaki mantık buydu. Coentrao bileklerine hakim, dikine oynayan, kademe anlayışı olan bir oyuncu olarak, güçlü fizik-yan pas futbolunun önde gelen temsilcilerinden Khedira’nın kulübede maçı tamamlamasına neden oldu.

Mourinho’nun istediği, kazanılan topun 3 saniye sonra gol pozisyonunda olması. Hücum hattı bu düşünce için ideal. Taktiğin tetik düşüncesi, rakip savunmayı en zayıf ve boş halinde yakalayıp, Ronaldo’ya, Di Maria’ya, Benzema’ya kalan geniş alanlara, derin paslar atmak. Bunu Khedira ile yapamazsınız. Hatta Xabi Alonso bile bu konuda yavaş kalabiliyor.

Orada Nuri oynayacak. Şu an için dünyada “Real Madrid’in alabileceği” en iyi oyuncu idi o. İddialı bir tanım mı? Sayıların dürüstlüğüne sığınalım dilerseniz.

Önce TIPS metodunu anlamamız gerekir. TIPS yani Technique(Teknik) - Insight(Kavrama) – Personality(Kişilik) – Speed(Hız). Avrupa’nın önde gelen kulüplerinin yeni transfer parametreleri. TIPS testini geçmeden dev formaları giymek pek mümkün değil. Bizdeki “çok gol/asist, al sana 8 milyon avro” mantığına ters! 6 gol/8 asist oynayan Nuri’nin transferi bu nedenle “ilginç” geliyor bize. Örneğin Nuri’nin geçtiğimiz sezon 1,803 pas ile Bundesliga’da 3. sırada olmasına karşın takımının toplam paslarının 14.9%’unu atarak Cesc Fabregas ile aynı yüzdeyi yakalamış olmasını pek bilmeyiz. 1803 pasın 1367’sini olumlu kullanmış Şahin. Mevkiisindeki meslektaşlarına göre biraz düşük. Ancak burada başka bir parametre devreye giriyor.

ARKAYA, YANA DEĞİL, İLERİ!

Nuri Şahin, paslarının %15’ini geriye, %21’ini yana oynamış. Bu da, Nuri’nin ayağına topu aldığı 100 defanın, 64’ünü ileri –ve olumlu- oynadığını anlatıyor. Bu rakam Mourinho’yu aşık etmediyse, şu etmiştir; Nuri’nin rakip sahadaki olumlu pas oranı %85.6! Nuri’yi mevkidaşlarından ayıran parametre bu oldu.

Sayılara boğmayacağım sizi daha fazla, son bir özelik verip çekileceğim. Büyük kulüplerin üzerinde durdukları bir diğer parametre ise Key pass (anahtar pas) kavramı. Bu, asist olmayan, ancak gol pozisyonuna sokan paslar için yapılmış bir tanım. Kısaca forvetiniz Nobre, Güiza terkse, bu orta sahanızın virtiözünün suçu değil.

Şimdi sıkı durun, Nuri Şahin Key pass sıralamasında Avrupa’da maç başına 3,61 ortalamayla geçtiğimiz sezon ilk sıradaydı.

Xavi değil, Fabregas değil, Nuri.

3. sıradaki isim kimdi dersiniz?

3.35 ortalama ile Mesut Özil.

Sanırım Mourinho’nun beyninde neler döndüğünü biraz daha iyi görüyoruz. Nuri Şahin, yeni Real Madrid’in kilit ismi olacak.

MESSİ GERÇEK HAYATIN MAXIM TSIGALKOSU

CM / FM fanları için Maxim Tsigalko’ya efsane demek hakaret sayılabilir. Sezonu 60 golle bitiren, Şampiyonlar Ligi finalinde 5 gol atan bir (Ronaldo’dan özür dilerim) (yani gerçek Ronaldo’dan) fenomendir.

