29 Mayıs 2011 Pazar

CRUIJFF; “MES QUE UN JUGADOR”

Herşey, 9 yaşında, sıska, sarışın bir çocuğun futbol oynarken, iri arkadaşları arasında ezilmesiyle başladı. Cruijffizm doktrinin tohumu, büyük patlaması, o sokakların gazozuna maçlarıydı; “Sokakta top oynuyorsan, düşmek zordur, çünkü canın acır. Bu yüzden benim gibi ufak tefek oyuncular kalıplı oyunculardan nasıl uzak duracağını öğrenir.”

Daha sonra “katil Franco’nun” takımını red edip Barcelona’ya giden Cruijff, Barcelona Altyapı Akademisi La Masia’yı sıfırdan şekilledirdi ve kapısına şu cümleyi yazdı “Top bizdeyken, onlar gol atamaz”

Dün gece Sir Alex Ferguson’ın ellerinin seğirmesine kadar gelen olaylar dizisi de böyle başladı. Belki Barcelona karşısındaki çaresizlik, belki oyuncularının kafasındakileri sahaya dökememesi ( muhtemelen hepsi), Sir Alex’in yüzü, oturuşu, sakız çiğneşiyle gizlediği ruh halini ellerinde biriktirmişti.

Carrick kayboldu 2009 finalindeki gibi, Park bekleneni veremedi 2009 finalindeki gibi, Valencia Messi önünde çaresizdi, 2009’daki Ronaldo gibi, sonuç da 2009 finalindeki gibi oldu.

Yine kaybettiler.

Ya da güzel bakış açısıyla Barcelona yine kazandı.

Bugün maçlar ipek gibi sahalarda oynansa da, düşmek o kadar canını acıtmasa da kalıplı oyunculardan nasıl uzak duracaklarını biliyorlar ve top sürekli onlarda. Onlar ise sürekli hareket halinde. Sadece bununla bitmiyor, Topu kaybettiklerinde rakip ceza sahası içerisinde olsa dahi, o noktadan itibaren savunmayı başlatıyorlar. Ferdinand-Vidiç ikilisinin bir çok kez Van der Sar’a dönmesinin sebebi Pedro-Messi-Villa’nın agresif presiydi. Bu sırada arkada, Xavi-İniesta-Busquets ise Vidiç-Ferdinand’ın pas atabileceği alanları kapatmakla uğraşıyorlardı.

Futbol güzeldir, “ne anlıyorsunuz yaaaa” diyen çirkin. Dün gece Abidal’in kupayı kaldırması, bir çok Nobel ödüllü sanatçı, alim, din adamı, politikacıdan daha fazla insani mesajlar verdi dünyaya. Tabii bilene, anlayana. 2 ay önce ameliyat masasında kalkması şüpheli, kalksa da yürümesi mucize olan Abidal, 90 dakika ter dökerek Avrupa’nın en büyük kupasını kaldırdı. Bu onuru O’na arkadaşları layık gördü. Puyol gidip “ben kaptanım, kupanın bir ucundan tutayım” demedi. Buyrun size içinde azim, sevgi, saygı olan epik bir hikaye…

Barcelona Başkanı Sandro Rossell de haliyle çok sevindi. Kupayı kaldırdı. Dünyanın en iyi takımının başkanı olduğu için ne kadar övünse az! Bütün başarıların (ve övgülerin) sezon başında “Barcelona’nın tüzüğünde onursal başkan ünvanı yok” diyip kulüpten dışladığı Johan Cruijff’un sayesinde olduğu aklına geldi mi o an bilemiyorum.

Her insanda bir “onur” vardır. Ancak çok azına “sal” ya da “lu” eki mazhar olur.

Cruijff, “bir futbolcudan fazlası” olmasaydı, dün akşam Başkan Rossell o kupaya ancak uyuduktan sonra sahip olabilirdi.


28 Mayıs 2011 Cumartesi

YSİBlog 1 Yaşında!

365 adet gün.

Türkiye’de ortalama bir erkeğin 72 kez tekrarlama şansı olduğu zaman dilimi.

Ben de ortalama bir adamım.

Türkiye’de erkeğin ortalama evlenme yaşı 26.

Ben de o yaşta evlendim.

Birgün sevgili karım başımı her kucağına aldığında yaptığı gibi, burnumdaki siyah noktaları sıkarken (bazen sırf bu yüzden beni kucağına yatırdığını düşünürdüm) kırık Türkçesiyle kelimelere bastırarak;

“Birr blog açacaksın, göreceksin na kadarr zevkli bişii. Yazacaksın insanlarr okuyacak. Futbol biliyorrsun, yazmak biliyorrsun ve seviyorsun, hadi ben de yardım edecem sana”

Dedi.

Ve böyle başladı.

O dönem yazdığım site kapanmıştı ve benim için kocaman bir boşluk olmuştu. (sonra geri açıldı ve hala yazıyorum orada, gayet de iyiyiz şu aralar)

Kendi adıma doldurmam gereken boşluk vardı.

Bu blog sayesinde yeni insanlar tanıdım, sevdim hepsini. Onlar için de bir boşluk doldurabildiğime inanıyorum. Belki ufak bir boşluk ama önemli olan da çapı değil işlevi!

