29 Ağustos 2012 Çarşamba

Ayrışık Fenerbahçeliler


Şike davasının bile bölemediği Fenerbahçe’yi Alex-Aykut çatışması bölüyor bugün. Son 10 yılda bilhassa yönetimsel icraatlar, ardından sportif başarılar ve camianın genelindeki bütünlük; Fenerbahçeli için gurur, diğerleri için gıpta konusu. Başında “amatör” olan ancak Fenerbahçe için profesyonel bir katalizör olan branşlar “futbol kulübü” algısının yerine “camia” algısını bıraktı bilinçaltına. Daha büyük ve daha güçlü bir düşünce biçimi şekillendirdi taraftarı. Kendini farklı görmeye, düşünmeye ve hissetmeye başladı Fenerbahçeli. Farklılaştığı için diğerlerinden ayrıştı, diğerlerinden ayrıştığı için kendi içinde birleşti. Aziz Yıldırım’ın kurduğu ülküde gösterdiği hedefe hiç durmadan yürüyeceğine ant içmiş nereden baksan 25 milyon insan var. 

Halkının büyük çoğunluğunun büyük desteğini alan her büyük lider düşüncelerinin ve fikirlerinin hitap ettiği toplum üzerinde meşru olduğuna inanma eğilimindedir. Vicdanen ya da fikren rahatsızlık verse de kitlelere ilham veren insanların fıtratında dediğim dedik çaldığım düdük havası vardır. Konunun siyasi, ahlaki yönünü ve zaruret hallerinin tartışmasını üniversite kantinlerine, rakı muhabbetlerine ve berber koltuklarına bırakıyorum. Hiçbir depremin yıkamadığı, halkının da sırtına el ettiği, omzunda taşıdığı bir insan neden kendini haksız görsün ki? “İcraatlarım doğru ve haklı olmasa burada işim olmazdı” düşüncesiyle alır eline mikrofonu.

90’larda 2-3 haftada bir kendi arasında kavga edecek bir konu bulan, onlarca derneğin arasında binlerce düşünce ve yöntemle parça parça tek bir hedefe kilitlenmeye çalışan Fenerbahçe’den bugün tek ses, tek yürek Fenerbahçe’yi oluşturmak 10 yılını aldı Aziz Yıldırım’ın. Bunu da çoğu zaman masaya yumruğunu indirerek yaptı. Camianın güçlü isimleriyle dahi çatışmaktan geri durmadı. 

Aziz Yıldırım döneminin ikinci yarısında başkanın emekleri karşılık görmeye başladı. Kargaşa ve çatışma Fenerbahçe’yi etkilemiyordu. Bilakis derbi öncesinde (özellikle Kadıköy’de oynanacak derbi öncesinde) tansiyonu arttırmak; taraftarına ve oyuncusuna ekstra motivasyon, rakibe baskıcı bir stres yüklemekteydi. Bu dönemin aynı zamanda Alex’in formayı giydiği, sevildiği, krallaştığı, kaptan olduğu ve en nihayetinde efsane olduğu dönem olması mevcut durumun çekirdeğini oluşturuyor. Alex taraftarına en az Aziz Yıldırım kadar güveniyor. Taraftar da Aziz Yıldırım’ı en az Alex’i sevdiği kadar seviyor ve destekliyor. Bugüne kadar; 17’ye karşı, cemaate karşı, UEFA’ya karşı olmuşlardı. Diğerleri ve Fenerbahçe olgusu her seferinde güçleniyor, taraftar-yönetim-futbolcu arasındaki harcı da güçlendiriyordu. Şimdi farklı. Bu sefer ki kaos; Fenerbahçe ve diğerleri kavgası değil, Fenerbahçe’nin içinde ve en özelindeki şahsiyetlerin kavgası. Başkan Yıldırım, teknik direktör Kocaman, kaptan Alex. Hepsi de Fenerbahçe efsanesi. Cihat Arman’ın, Ogün Altıparmak’ın, Ziya Şengül’ün içinde olduğu sonsuz sayfalı defterde en özenli el yazısıyla hikayelerini işlemiş figürler.  