Messi de gerçek hayatın Maxim Tsigalko’su. Oyun hilesi. “Normal değil” demek anlatamıyor. “Organik” demek bile yetersiz kalıyor.

El Clasico festivallerinden zaferle çıkan Barça için çıkan 2 sonuç var. İlki Barselona’nın henüz hazır olmadığı ve alıştığımız boyuta geçmesi için zamana ihtiyacı olduğu.

İkincisi ve en önemlisi ise istediği zaman gol atabildiği. İhtiyaç halinde camı kırıp Messi markalı gol balyozunu kullanıyorlar.


Yakup Sabri İNANKUR

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Kader

Futbolumuzda gübre öylesine bol ki, tarlalarımız yemyeşil, buğdaylarımız salkım salkım başak dolu.

Tabii hasatı da gübre sahipleri topluyor. Hasatın hasılatı da haliyle aynı ağalara kalıyor. Böyle bir ortama aksesuar olarak tüy iyi giderdi, onu da dün kozmik odadan çıkarıp elimize verdiler. Şimdiki şaşkınlığımız da bundan. Fengshui bozulmadan bu tüyü dikecek şirin bir topak bulmalıyız.

3 temmuzda 20 milyonluk bir topluluğun başkanına kelepçe takılmasıyla başladı bu süreç. Düne kadar olacakları merak ettik.

Bu süre içinde 44 şehit verdik. Kimi Fenerbahçeliydi çocuklarımızın, kimi Beşiktaşlı, kimi Trabzonlu. Onlar da bekliyordu kararı. Ligin başlamasını da bekliyorlardı. Futbol, onların 90 dakikalık tezkeresiydi. Kurşunlar sustuğunda yıkılmışlardı. Kimi sırtüstü, kimi yüzüstü, kimi de yan yatıyordu. Şafak defterlerinde “Asker vurulduğunda değil, unutulduğunda ölür” yazıyordu. Unutulmaları, o ünlü repliğin 45 saniyesi kadar sürecekti belki de.

Dün Sn. Aydınlar nihayet çıktı, konuştu. Çok şey söyleyerek, hiç bir şey anlatmadı. Dikkatimi çeken cümlesi “Bir hüküm verilmesi adil değildir” oldu. Mikrofonlarımı 5 temmuza çevirdim hemen. TFF heyeti ve Başkan Aydınlar savcılığı ziyaret etmiş ve Aydınlar “Durum çok vahim gözüküyor, bu kadarını beklemiyordum” demişti. Peki bu kadar vahim gözüken bir duruma hüküm ver(e)memek ne kadar adildir?

26 klasör rapor var. Allah uzun ömürler versin Hayrettin Karaca duyarsa yüreğine iner. Her yıl Kıbrıs kadar toprak kaybettiğimiz bir ülke, bu kadar ağaç katliamını kaldırmaz. Madem hüküm ver(e)meyecektiniz, bu kadar çalışmaya, çabaya, rapora, belgeye ne gerek vardı?

Ligin marka değerini korumak adına veril(e)meyen bu hükmün, maçların üzerine fiyat etiketi yapıştırdığını düşündüler mi? İnsanların büyük bölümü beyin jimnastiği yapıyor. 1 şampiyonluk kaç Emenike, Tabata, Elano, Marcelinho eder?

Ülke olarak kaderciyizdir.

Madencilerimiz göçük altında kaldı, kadere bağladı büyüklerimiz.

Bugün öğrendim Yalova’da tam 12 yıl önce 2500 kişinin hayatını kaybettiği bölgeye çok katlı bina izni verilmiş. Aklıma “7.4 yetmedi mi?” diye pankart açan hanım kızımız geldi.

Belli ki yetmemiş.

Yarın 2500 kelle daha göçük altında kaldığında, buna da kader diyecekler.

Adalet örümcek ağı gibidir, küçük böcekler takılır, büyükler yırtar geçer.

Kader ağlarını hep böyle mi örer acaba?