Yazmak telepatidir. Tam bu “an”ın zaman içinde donmasıdır. Bu yazıyı ne zaman okursanız okuyun, benimle tam şu “an” konuşuyorsunuz. Yazmanın ve okumanın sihri budur. Zihinlerimiz toplantı yapar tam bu “an”da. Fikirlerimiz çatışabilir, uyuşabilir yeni fikirler ortaya çıkabilir ve hepsi tam bu “an”da olur. Her ne kadar farklı zaman dilimlerinde olsa da…

Benim de bir ilham perim var tabii ki. Ama aklınıza ilk gelen (en azından benim aklıma gelen bu) Peter Pan’daki Tinkerbell modeli minik kanatlarıyla zarifçe uçan bir ilham perisi değil. Ya da şuh bir kadın kışık ses tonuyla “hayatım Galatasaray’ın savunma kurgusunu yazsana, sen yaparsın aslanım” da demiyor. Benim ilham perim, aslında bir peri de değil. Bıyıklı göbekli Çukurovalı bir dayı! Gelip kafama vuruyor “yazsana yiğenim bunu” diyor. Yazmadığım her an kafama daha çok vuruyor. O sırada yoldaysam, artık cümleleri ezberleyene kadar konuşuyorum, kendimle tartışıyorum, şiddet, şefkat dolu bir iç çekişmenin ortasında kalıyorum. Nihayetinde yazıp da boşalınca pipomu yakıyorum (sigaradan nefret ederim) ve dayı gidiyor.

Sinirli, heyecanlı, duygusal, umutsuz, keyifli yüreğimden taşan neyse parmaklarımdan klavyeye döktüm. Asla hafife almadım. 194 kayıt var,(bu 195.) bir bu kadar da sildiğim var. Çünkü (kendimi bildim bileli hep bir şeyler hakkında yazarım) edebiyat dünyasına eserler bırakayım, insanlar cümlelerimi hayranlıkla okusunlar, kızlar beni beğensin, öğretmenler yüksek not versin, kısaca bir şey elde etmek amacıyla yazmadım. Kendi hayatımdaki boşlukları doldurabilmek ve bunu yaparken belki başkasının hayatında da ufak da olsa bir boşluğa pamuk tıkamak (berbat bir betimleme ama silmeyeceğim) için yazdım. Değer yaratmak ve değer katmak için yazdım.

Ben hissettiklerimi yazdım. İnandıklarımı koydum ortaya. Sizler de 1 yıldır okudunuz. Çok teşekkür ederim.

Hadi şimdi 2. Yıla başlıyoruz.


Son olarak;

Kendi madalya törenimi de yapıp gideyim.

BRONZ MADALYA:

Hillsborough faciasını anlatan "ASLA YALNIZ YÜRÜMEYEN 96 RUH"

http://olefutbol.blogspot.com/2011/04/asla-yalniz-yurumeyen-96-ruh.html


GÜMÜŞ MADALYA:

Gecenin 4'ünde Roberto Baggio'dan aldığım güç ve ilhamın sarhoşluğunda "BAGGIO OLMAK LAZIM"

http://olefutbol.blogspot.com/2011/02/baggio-olmak-lazm.html


VE ALTIN MADALYA:

İlk kez, kanlı-canlı bir gazetede BirGün'de yayınlanan makalem "YENİ VATAN HAİNLERİ GELİYOR"

http://olefutbol.blogspot.com/2010/11/yeni-vatan-hainleri-geliyor.html


23 Mayıs 2011 Pazartesi

Kazananlar Kulübü

Genelde kaybedenlerin hikayesi ilgi çeker bizde. Mazlum edebiyatına toplum olarak pek meraklıyızdır. Sezercik top oynayan arkadaşlarına babasının resmini gösterirken, Emrah cemili-cümle kadın akrabalarının namuslarına deterjanlar yetiştirirken, “bu da mı gol değil hakim bey” diye ağlarız. Eski Türk filmleri bugün yerini afilli yarışmalara bıraksa da, refleksimiz halen aynıdır. SMS ile vereceğimiz oylar yeteneklere değil, acıklı hikayelere gider.

Oysa tutunamayanların hikayesi güzeldir, tutunabilenlerin ise hayatı...

Ve dünya kaybedenlerin değil, kazananların etrafında döner.

Şampiyonun da hikayesinde bol bol arabesklik vardı aslında. Herşey “Fenerbahçe 5 senede Alex ile 1 şampiyonluk kazanmış”la başladı. Doğru söylüyordu Aykut Kocaman (15 sene önce yaptığı gibi). Ve bu sefer (15 sene önce olduğu gibi) kovulmuyordu. Brezilya’nın sol beki, neden Fenerbahçe’de oynamadığını kimselere anlatmıyordu. Bilica’nın neden Fenerbahçe’de oynadığını da kimse anlamıyordu. Nihayetinde 29 sene oluyordu. Daum’u çağıran vardı, zaten Aykut Hoca da gülmüyordu. Beklendiği ve alışıldığı gibi transferLER de olmuyordu devre arasında. Yobo sakat ve yaşlıydı. 9 puan fark vardı.

Önce Aykut Kocaman değişti. Alex’le konuştu. Alex de değişmeye karar verdi Aleks oldu. Cebine Türk kimliğini koyan Aleks, ruhuna da daha çok koşan, daha çok basan, daha çok ısıran bir futbol kimliğini ekledi. Aykut Hoca sevindi, ama gülümsemedi. Santos Brezilyalı olduğunu hatırladı, Mehmet Topuz Kayserili olduğunu. Aykut Hoca sevindi, ama gülümsemedi. Yobo, Bilica’yı (ve etkilerini) sildi, Emre sakatlanmaktan vazgeçti, Gökhan Gönül’ü Alex Ferguson izlettirdi. Aykut Hoca sevindi, ama gülümsemedi.

Derbilerde mağlubiyetten dönüldü, Fenerbahçeli’nin “gitti” dediği maçlar geldi, Güiza ağladı. Fenerbahçeli’nin “olmaz” dediği maçlar oldu, Muhammet ıskaladı, Lugano attı. Aykut Hoca sevindi ama gülümsemedi.

Nihayetinde şampiyonluk apoletini dün gece itibariyle Fenerbahçe taktı. Aykut Hoca hem sevindi, hem gülümsedi, yumruk şov bile yaptı.