Aile içinde kalması gereken bir olay dallandı, budaklandı, çiçeklendi. Alex tweet attı. Desteğinden emin olduğu taraftar ile tevatür yaptı. Kamudan oy istedi. Hata yaptı. Aykut konuyu aynı platformda devam ettirip Fenerbahçeli’yi hakemliğe zorladı. Hata yaptı. Hataya bir hata daha eklendi. Sonra başkan tribünün çaldığı şarkıyı beğenmedi ve olay allandı pullandı gelin oldu. 

Fenerbahçeli’ye dert yandılar, Fenerbahçeli’ye şikayet ettiler ve Fenerbahçeli’yi azarladılar. Tüm bu çabaların sonunda nur topu gibi bölünme oldu. Aykutcu ve Alexci 2 ana büyük kola ayrıldı milyonlar. Daha sonra değişik mezhepler doğdu. Alex’i haklı bulan ama Aykut’un otoritesi birincil diyen muhafazakarlar. Aykut’u haklı bulsa da Alex’ten vazgeçmeyen yenilikçiler, Alex’e heykel, jübile yapıp, Aykut’a plaket düşünen liberaller, işi Aziz Yıldırım’a havale eden klasikler ve her ikisini de istemeyen az sayıdaki neo-klasikler.  

Beşiktaş bu bölünmeleri yaşadı ve şimdi kaybettiği kimliği aramakla geçiriyor zamanını. Pahalı umutlarını kupalara ve turlara çeviremediği takdirde Galatasaray’ın geleceği Beşiktaş’ın şimdisine dahi yetişemeyecek belki. 

Türk futbolu, hatta sporu artık ayakta duramayacak kadar sallanırken camialarımızın, özellikle de büyük lakabını asırlık tarihinden getiren camialarımızın, içinde ayrışmalarına hiç mi hiç ihtiyacımız yok. Ayrıştıkça debeleniyoruz. Debelenen kulüp sayısının artması, kişisel çıkarların artması, adaletin düşmesi, daha kalitesiz futbolu daha pahalıya izlemek, daha çok nefret, daha çok kavga, daha çok bölünme ve daha çok debelenme… 5 yıldır ne kulüpler ne de ulusal takım bazında doğru düzgün istikrarlı bir çıkış / başarı / umut var. 

Akşama önemli bir maç pusuda. Elimizde “Alex’i koymazsan böyle olur” ile “Alex olmadan da kazanırız arasında” volta atmaya hazır bir etnoloji. Tabela, bir grubun sesini ötekinin üzerine koyacak. Çok yanlış…

Fenerbahçeliler kazanmak ve turlamak istiyor, mezhepleri farklı olsa da… 

Yoksa tur da gider şampiyonluk da; ki önemli değil. Alex de gider Aykut da; ki önemli değil. Fenerbahçe kalır. Önemli olan da o. Ve bir camia eninde sonunda mutlaka taraftara kalır. Ama bölük pörçük kalır ama bütün kalır. Bunun kararını sadece taraftar verir. Cefasını yahut sefasını da sadece taraftar çeker. Diğerleri basitçe çeker gider. Kimi zaman ayrıştırır, kimi zaman sadece ayrılır.

Yakup Sabri İNANKUR

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Dışımızdaki İrlandalılar


Ben aslında dizilişleri yazacaktım. Aybaba'nın 2 forvet görünümlü 4-1-4-1'i ile, Terim'in defansif forvetli 4-4-2'si bodoslama çarpacaktı birbirine. Sarı derin paslar ve kırmızı hücum presleri ile siyah şok presler ve beyaz kısa-seri paslar arasında hızlı, tempolu, gollü bir duello olacaktı. Melo-Selçuk güzergâhında volta atmaya hevesli Toraman-Kavlak’ın o bölgede ne kadar sözünü geçirebileceğini tartışacaktım. İki takımın da savunma zaafiyetinden bahsedecektim. Solda zaafları vardı, rakibin sağından sağlam aparkatlar çıkardı. Holosko ya da Hamit maçın adamı olabilirdi. Tabii Selçuk İnan ve Fernandes'in bilge ayaklarından dökülecekti bu paye. Aslında herşeyden önce bu maç çoook favori (denen) Galatasaray ile beraberlik iyidir (denen) Beşiktaş'ın psikolojisini irdeleyecektim.