İnsanlarımız yıkılıyor, evlatlarımız yıkılıyor, futbolumuz yıkılıyor.

Belki de yıkım bizim kaderimizdir.


Yakup Sabri İNANKUR

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Somali, Madrid, Meteor Yağmuru

İnsanın doğduğu yerdir Afrika. İlk evi.

Bu yüzden de ilk terkettiği yerdir.

Doğduğu değil; doyduğu toprakları memleket yapmış insan doymayanları geride bırakarak. Doydukça güçlenmiş, güçlendikçe acıkmış. Hortumunu anavatanın damarlarına atmış, emdikçe doymuş, doydukça güçlenmiş. Emdiği sütün çiğliğinden olsa gerek rengi de açılınca, kendini farklı görmüş, üstün görmüş. Halbuki üstte olmasının sebebi, vicdanının olması gerektiği yerde; kalbinde değil, ayaklarının altında olmasıymış. Şimarık, sorumsuz, uyumsuz, ruhsuz bir evlat olarak baba ocağını sömürmekten yorulmamış.

Somali’de 3.7 milyon insan açlık krizinde, 3.2 milyon insan acil hayat kurtarma desteğine muhtaç.

Sonra diyorlar ki bana; “Futbolun içinde şike, şaibe ne ararsan var. Her türlü dalavere dönüyor. Soğumadın mı? Nasıl zevk alabiliyorsun? Takip etmekten vazgeçmeyecek misin?”

Doğru.

Futbol kokuşmuş, adaletsizlikle dolu, hatta sahte.

Ama hayatın kendisinden daha fazla değil.

Daha adaletsiz, daha kokuşmuş, daha yavşak, daha ikiyüzlü bir hayatın içindeyiz. Buna rağmen vazgeçmiyoruz. Yaşamaya, tutunmaya devam ediyoruz. Keyif almaya çalışıyoruz.

Bu yüzden, hergün içimizde biriktirdiklerimizi Mesut Özil hakeme kustuğunda sırıtıyoruz.

Kendimizi kaybolmuş hissetiğimiz anlarda doğru zamanda, doğru yerde, doğru hareketi yapan Villa bize umut veriyor.

Herşey yanlışken, denemelerimiz sonuç vermezken, bir türlü olamıyorken, Messi’yi görüyoruz, mucizelere inanıyoruz.

Efendi olmayı, kaybeden olmakla eşitlemek için elinden geleni yapan sistemin içinde Xabi Alonso’nun ellerini havada, gülümsemesini yüzünde görünce aslında kazanan olduğumuzu hatırlıyoruz.

Hayatın yaşamaya değer olduğunu farkediyoruz.

*****

Maç bittiğinde 3 gündür olduğu gibi, çıktım balkona ellerimi başımın arkasına yastık yaptım. Perseid meteor yağmurları şiddetini kaybetmiş çiseliyordu. 1 saatte 3 ya da 4 meteor. Dünyaya aşık olmalıydı bu meteorlar. O kadar uzaktan koşa koşa geliyorlar, kavuşunca da yanıp tükeniyorlardı. Somali’dekiler de görüyordu bunu, Madrid’dekiler de...

Onların ölümlerini dileklerimle onurlandırdım. Ülkeme, Afrika’ya, kendime, aileme, Beşiktaş’a, arkadaşlarıma yetecek kadar dilek düştü. Uykuya dalarken aklımda ne açlık, ne adaletsizlik, ne kötülük vardı.

Önümüzdeki hafta Cam Nou’daki rövanş ne keyifli olacaktı!

Yakup Sabri İNANKUR


12 Ağustos 2011 Cuma

Arda Gider...

Tugay’ın jübilesini hatırlıyorsunuz değil mi?