Geçen sene İbrahim Toraman hata yaptı, bu sene de Korcan. Toraman da hata yapacak, Korcan da, Aykut Kocaman da hata yapacak, Şenol Güneş de; ki gol olacak. Aleks Taşçıoğlu’nun kaldırdığı bayrak ne kadar beceriksizlikse Umut Bulut’un her maç kaçırdığı 3 net gol pozisyon da o kadar beceriksizlik. Herkesin “god mode” oynadığını düşünsenize, sıfır hatayla! Mümkün değil, iyi ki de değil! Buzağıları öküz altında arayanlar, daha önce oraya buzağı bırakanlardır. Benim gibi bir adam öküzle derdini anlatır tabii. Romantik bakış açısı Selçuk Dereli’nin oysa; “En büyük aşk filmlerini, en büyük aşkları yaşamış rejisörler çekmişler … Komplo teorileri de böyle işte… Aşk filmleri gibi… “


Gözlük kullanmıyorum, pembeyi de sevmem. Bu yüzden ülke futbolunda teşvik primi, şike olduğunu da biliyorum. Bu ülkede 86-87 gibi 2003-2004 gibi kapkara sezonların olduğunu da biliyorum. Ama bu sezon bunlardan biri değildi. Hatalar / şanslar, her takımın lehte aleyhte eşit paylaştığı bir terazide adalet dağıttı.

Ola ki Sivas 1 gol daha atsaydı, o zaman ne olacaktı? Sadece Fenerbahçe’nin şampiyonluk sayısı 17 olacaktı.

Bu durum, son 7 sezonun 6’sında Fenerbahçe Futbol Takımının ilk 2’de olduğu gerçeğini değiştirmeyecekti.

Bu durum, erkek-kadın basketbolda, voleybolda, kürekte, velhasıl bir hentbol (bir de deve güreşi) hariç her branşta son 5 yılın en başarılı takımının Fenerbahçe olduğunu değiştirmeyecekti.

Fenerbahçe Futbol Takımı’nın 2010-2011 sezonu şampiyonu olamaması; isminden hazzetmediğim kadar satış stratejisini takdir ettiğim Fenerium’ların darphane gibi çalışmasını, tesisleşmeyi, kurumsallaşmayı, temelde Fenerbahçe Spor Kulübü’nün atılımlarını etkilemeyecekti.

Olay şampiyon olmak değil, sürekli şampiyon olamazsınız zaten. Ancak sürekli başa oynayabilirsiniz. Ve bunu yaptığınız sürece de kazanan olacaksınız.

Umarım bunu başta şampiyon Fenerbahçe’nin, ardından Trabzonspor’un değerli yöneticileri, teknik heyeti ve taraftarları da anlayabilir. O zaman belki işler kötü giderken hakemleri baskı altına alan, rakipleri töhmet altında bırakan açıklamalara gerek olmadığını görürler.

Zira, Türk Futbolu’nun kazananlara ihtiyacı var.

Yakup Sabri İNANKUR

22 Mayıs 2011 Pazar

İade-i İtibar

İftiharların toplamında kendini bulan itibar güzeldir. İftihar, sadece kan bağı ya da “itibarlı” bir camia ya da toplum içindeki maddi zenginlikten gelmez, benim gözümde. İnsanın zekasıyla, ruhuyla, tutkusuyla, aşkıyla, karakteriyle kendi hikayesini yazması iftiharlıktır. O hikayenin başı isyandır aslında, sonu da duruş. Başında iftihar, sonunda itibar vardır.

Duruşunuzu kaybederseniz, iftiharınızı ve itibarınızı kaybedersiniz, benim gözümde…

Beşiktaş tribünleri güzel futbol oynayıp, çok gol atan bir çok oyuncusu için “Adam Gibi Adam” pankartı asmadı. O pankart adam gibi gelen, adam gibi giden bir iftiharın, itibarıydı.

"Rakibimizin de oynayacağı maç, Avrupa karşılaşmalarında statüyü belirlemesi açısından çok önemli. Biz kendi maçımıza final olarak bakıyoruz. Gaziantepspor da aynı düşünceye sahip.Demek ki rakipleri öyle bakmıyor. Çok fazla konuşmak istemiyorum."

Bu açıklamadan sonra ben de çok fazla konuşmak istemiyorum. Tayfur Havutçu’ya, Beşiktaş’ın gençlerine ve Beşiktaş camiasına iade-i itibar yapmak o pankartın sahibinin görevidir. Buna ihtiyacı olan Beşiktaş değil, Ertuğrul Sağlam’ın kendisidir.

15 yıl önce yine bir Trabzonspor-Fenerbahçe çekişmesinin olduğu bir ligde, Aykut Kocaman isimli şövalye “Onlar şampiyonluğu daha çok haketmişti” demişti. Bütün sezon futbol olarak daha çok keyif veren, daha heyecanlı maçlar çıkaran Trabzonspor’a itibarını sunmuştu.

Bu akşam yine Trabzonspor-Fenerbahçe çekişmesinin olduğu bir lig yine sona erecek. Trabzonspor şampiyon olursa Aykut Kocaman’dan istediğimiz duruşuna yakışanı yapması. Fenerbahçe şampiyon olursa Trabzonspor’dan istediğimiz Aykut Kocaman’a 15 senelik iade-i itibarı olduğunu hatırlaması.

Beklediğimiz / istemediğimiz ise holiganların ellerindeki çamuru birbirlerinin takım elbiselerine atıp kendilerini ve etrafı daha da kirletmeleri.

Fenerbahçe şampiyon olursa, bu Sivas’ın yatmasından değil, Trabzonspor forvetlerinin kritik maçlardaki beceriksizliği yüzünden olacak. Trabzonspor şampiyon olursa, bu Karabük’lü savunma oyuncusunun kendi kalesine gol atmasından değil, Fenerbahçe forvetlerinin beceriksizliği yüzünden olacak.

1 şampiyon çıkacak ve bunu haketmiş olacak. Açıklama değil alkışlama gerek.

Bugün itibariyle lig sona erecek. İtibarıyla sona ersin. Biz de iftihar edelim.