Çok güzel bir maç, karşılıklı goller yazacaktım. Derbi bu! Uzun uzun, ballandıra ballandıra istatistikleri, olayları, hikayeleri dökecektim.Türkiye’nin en Premier Lig futbolunu oynayan takımının akıcılığına kapılıyordum. Selçuk İnan-Eboue arasındaki 50 metrelik görünmez köprüler ilgimi çekiyordu. O muhteşem mimariyi Melo-Umut işçiliği sağlamlaştırıyordu. 22. saniyede boş kaleyi ayağınızın altına koyan bir yapıydı bu. Galatasaray merkezinin Toraman-Kavlak fay hattına ne kadar direnip ne kadar direnemeyeceğini görecektim. Pahalı ve zevkli bir sanat eserini tasvirlemenin hazzını yaşayacaktım. Bununla birlikte Şampiyonlar Ligi için henüz yetmeyen organizasyondan ve yardımlaşma eksikliğinden hafifçe dem vuracaktım. Hamit henüz hazır değil, Engin uzun sure yok, Ambarat ortama ısınamamış, Aydın yetersiz. Burası için önemli değilse de orası için karın ağrısı olduğunu anlatacaktım.


Rakip hücuma kalkarken çalınan toplar ve arkaya ani paslardı Beşiktaş. Veli’nin baskıladığı Holosko’nun bitirdiği 2. gol şahane bir örnekti. Galatasaray ne kadar akıcıysa, Beşiktaş o kadar hızdı bu sezon. Bu nedenle Olcay Şahan’ın kenara yaklaştıkça etkisizleştiğinden bahsedecektim. Yavaş bir oyuncu olduğundan beklerden mümkün mertebe uzak durması daha bir selametliydi bana kalırsa. Olcay forvet arkasına, Fernandes sağ içe geçtiğinde (İ.B.B. maçının son 20 dakikasında olduğu gibi) Beşiktaş daha bir tempo kazanıyordu.

Terim favori olmanın sorumluluğuyla hamle yapma sırasında ilk olmak istemişti mesela. Önemliydi bu. Hıza hız ile karşılık vermek istediği için Ambarat’ı merkeze koymakta sakınca görmemişti. Hem geçen sezon aynı statta Ambarat, Toraman ile karşılaşmış ve 2-0 kazanmıştı. Merkezdeki Toraman zincirini parçalamadan maçı kazanamayacağının farkındaydı Terim.

Batuhan konusu açılacaktı. Belli belirsiz bir güvenden bahsedecektim; “Bu çocuk adam olmaz” diye kestirip atmamı bastıran bir iç ses... En azından sezon sonunda Beşiktaş’ın en çok gol atan oyuncusu olacağını söyleyen bir önsezi...

Sonra Batuhan’ın 2 dakika yerde yuvarlandığı izledim. Bel çukuruna gelen narin bir dokunuş dev adamı yerlere yatırdı. Mustafa Denizli’nin görüntüsü belirdi önümde. Hemen, İrlanda’yı eledikten sonraki tarihi açıklaması geliverdi aklıma. İçimizdeki İrlandalı o tarihten bu yana bizim için nahoş bir tanım. Aslen İrlanda’nın kendisi mazlum bir futbol tarihine sahip. Thierry Henry İrlanda’nın dünya kupası hakkına kesik atalı 3 yıl olmuş. Son dakikaya kadar getirdikleri dünya kupası umudu el çabukluğu marifet ilüzyonuyla kaybolalı 3 yıl geçmiş, onların yaşadıkları kimin umrunda? 

Benim umrumda oldu. O zaman da, şimdi de…

Dışımızdaki İrlandalıları anladım bir kez daha, bir derbide daha...