Yüzlerinde Tugay maskesi olan 40.000 kişi. Bazılarının elinde bizim milli maçlardakinden daha ateşli, daha içten sallanan onlarca bayrak. Boğazdan değil, gönülden desibel yapan onbinlerin “Tugay, Tugay, you’re my Turkish delight!” yankıları. 39 yaşına gelmiş bir insanın mesleğinde ulaşacağı en üst yerde değil ama kesinlikle en onurluları arasında bırakıyordu Tugay Kerimoğlu.

Nasıl da gururlanmıştık ama! Nasıl sahiplenmiştik “bizim” çocuğu.

Tugay’ı ilk gördüğüm 90 dakikayı hatırlamıştım o an. Milli Takım Dublin’deydi. Rahmetli Adile Naşit’in Tosun Paşa’daki hamam sahnesini doya doya izlediğimiz, rahmetli Kemal Sunal’ın “eşşoğleşşek”lerinin susturulmadığı zamanların içindeydik. Karşımızda İrlanda futbol tarihinin en iyi nesli vardı; O’Leary, Aldridge, Townsend ve Tony Cascarino... büyük Cascarino...

Maçta toplam 3 şutumuz vardı. İkisi 18 yaşındaki genç Tugay’dan, biri de Feyyaz’dandı. Gole en dokunduğumuz an da Tugay’ın sol ayağıyla ceza sahasının sol köşesinden attığı şuttu. Yanılmıyorsam 3-0 gerideydik ve gole en çok 5 santim yaklaşabilmemize sebep, o şut idi.

Maçı 5-0 kaybetmiştik ama aklımda kalan İrlanda’nın 5 golü ve 25 pozisyonu değil, o şuttu.

O sarışın delikanlıya 18 yaşında ay-yıldız giydiren mucizenin adı Galatasaray altyapısıydı. Genç Tugay tam 12 yıl bazen parçalı, bazen çubuklu ama sadece sarı ve kırmızı rengi barındıran formayı giydi.

Tugay’ın nasıl gittiğini hatırlıyor musunuz peki?

Tugay yaşlanmıştı. Temposu düşmüştü. Çünkü Tugay her gece bardaydı. Tugay içkiden kafasını kaldırmıyordu. Tugay o pası oraya değilde, buraya atıyordu. Tugay deplasmana giderken kravat takmamıştı. Tugay soyunma odasında hocasına atar yapmıştı. Tugay vesaire vesaire idi.

Futbolu bırakmak üzereydi.

Çene şarjörlerinin kelimeleri beyninin her kıvrımına saplanırken ölmek üzereydi.

Sorunun kaynağını da o zaman gördü.

Bastı gitti Glasgow’a. Yaşamaya gitti. Futbolunu yaşatmaya...

Ölmek kolaydır. Zor olan yaşamaktır. Israrla Edirne ötesine çıkmaktan kaçınan sahte kahramanların da sebebi budur işte. Sahtedirler, çünkü futbol oynandığını sanan, futbol ülkesinde işler kolaydır. Burada kalıp kolay para kazanarak rahat rahat uyuşmak ve futbolunu öldürmek de tatlıdır. Paranın daha az, futbolun daha çok olduğu yerler rahat değildir. O yüzden oralarda hayat vardır. O yüzden oralarda futbol büyür, değişir ve gelişir.

Arda sinema kapatır, Arda seks yapar, Arda koca kafadır, Arda Al Pacino tişörtü ile anarşik olmuştur, Arda “bunu da yazın” yapmıştır. Arda şudur, Arda budur. Arda vesairedir.

Arda gider.

Bizler burada şikeli suların seller olduğu ligin “marka değeri düşmesin”, sülükler ekmeklerinden olmasın diye küme düşürülmeyenlerle beraber futbolu öldüreduralım, Arda; Barcelona, Real Madrid, Valencia, Sevilla önünde futboluna hayat vermek için terleyecek.

Yarın Arda başarılı olur. Efsanevi bir jübile düzenlenir. En başta bizim kasık bilimciler kasım kasım kasılır.

Bu gurur onlarındır çünkü!


Yakup Sabri İNANKUR


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...