Yakup Sabri İNANKUR


15 Mayıs 2011 Pazar

2 Videoda Diego Forlan (Çizgi Filmli)


İlk yukarıdaki videoda tanıdım Forlan’ı. Kimdir, hangi performansıyla Cole-Yorke yerinde olmayı haketmiştir bilgim yoktu. Juventus, Manchester United, Milan ve Rüştü’lü (ve Quaresma’lı) Barcelona, A.B.D’de düzenlenen bir turnuvada, birbirleriyle oynayacaklardı. Tabii bizlerin heyecanı maçların büyüklüğünün dışında Rüştü’yü Barça kalesinde görecek olmamızdı. Dönemin teknik direktörü Rijkaard ilk maç olan Juventus karşısında bizlere ilk olarak Victor Valdes’i tanıttı. Rüştü, ikinci yarıya başlayan yedek takımın kalecisiydi. Yedek takımda yıldız adayı Quaresma da vardı. Quaresma’nın Silvestre ile Ferdinand’ı çarpıştırıp taç çizgisinin dışına yolladığı ikinci yarı daha heyecan verici olsa da, o yedek takım Barça formasını pek giyemedi. Daha sonra United, Juventus’la karşılaştı. Video o maçtan. 4-1 kazandılar. İlk kez izlediğim Forlan maç boyunca öyle yanlış paslar, gereksiz şutlar, girmediği ver-kaçlar velhasıl hatalı tercihler yaptı ki, son dakikada yukarıdaki gibi görkemli bir final izleyenlerin de O’nun da hakkıydı. “Kazma” etiketini vurup, yanlış transfer rafına kaldırdım.

Etiketine genelde sahip çıktı Forlan ve (Hargreaves’e bile 4 sene dayanabilen) Ferguson’dan 2 sene tahammül alabildi. Villarreal’e gitti. İlk sene ummadığım bir şekilde gol kralı oldu. Rafından indirip “demek ki birşeyler varmış, takip etmek gerek” dosyasına koydum. Villarreal’deki 3 harika sezondan sonra Atletico Madrid’e giderken en sevdiğim golcüler arasındaydı.

Futbol efsanesi olmanın en iyi yolu olan Dünya Kupası’dır. 2010 Güney Afrika’da, Uruguay güneşinin parlak, sarı ışığıydı. Çok canlar yaktı. 6 sene önce beynimin verdiği karar, kalbimin O’nu Francescoli’yle Uruguay baş köşesinde kucaklaştırması karşısında, aşağılandı. Gerçi kalbimin beynimi ilk mağlup edişi değildi bu (neyse…)

Yukarıdaki videodan aşağıdakine terfi etti. Çocukların sevgilisi, mahallenin mangal yürekli delikanlısı, ulusal gurur sembolü..

Forlan’ın en kötü ve en iyi halini 5 dakikada bu kadar özetleyebildim. Beşiktaş’a gelirse bu 2 videodan birisine yaklaşacağız. Hangisine yaklaşacağımızı ise takımın ortamı ve tribün belirleyecek. Çünkü Forlan yürek adamı. Ancak kalbini ortaya koyduğunda Tsubasa seviyesine çıkabiliyor

13 Mayıs 2011 Cuma

Zıt Karakterlerin Mücadelesi

Tabelaya bakıp yüzümüzü ekşitmektense, Türkiye’nin en muhteşem stadında geçirecek en az yarım saatimiz daha olmasının keyfine bıraktık kendimizi. Çevre düzenlemesiyle, otoparkıyla, geniş merdivenleriyle, atmosferiyle Kadir Has Stadı’nın, ağzımızı doldura doldura söylediğimiz Avrupa’daki futbol tapınaklarından farkı yok. Böyle bir stadı yapan mühendislerin, İnönü’yü de Kadir Has kategorisine çıkartabileceklerinden eminim. Bunu da kaydırmadan yapacaklarına şüphem yok. Zira 120 dakika 30.000 kişi tepindik, stad milim oynamadı.



Tribünlere, localara dalıp bunları düşünürken, gözlerimi sahaya çevirdim. 90 dakika efor sarfedip kazanamamanın can sıkıntısını anlıyorum. Oyuncular çimlerin üzerine yığılmışlar, su içiyorlar, baldırlarını sallıyorlar. Bunu yaparken turunculu oyuncular çember şeklini almışlar, oturuyorlar, ortalarındaki Abdullah Avcı’yı dinliyorlar. Beyazlı oyuncular için yapabileceğim en geometrik tabir kırık çizgi olabilir. Taç çizgisi kenarında bir oyuncu, hemen sağında ayakta bir oyuncu ve oturan bir diğeri. Onların 5 metre arkasında üç oyuncu duruyor. Aralarda tek oturan var, 3 kişi kümelenen var, orta yuvarlakta kendi kendine yürüyen var...O manzara bu maçın neden uzadığının cevabıydı. Her ne kadar elinizde tek başına bir takım kalitesinde oyuncular olsa da, hep birlikte bir takım olanlara karşı zorlanırsınız.

Elbette İstanbul B.B’nin bu büyük başarısının temeli (yazmaktan bıkıp usanmayacağım) sabır ve istikrara dayanıyor. Futbol felsefeleri hoşuma gitmese de, 4 senedir sabırla üstüste koydukları tuğlalar, artık güçlü surlar olarak dimdik karşımızda duruyor. Bu şekilde devam ederse, güçlü ve yıkılmaz olacaklar.

Bu nedenle son yıllarda İstanbul B.B.-Beşiktaş arasındaki maçlar zorlu geçiyor. Zıtlıkları temsil ediyorlar. Belediye topluluk Beşiktaş birey, Belediye sistem Beşiktaş skor, Belediye istikrar Beşiktaş kısa vade başarı, Belediye tribünsüzlük Beşiktaş tribün...