Bir oyuncu ellerini havaya doğru kaldırıp öne meyletmeye başlamışsa dikkat! Ardından göğsünü çıkarabildiği kadar öne çıkarıp bacaklarında eklem yokmuş gibi, ağzını da “oooo” yaparak düşüyorsa, kendini atıyordur. Hangi takım, hangi futbolcu, hangi dönem olursa olsun Türk futbolcuların kendini atış şablonu bu. Sanırım o nedenle hakemlerimiz Avrupa’da daha başarılı. Orayı daha bir alıcı gözle seyrediyorlar. Ligin dinamikleriyle çok ilgilenmiyorlar. Tabi doğal olarak yürekler Arif Erdem’i andı ancak pozisyon o meşhur İstanbulspor maçının 1 hafta sonrasında olanlara daha çok benziyordu aslında. Bir şampiyonluk maçında Alpay Özalan, Hakan Şükür’ün omzundaki sineği kovmak isterken penaltıya sebebiyet vermişti. Bu kez Burak, Escude’nin traş losyonundan rahatsız oldu. Aynı stat, aynı kale, aynı maç, aynı dakika, aynı sonuç. 

Kimse kızmasın!

Baba Hakkı, Lefter, Can Bartu, Metin Oktay, Gündüz Kılıç tarla gibi sahalara onurlu bir futbol ekmişlerdi, şimdi sürülmekten yemyeşil olmuş tarlalarımızdan yetişebilen gol kralı bu! Sistemimizin ürettiği bu. İçimizden çıkan en iyi futbol, futbolcular, hakemler bu. Zembille inmediler. Bizim sokaklarımızdan, altyapılarımızdan, okullarımızdan yetiştiler. 

Uydurma penaltı için:
“Penaltı olabilir belki ama şike için bu kadar bağırmadınız”

Şike için:
“Şike var belki ama başkaları da yaptı”

Bu yorumlardan ürediler, büyüdüler, oralara geldiler. Yanlışı, başka yanlışı referans vererek kapatmaya çalışan, hatta kapattığı sanan bir kültürden bittiler. O yüzden cümleler hep ‘ama’ doludur, dikkat edin. Yaptığı erdemsiz davranışı mazur gösterme, bunu yaparken de özeleştiri yapıyormuş havası veren o harika kelime; “ama”. Alabildiğine sinsice… 

Gerçek ‘ama’dan sonra başlar zaten ama ‘ama’dan öncesinin hükmü kalmaz! Kendinden önceki tüm kelimelerin katilidir ‘ama’, edebiyatın yutan elemanıdır. Tersine; kendinden sonraki tüm kelimelerin ise katalizörüdür, edebiyatın çarpanıdır. “Sen komik, zeki, eğlenceli birisin, seninle birlikte olan kadın / erkek dünyanın en şanslı insanı olacak” demesinin bir önemi kalıyor mu, “ama” gelince hemen ardına? 

Referans vermek, yaptığımız bu. Bir kişi çıkıp, bu haksız bir penaltıdır diyor mu? Ama, cümlesini "ama"ya kurban etmeden!

Dışarıyı boşverip kendi iç muhasebesini sorguluyor mu? “Evet bu yanlıştır, bana sağladığı avantajlar dahil bu yanlışı istemem” diyebiliyor mu?

Diyenler var “ama” çok azlar.

Hakem hatası olur, yalandan kendini yere atan futbolcu olur, sonuçsuz tartışmalar, sebepsiz kavgalar olur. 
Olurlar çünkü iyi referansları var. Biz varız kapı gibi!

Kalplerimizde hatice kutsal ama neticeye aşığız aslında. Esasen içimizdeki İrlandalılar sorun değil galiba, hepimiz biraz İrlandalıyız zira. İçimizdeki makyavelisti yenemiyoruz bir türlü. O sürekli bizi aldatmanın bir yolunu buluyor ve yoluna devam ediyor. Herkesi ufak paylara razı edip birbirine denklerken, tüm puanları hep o topluyor. 

Yakup Sabri İNANKUR



14 Ağustos 2012 Salı

Eriyen Beşiktaş Antolojisi-4

Beşiktaş medyası diye bir kavram var. Ortalıkta pek göremesem de bir güç olduğuna inanıyorum. İlker Ateş, Vedat Okyar, Kazım Kanat’tan sonra başı boş gezen bir ruh gibi bir süre ortalıkta dolandı. Onu taşıyacak bir beden henüz bulamadı. Adını tek tek saymayacağım (ama hepimizin tek tek bildiği) muhalif(!) basın mensupları son kongrede başkanın / kazananın / sistemin yanında yer aldılar.