Bu tez-anti tez kapışmasının sentezlerini maç içinde rahatlıkla görebiliyoruz. Cihan-Mahmut-Holmen üçlüsünün uyumuna karşılık Necip-Fernandes-Guti’nin kalitesi, İbrahim Akın’ın aklına karşılık İsmail Köybaşı’nın stresi, Simao’nun zekası Rızvan’ın ıskaları...

Her iki takımdaki iyi ve kötü yönlerin en baskın hali orta sahada belli oldu. Beşiktaş orta üçlüsüne alan bırakmama bilnciyle çıkmış Cihan-Mahmut ikilisi bunu başarınca, maç yakan topa döndü. Zaten savunma çizgisini Mustafa Denizli, hücum hattını Schuster’e göre ayarlayan Tayfur Hoca’nın Beşiktaş’ı, aradaki 60 metrelik sorunu top şişirerek çözüyor. Bu yöntem, golden çok Almeida’nın kafasına yediği dirsek, omzuna çıkan adam sayısını arttırıyor.

Arasıra Necip’in akıllı, Rıza Çalımbayvari ruhlu presleriyle top kazanan Beşiktaş bu kez de orta sahadan çıkmakta zorlandı. Fernandes’in topu ayağından geç çıkarmasının sebebi, tribündeki 30.000 izleyiciye sahadaki 9 Beşiktaşlı’nın da katılmasıydı. Hareket olmadan bereket olmuyor. Quaresma bunu farkedip ceza sahasına koşu yapınca gol geliyor haliyle, Fernandes’in de asist sayısı artıyor.

Yağmurda top oynayan mutlu çocukları, penceresinden izleyen hüzünlü amcalar gibiydik bir ara. Kadir Has’ta yağmur bile başka bir güzellikte yağıyor! Damlalar acımasızca ışıkları kesip biçerken, renkler hayatta kalıyor, parkta birbirini kovalayan çocuklar gibi birbirlerine karışıyorlardı. Gece olmasına rağmen gökkuşağını bekledik. Tabii beklerken formadaki ter olmak yerine, o formayı yağmurlu bir günde görmeyi ne kadar özlediğimizi farkettik.

Gözlerimizi damlalardan sahaya çevirdiğimizde İbrahim Akın döktürüyor, Beşiktaş savunması dökülüyordu.

İstanbul B.B için yaptığımız tüm övgüler, Beşiktaş’a üstün (ve zıt) gördüğümüz vasıflar, iş penaltılara gelince bir anda dezavantaj oluyor. Penaltılar; bireysel yeteneklerin, daha az yorulanın ve daha tecrübeli olanın hükümdarlığından emir alır. Yorgun bir “takım” için bu fermanı değiştirmek zor.

Nihayetinde yine kötü bir sezon, yine olabilecek en iyi teselliyle bitti. Son 6 yılın hikayesinin açılış cümlesi bu aslında. 6 yılda 4 kupa muazzam bir başarı. Fakat bu başarının odak noktası, ligde sönen umutların amorti özlemli motivasyonları. Demek ki Beşiktaş takımı aslında son 6 yılda ne olursa olsun kaliteli oyunculardan meydana gelmiş. Kısa vadeli hedeflerde birazcık motivasyonla başarılı olmuşlar. Uzun vadeler, maratonlar (hatta Avrupa) ise takım olmakla ilintili. Takım olmak da sabır ve istikrarla... Ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar ilk 11’nin 7’si henüz kulüpteki ilk senesini bile dolduramamış oyunculardan büyük başarılar beklemek futbolun matematiğinde olan bir denklem değil. Var mıdır? Vardır. Olabilir miydi? Olabilirdi. Ama olmadığı için eleştiri mızraklarını böğürlerine saplamak doğru değil. 90 dakikaya sığmayan bir maçtan sonra ateşin çevresindeki izci misali yerlerini alabildikleri zaman beklentilerimizi üst çıtalara asarız.

2 sıra önümde 120 dakika Beşiktaşlı oyunculara küfür eden Beşiktaş formalı arkadaşın ve onun ekolünden tribünlerdeki binlercesinin anlaması gereken yapı, mentalite, felsefe, mantık bu. Suçu bireylerde arayıp, güzelim ses tellerini olmayacak cinsel fantezilerin dileğiyle titreştirmeleri Beşiktaş’ı daha iyi bir hale getirmiyor.

Geleni selamlayan Erciyes, gideni uğurlamak için yine ayaktayken, biz tekrar geleceğimizin sözünü verdik. Ciğerlerimizde tribün yoldaşlarımızın “Samsun dumanlarına” ağlamayan tek santimetre kare kalmadığından, yolda yakacağımıza söz verdiğimiz keyif purolarının çikolatalı kokusu burnumuza ufak bir buse kondurabildi ancak...

Yakup Sabri İNANKUR

10 Mayıs 2011 Salı

Pasaport: Alman Akademisi

Marty McFly’dan 2 dakikalığına DeLorraine’in anahtarını istedim, kırmadı sağolsun. 5 Eylül 1988 tarihine ayarladığım zaman makinesiniyle, Lüdenscheid’da doğan Nuri isimli bebeği beşiğinden aldım. ve yerine 30 Ocak 1987’de Bayrampaşa’dan aldğım Arda isimli bebeği bıraktım. 10 Mayıs 2011’e döndüm, plütonyumu fulleyip Marty’e teşekkür ederek anahtarı verdim. Bu deneyin sonucunda Lüdenscheid’ta bıraktığım Nuri isimli bebeğin (gerçek ismi Arda aslında) Real Madrid’e transfer olduğunu ve Arda isimli bebeğin (aslında Nuri olan) Galatasaray’dan transfer olup olamayacağının belli olmadığını gördüm. Tarihin akışı değişmedi, olaylar değişmedi, konular değişmedi. Sadece başroldeki 2 insanın kaderi değişti.

Böyle gaddarca bir deney aslında bize acımasız bir (alternatif) gerçeklik sundu. Oyuncularımızın sorunu yetenek değil, eğitim. Madrid’de oynayanlardan kabiliyet eksiği olmadığına inandığım Gökhan Gönül’ü, Necip Uysal’ı, Arda Turan’ı beyazlar içinde gördüğümüz zaman, bizim de bahsedebileceğimiz bir Türk masalı olacak..

Transfer kadar, konuşulacak ilk konunun “pasaport” olacağını da bekliyorduk...

25-30 yıl önce ligimizde sihir beklediğimiz pasaport sahipleri ya Yugoslav emeklileri ya da Avrupa’da kimsenin yüzüne bakmadığı alt liglerinin oyuncularından ibaretti. Takımlarımız eylül ayında 2 maçlık “zorunlu” Avrupa görevini tamamlayıp lige dönüyordu. Vatanla, milletle, Sakarya’yla doyurduğumuz oyuncular büyük bir hırsla çıktıkları maçlardan “talihsiz” goller yiyerek dönüyordu. Avrupa ayak seslerimizi duysa da, gerisini bir türlü göremiyordu.

38 gol atan Avrupa Altın Ayakkabı ödüllü golcümüz Tanju Çolak bile Avrupa’ya değil Kadıköy’e gidebiliyordu.

Böyle bir dönemde Orhan Ayhan “Avrupa’dan Futbol” u sunarken, maç özetlerinde Kubilay Türkyılmaz ismini telafûz ettiğinde, yaşadığımız ulusal gururu tasavvur edin. Bu, esmer adam arada sırada Bologna formasıyla gol attığında ana haberlere dahi konu oluyor tüm ülke (topu boş kaleye de yuvarlasa) bunu zevkle izliyorduk. Bologna’nın küme düşmemeye oynaması önemli değildi. Yılmayan Türk’tü O! Bununla birlikte, Kubi’nin pasaportunda “hilal” değil “artı” vardı. Ama bu da önemli değildi, konuşmuyorduk bile, taşıdığı “yıldız” sıfatı bizimdi çünkü.


Bugün farklı bir dünyada, farklı bir Türkiye’de yaşıyoruz. Ancak değişen / gelişen rüyalarımızın yanında, saplanıp kaldığımız tartışmaların kökeni hala aynı.

Mesut’un yanına Nuri’yi ekleyen ulusalcı cephe ile Mesut’u dışlayıp Nuri’yi kucaklayan milliyetçi cephe tatlı tatlı atışmaya başladı. Biraraya geldiklerinde (daha düne kadar Mesut’la gurur duyanlar bile, O’na dudak büküp) Nuri Şahin’i göklere çıkardılar. Zira o “gerçek” Türk’tü.

Bu konudaki açlığımızı yenmemiz kolay değil. Çünkü bu, çeyrek asırlık bir konu değil esasında. Tanzimat fermanından bu yana “bizden birşey olmaz, biz yapamayız” düşüncesiyle soykırıma uğruyor / uğratılıyor beyinlerimiz. Halbuki iyi ya da kötü (durduğun konuma göre aşağı ya da yukarı) olmak nerede doğduğun ya da neye inandığınla değil, ne ürettiğin, ne kadar ürettiğinle ilgilidir. Üreten, geliştiren öne geçer. Satın alan, dışa bağımlı olan geride kalır. Birinin bu doğa kanununu önce Florentino Perez’e anlatması gerekiyor, ardından Yıldırım Demirören’e, Aziz Yıldırım’a, en sonra da bize ve 200 yıllık kompleksimize...

Nuri’yi sahiplenelim, gurur duyalım, sevelim ama adrenalimiz düştüğünde irdelememiz gereken konu; 4 milyonun içinden 2 (belki 3) Real Madridli çıkarken, 75 milyondan hiç çıkmaması, yakın dönem itibariyle çıkacak gibi de görünmemesidir.

Nuri Şahin pasaportuyla gurur duyabilir (duyuyordur da) bizim de O’nu sahiplenmemiz doğrudur, ama gerçekçi değildir. Türk Milli takımından bir oyuncunun Real Madrid’e transferi gelişmedir, ama devrim değildir. Koca bir Avrupa Şampiyonasını ıskalamış, yıllık milli maç ortalaması 4 (6 yılda, 26 maç) olan bir oyuncunun -hangi takıma transfer olursa olsun- transferinde ulusal formanın (artı ya da eksi yönlü) bir katkısından bahsedemeyiz. Nuri Şahin Uganda Milli Takımı Forması’nı giyse de bugün Real Madrid’in futbolcusu olacaktı.

Bu transferin bizim için, ulusal takım için en olumlu tarafı, kariyer basamağının en tepesine Real Madrid forması koyan Almanyalı oyunculara Ay-yıldızlı formanın “ayak bağı” olmayacağı mesajıdır. Demek ki Real Madrid’de oynamak Kırmızı-beyazla da mümkün oluyor.

Bunun dışında Bernabeu’da kaçan gollerden sonra 2 (belki 3) ayrı küfür duyacak olmamız, değişik bir haz verecek bize.

Yakup Sabri İNANKUR

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Nouma, Duruş ve Vuruş

Vakti zamanında Tümer Metin, Beşiktaşlı’nın hala Nouma diye bağırmasına bir anlam veremediğini söylemişti televizyonda. 4 hafta önce Bilica’nın sondajına yaptığımız göndermeler de ise FB’li dostlarımız “duruş duruş dersiniz, Nouma diye bağırırsınız ama” diyerek tombalaya gönderme yapmışlardı. En son Serdar Özkan ağzını Nouma’dan açınca, artık bu konu hakkında iki kelam etmek farz oldu.

Beşiktaşlı Nouma diye bağırır.

Çünkü Nouma isyandır. Sarı Fırtına’yı ceza sahasında biçen Göteborglu oyuncuya hakemin tepkisiz kalmasından sonra Metin’in kalkıp indirmediği tokadın Danny Mills’ın suratında patlamasıdır Nouma. Terbiyesizliğin en zirvesindeki küfürleri yemesine rağmen efendiliğinden taviz vermeyip futbolunu oynayan Atom Karınca’nın, rakibine dönüp “bu golü hazmettiniz mi” diye yedirmesidir Nouma. Frikiği smaçla kesilen Sergen’in “o el oraya değil ama buraya gider” demesidir, evet, tombala yapmasıdır Nouma.