Nerede çokluk orada talep, nerede boşluk orada arz türer. Son 4-5 yılda mantar gibi biten Beşiktaş siteleri peydah oldu. Başlangıçta amatör ruh yazıyor, muhalif görüntüler insanları çekiyordu. Reyting arttıkça yazar, editor kadrolar arttı. Söylemler yumuşadı. Hatta yönetime yakın insanları görür olduk. Sitelerde sistematik olarak sorunlar değil, duygular ele alınmaya başladı. Beşiktaş’ın nasıl ağır taş olduğu hakkında her gün şiirsel makaleler okuyabilirsiniz. Taraftarın odağı sistemli biçimde futbolculara, hocalara çevriliyor. Atarlı, giderli sloganlarla mastürbatif zevklerde boğulan taraftara gaz veriliyor. Her yerde ve durumda kullanıla kullanıla paçavraya dönen “Beşiktaş’ın çocuğu, Beşiktaşlı Duruşu” gibi miras kavramlar aynı Fulya projesi gibi içi boş ve Beşiktaş’a zarar verir hale geldi. Sistem kalemşörleri ve tellalları hoş ama boş sloganlar türetti. “Beşiktaş ağır taştır, Beşiktaşk..vs” gibi söylemler üretip, hoşuna gitmeyen / işine gelmeyenleri bu kavramların dışına atarak, taraftarın önünde Beşiktaş’tan dışladılar. Onların hoşuna gitmeyen yönetimin ve onların bu tutumunu eleştiren, sorgulayan herkesti. Sansürler ve yasaklar sitelerde, forumlarda cirit attı. Doğruyu gösteren, söyleyenler küstürüldü meydan yetmezcilere bırakıldı.

Taraftar kime güveneceğini bilemez oldu. Beşiktaşlı’nın abi yahut abla dedikleri bir sure sonra yönetim diye bir olgu yokmuş gibi davranmaya başlıyorlardı. Beşiktaş kaybettikçe onlara gore suçlu hakemdi, oyuncuydu, en çok da hocaydı. Daha sonra bu abiler yahut ablalar yönetim kanadında boy göstermeye başladı. Beşiktaşlıların hemen hemen hepsi artık yettiğini düşünürken, nedense büyük tribün grupları ve kamuoyunda söz sahibi olanlar yetmediği yönüne meyil veriyorlardı. Açıkça yetmez diyemiyorlar, başkanın iyi niyetli ve Beşiktaş için paradan sakınmadığını satır aralarına (itiraf etmeliyim ki ustalıkla) yerleştiriyorlar, ancak kesinlikle yeter demiyorlardı. Beşiktaş sosyetesi ile halkı arasında gerçek anlamda sınıf farkı oluştu. Azınlık çoğunluğa hükmediyordu. Bu muhteşem demokrasi herkesin payını iyi veriyordu. Karar azınlığın, ferman azınlığın, hüküm azınlığın, hata azınlığın, cinnet çoğunluğun hakkıydı.

Son 3 yılda Avrupa’da Türkiye’nin en başarılı takımının (açık ara) Beşiktaş olduğu halen kısık sesle söylenir. Geçtiğimizin sezon Avrupa Ligi’nde son 16’ya kalan ve şampiyon Atletico Madrid’e elenen takımın hocası bizzat Beşiktaşlı yazarlar tarafından “bu takım zaten normalde de buraya gelirdi hoca bir şey yapmadı” gibi abuk söylemlerle yıpratıldı.

Eski model bir Beşiktaşlı olarak üzüldüğüm nokta hala bir çok genç Beşiktaşlı’nın bu abiler yahut ablaların kelimeleriyle coşması. O kelimeler bir tür uyuşturucu gibi. Coşturuyor, önüne fantastik betimlemeler koyuyor ama gerçek değil. Samimi değil. Beşiktaş’ın yararına hiç değil.

Beşiktaş’ın öz be öz yöneticileri. Celal Kolot, Sinan Vardar, Levent Erdoğan her televizyona, radyoya çıktıklarında Beşiktaş aleyhine konuştular. Kimi zaman rakip taraftarlardan daha sert söylemlerde bulundular. Taraftar zor durumda kaldı. Onları ve / veya söylediklerini savunanlar ve savunmayanlar 2’ye bölündü. Zamanla Beşiktaşlı bölünmelere alıştı, daha kötüsü benimsedi. Quaresma’yı istemeyenler yıldız düşmanı(!), isteyenler Beşiktaş haini(!) adledildi. Şablonlar yaratıldı ve kamplar ortaya çıktı. Forma alan-almayan, kombine alan-almayan, maça gelen-gelmeyen, deplasmana giden-gitmeyen, amatör branşları takip eden-etmeyen… Zaten bir toplumu bölmenin en akılcı ve kesin yolu şekilciliktir.

Beşiktaş ilk yarısını 6. bitirdiği ligi, şampiyon olarak tamamlamakla kalmıyor, üzerine İzmir’de ezeli rakibi Fenerbahçe’ye 4 gol atıp Türkiye Kupası’nı kaldırıyordu. Kulüp muhteşem bir sezon geçirmiş ve bir sonraki sezonun 25 milyon avroluk şampiyonlar ligi geliri ile planlar yapıyordu ki; Ülker, Fenerbahçe ve Galatasaray ile 30’ar milyon avroluk sponsor anlaşmasını devreye soktu. Kafadan durumu denkledi! Beşiktaş’ın 1 adım öne geçmesine bile izin yoktu.

Yeni sezon ekmeğinden olmaya niyetli olmayan Erman Toroğlu ile başladı; “Geçemeyeceksin Mustafa! Bu Galatasaray ve Fenerbahçe, geçen sezon ki Galatasaray ve Fenerbahçe olmadığı için Beşiktaş geçemeyecek
Korkusuz ve mert Erman Hoca bas bas bağırırken Beşiktaş’ın sezon sonunda düşeceği sinsice bir çukur kazılmaya başlamıştı. Ancak o sezonun sonunda ne sosyal medyada, ne genel medyada, Beşiktaş’ın olmadığı bir ligde Fenerbahçe ve Galatasaray’ın becerip 1 kupa bile alamaması konuşulmadı hiç. Alamamaları normal. Kazansalar da normal olacaktı. Elbette birisi kötüyken birisi iyi olacak. Elbette kötü varken iyi onu geçecek. Beşiktaş 2 kupa gibi Türk Futbolu’nda 20 yılda bir olabilecek bir başarıya imza atarken dahi eleştirildi, yıpratıldı. Ligde Galatasaray’ı, kupada Fenerbahçe’yi yenip şampiyon olan takımın taraftarı Beşiktaş’ın, rakiplerinden daha iyi olmadığına inanıyordu, öyle inandırılmıştı. “Fenerbahçe ve Galatasaray’ın olmadığı ligde…” diyenler Beşiktaşlılar’ın yarısıydı. Denizli’nin şanslı bir hoca olduğunu yazanların çoğunun Beşiktaşlı olması gibi…

Bunlar daha güzel günlerdi gerçi. 2 kupadan 2 ay sonra nereden geldiği belli olmayan (aslında olan) çoğu takım elbiseli 100 kadar kişi, ansızın binlerce vefasız(!) Beşiktaşlı’nın üzerine çullandı. Demokratiktiler; yaşlı, genç, çocuk, kadın, sevgili ayrımı yapmıyorlardı. Yıldırım Demirören’in Gaziantepspor başkanı olmasını isteyen herkes tekme, yumruk ve onlar yanlarında ne getirdiyse ondan nasibini alıyordu. 2 kupadan daha unutulmaz bir imza attılar Beşiktaş tarihine. Sonra bir sessizlik oldu, derin bir sessizlik. İnsanların bir kısmı hala olanlara inanamıyor, mantıklı bir açıklama arıyor, diğer kısmı ise lanet olsun diyip kendini Beşiktaş’tan hatta futboldan soyutluyordu. Ertesi gün Beşiktaşlı kalemlerin -çok azı hariç- hepsi, bilhassa günde 100 bin tık almakla övünen Beşiktaş sitelerinin abileri yahut ablaları, başkana yapılan saygısızlığı konu etmişti köşelerinde. Beşiktaş taraftarı galeyana geldikçe, ya forumlardan atılıyor ya da ceza alıyordu. Yorumlar siliniyor ve “dayak” sessizliği sürüyordu, ta ki; Başkan Demirören tribünleri temizleyeceğini söyleyene kadar…