Her sene ruhsuzluktan yakınıp tonla parayla ve tehditle “Ben Beşiktaşlıyım” diyenleri satın alıp ruh arayanlara, “Beni İnönü’ye gömün” demektir Nouma.

Milyon avrolarla transfer olan gol kaçırma rekortmenin ve şampiyonluğu kaçıran şovenist seyircisinin gözyaşlarına, “Burası İnönü, benim evim” diye kalpyaşı akıtmaktır Nouma.

Ben Beşiktaşlıyım diyip de ezeli rakibinin fiyakalı teklifine koşa koşa gitmek değil, “Ben o takımın formasını giyersem o zaman ölürüm” demektir Nouma.

Elinde purosuyla görülüp sahada yürümek değil, hepimizi diskoya götürüp sahada yüreğini koymaktır Nouma.

Omzu çıkmak değil, sete çıkmaktır Nouma.

Nouma tüm Beşiktaşlılığın, efendiliğin, vakurluğun, şerefli ikinciliklerin, saygının, terbiyenin, en yaramaz çocuğudur.

Ve O’nun agresifliği oyunadır, skoradır, sahayadır. Bu yüzden rakipler de sevmiştir Nouma’yı.

Asla rakibinin ekmek parasına kastedip onun futbol hayatını bitirmeye kalkışmamış, korkudan tavuk gibi sağı solu eşelememiş ve asla çirkeflikle anılmamıştır Nouma

Hala anlamadınız mı neden Nouma?

Nouma, Beşiktaşlılık Duruşu’nu “anlayamamış” herkese vuruştur.

Yakup Sabri İNANKUR


Not: Bu yazıyı geçen sene bu vakitler yazmıştım. Bursaspor-Beşiktaş maçına TFF'nin alacağı karardan sonra değineceğim. Şimdilik bu yeter, Nihat Doğan'a ayrıca sevgiler.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Messi Ve Diğerleri

Günümüzde milyonların kaderini değiştiren şifreler, futbolumuzun kaderine bundan 22 yıl önce müdahale etmişti. Sert bir müdahaleydi. Canımızı bayağı acıttı. Maç seyredememenin nasıl bir duygu olduğu öğrendik. Sevdiğimiz renklerin peşinde olmak için, kahvehanelerde sigara sarısı bıyıklı amcaların dumanlarını ciğerlerimize, küfürlerini sinemize çektik.

Büyüdük, iş-güç sahibi olduk. Dekoderlere bütçe ayırabilir olduk. Bu sefer de lig için ayrı, kupa için ayrı, Avrupa’dan futbol için ayrı, Şampiyonlar Ligi için ayrı para istemeye başladılar. Böyle bir tempoyu Türkiye’deki cüzdanların %85’inin kaldıramayacağını söylemek için, ekonomist kimliğini masaya koymama gerek yok. Birçok futbolsever El Clasico’nun sonucunu papatya fallarında aradı.

Aşırı dozun zararlı olmadığı ve zevk verdiği ender olaylardan biridir Barcelona-Real Madrid maçları. Hani yarın yine olsun, aynı heyecanla televizyonun başına geçer ya da küfrede küfrede link ararım. Yine Mourinho’nun Barcelona’yı kitleyeceği düşüncesiyle izler, yine “bu nasıl el clasico, sıkıcı” der, maçın ortalarına doğru dünya futbolcular cemiyetini “Messi ve diğerleri” diye ikiye ayırır, hemen ardından Cristiano Ronaldo’nun büyük maçların kayıp topçusu olduğuna kanaat getiririm. Sanırım gelecek itirazlar da bu son kanaate gelir.

2004 Avrupa Şampiyonası Finalinde yoktu. Her çalım denemesi ayağına, her şut denemesi reklam panosuna dolandı. “Daha çok genç” dedik.

2006 Dünya Kupası’nı İran’a attığı 1 penaltı golü, vasatın üzerine çıkamayan performansı ve yarı finalde, taraftarların ıslıklarıyla tamamladı. “Yorgundu” dedik

2009’da Şampiyonlar finalinde 10. dakikada Eto’o golü attığında tüm kameralar O’na döndü. Elleri ve yüz ifadesi arkadaşlarına “sakin olun sorun yok” mimikleri dağıttı. Karizmatik bir görüntüydü. Ağır çekimde daha etkileyiciydi. Maç içinde 2 şut atabildi, oyunun genelinde berbat oynadı. Messi kafayla 2. golü attığında sorunu olmayan taraf Barcelona’ydı.

2010 Dünya Kupası’nı bacağını açıp elli metreden kaleye vurmakla geçirdi.

Çok büyük yetenek, çok büyük oyuncu. Senede 30-40 gol atıyor. Çok maçı tek başına çeviriyor. Zaten benim eleştirim Santander, Getafe karşısındaki şiirsel performanslarına değil, yeteneği ve oyunculuğu klasındaki tüm maçlardaki etkisizliğine. Büyük maçların, hedef maçların, hiçbirinde bekleneni veremedi. Belki de “birşeyler yapmam şart” psikolojisinin altında ezildi, (sonuçta) beklentilerin altında kaldı.

CR7’den her umudumu kestiğim finalde, O’nu hayallerimde Q7 ile değiştiririm. Düşünmeden edemiyorum; Quaresma 20 yaşındayken Sir Alex Usta’nın kanatları altında tamamlasaydı kuluçkasını, şimdi nerede olurdu? Eminim beyaz formasıyla Bernabeu’nun Prensi olurdu. Dün geceki de dahil, CR7’nin tüm kaçırdığı finallerin de prensi olurdu aynı zamanda...

Barcelona zaten bildiğimiz gibi eksiği yok Iniesta’sı var. Bu çok büyük bir artı, zira Iniesta, Messi’den sonra takımını en iyi öne taşıyan oyuncu. O’nun yokluğunda Barça orta sahası, orta sahada daha fazla “oyalanıyor” (tamam sıkıcı demeyeceğim). Puyol futbolsever kimliğimin aşık olduğu isimlerden biri. Yürekli oyunu ve nesli tükenen bayrak adamlardan olması O’nu romantik bir portre içine koyuyor. Gecenin romantizminin de Kaptan’a gelmesi bu açıdan tesadüf değil. Görev yaptığı sol bek mevkiinin asıl sahibi Abidal, ameliyat masasından mucizevi bir şekilde ve tümörsüz kalkmıştı. Oyuncu değişikliği tabelasında kendi numarasını gördüğünde neredeyse ağlayacaktı. Yerini Abidal’e bıraktığında takımı çoktan finale çıkmıştı ve –emanet- görevini yerine getirmenin rahatlığı vardı üzerinde. Büyük olasılıkla da 25 gün sonra en büyük kupayı kaldıran eller O’nun olacak.

Yakup Sabri İNANKUR

3 Mayıs 2011 Salı

El Clasico İçin Isınalım

El Clasicoların sonuncusuna 2 saatimiz var. Maç hakkındaki düşüncelerimi anlatmak yerine, göstermeyi uygun buldum. Malum görüntülü anlatım daha akılda kalıcı oluyor.

Beyazlı takımı Barcelona, Kumi Yokoyama'yı da Messi olarak düşündüğünüzde, herşey yerli yerine oturuyor.

Kumi Yokoyama kim mi?

:)




2 Mayıs 2011 Pazartesi

Sivok’un Yanında Kim Oynayacak?

Galatasaray'da "mevkilendirme" kura yoluyla yapılıyor sanırım. FM diliyle AMC, WBL, MC...vs yazıp bir torba içine atıyorlar. Tahtada ismi olan 11 oyuncu gelip şanslı mevkisini çekiyor. Culio'nun oyun kurucu, Aydın Yılmaz'ın sağbek, Hakan Balta'nın forvet arkası, Mustafa Sarp'ın pasör olması konusunda bulabildiğim en mantıklı açıklama bu.

Şaka bir yana, aslında bu tercihlerin açıklaması var. Son 1.5 senede Elano, Keita, Misimoviç gibi zekaların gönderildiği, Kewell’ın, Insua’nın, Pino’nun küstürüldüğü bir takımda topun en yakıştığı ayakların sahibi haliyle Hakan Balta, Aydın Yılmaz, Culio oluyor. Çok değil 2 sene önce satın alırken “menşei:Premier League” etiketi arayan kulüp, bugün Romanya Ligi’nden hallice oyuncularla mücadele ediyor.

Galatasaray'a göre daha bilimsel kalsa da, Beşiktaş'ta da ilginç durumlar oldu saha içerisinde. Hilbert, kenara alkışla gelen Kaptan Guti'yi öpüp sahaya girdiğinde, Simao'ya doğru koşarken işaret ve orta parmaklarını hızlıca ileri-geri yaptı. Kendisinin kanada, Simao'nun ise Guti'nin yerine ortaya geçeceğini futbolun işaret lisanıyla anlattı. 3 dakika, sonra bu kez Quaresma alkışlarla kenara gelirken genç Onur Bayramoğlu'nu kucakladı. Onur sahaya koşarken yine aynı 2 parmağıyla, yine aynı isme (Simao'ya) yine aynı hareketi yaptı. Belli ki Portekizli, yeni görevinde 3 dakika içinde beklenen performansı gösteremedi!

İlk dakikalarda Galatasaray’ın düzgün ve seri paslarla Beşiktaş ceza sahasına inmesi maçın hızlı başlamasına sebep oldu. Her ne kadar bu ataklar, hiçbir Galatasaraylı’nın olmadığı Beşiktaş ceza sahasına orta yapmakla sona erse de, yine de maç için umutlarımızın doğmasına bahane oldu. Bu duruma önce Quaresma, sonra Fernandes ve Simao isyan etmeye başlayınca, Galatasaray etkinliğini kaybetti. Zaten bu üçlünün ikinci yarıya bildiğimiz kimlikleriyle ve istekli başlamaları Galatasaray’ın direncini 15 dakikada kırdı ve 2 dakikalık bir enerji patlaması sonucu getirdi.

Beşiktaş çok fazla sıkmadı. Sakatlık için uygun zaman değil. Camianın kafasında kupa var. Kupa; bu kadar kötü bir sezonun iyi bitmesinin prestijinden daha fazla anlam ifade ediyor. Onu da geçen hafta Başkan Yıldırım Demirören açıkladı "Avrupa'sız Beşiktaş olmaz" diyerek. Önümüzdeki sene de NASA temalı hicivli sloganlara malzeme transferler yapmak için Avrupa’da mücadele etmek şart.

Peki camianın kafasında kupa varsa (ki öyle de olması lazım), Sivok’un Kayseri’deki partneri (her kim olacaksa) ile en azından 3 hafta yanyana oynamış olarak gitmesi Beşiktaş savunması için daha avantajlı olmaz mıydı?

Aynı durum Şenol Güneş’in de başına geldi. Sakatlanan Egemen’in yerine her hafta başka bir stoper oynattığı için, Giray yanında oynayan arkadaşlarıyla bir türlü uyumu yakalamayadı. Trabzonspor bu süreçte, içinde Fenerbahçe’nin de olduğu bir dizi maçı savunmadaki adam paylaşımının yanlışlığı yüzünden basit goller yiyerek kaybetti ve 9 puanlık avantajını koruyamadı.

Bunun dışında Beşiktaş’ın (şu an için en azından) üstü itinayla örtülen önemli bir iç sorunu var. Onu da kupa finalinden sonraya saklıyorum.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...