Hiç unutmuyorum insanların, insanlık dışı muameleye maruz kaldığı o gece ve sonrasındaki gün konuyla ilgili en ufak bir kelime sarfetmeyenler başkanın temizlik müjdesine(!) 2-3 saat içinde “cevap” verdiler. 

Forza Beşiktaş’ta “Artık takıma dönüyoruz” başlığıyla yapılan açıklamada, “bu işler başkalarının harcı değildir” gibi delikanlı raconları kesildikten sonra, “tribün birliği, olgunluk, inanç, bir an evvel takıma dönüp gereken desteği vermek gerek” gibi mesajlar verildi.

“Resmi Çarşı açıklaması”nda “Protesto etmek en doğal hakkımız olmakla beraber, takımın çıkarlarını da düşünmek bir o kadar metazoridir” gibi “metazori” olduğu anlaşılan bir cümleye de yer verildi.

İkiyüzlülük denizinde çok taraftar boğuldu o gece. Katledilen masumiyet, ölen tribündü. Bir Denizli maçıydı… 

Beşiktaş’ın kendi kendine imhası meşrulaştığı gibi kahramanlaştırıldı. Beşiktaş’ın futbolcusuna, hocasına tribün deyimiyle “sallayan”lar reytinglere Meksika Dalgası yaptırırken, o salıncağa binmeyenlerin sesleri kısıldı. Gizli bir el, Beşiktaşlı’nın üstüne depresif, agresif, tahammülsüzlük tozları serpti, görüntü iyice bulanıklaştı. Tribünde babası yaşındaki adama gider yapan, futbolcunun en ufak pas hatasında homurdanmaya, gerilmeye ve germeye başlayan bir güruh peydah oldu. Son 10 yılın 8’inde Beşiktaş’ın dış saha sıralaması iç saha sıralamasının üzerinde. Kalan 2’sinde de eşit. En kötü iç saha performansı 2005-2006 sezonundaydı. İnönü “cehenneminde” 22 puan toplayabilen Beşiktaş iç saha tablosunda 10. sıradaydı. 

Beşiktaş’ın kendi kendine elenmesi, Beşiktaş’ı elemekten daha kolay bir iş. Yok edilmek yahut zayıflatılmak istenenin kendi içinde savaştırılması en makbul yoldur. Taraftar tezahürat edemeyecek, yöneticiler bir teknik direktör kararı veremeyecek kadar bölündü. Esaslı düşman Fenerbahçe mi, Galatasaray mı derken, kimi zaman Bursa oldu, kimi zaman Kayseri. Beşiktaşlı’nın odağı sürekli düşman aramakla meşgul olduğu için tek vücut bir muhalif güç çıkartamadı camia. Beşiktaş’ın ileri gelemeyenleri kulübe ihtiyacı olan ama kıt bulunan dürüst hizmet yerine, ihtiyaç olmayan ama bol bulunan yalancı nasihat verdiler. Yıllardır kurtarıcı bellenen ve umutla beklenen, Özilhan’ın, Kalkavan’ın, Ciner’in Kasımpaşaspor altında birleşmesine şaşıranlara şaşırıyorum. Kasımpaşaspor Kulübü başkanı Zafer Yıldırım neden Beşiktaş’ta görev almadığına ilişkin soruya şöyle cevap veriyordu: Biri kulüp taraftarlığıdır, bir tanesi de iştir. Kasımpaşa'yı iş gibi görmek lazım. Kasımpaşa'da yapmak istediklerinizi Beşiktaş'ta yapamazsınız” O kadar! Beşiktaş iş yaptırmıyor! Sistem para ve güç ister. Beşiktaş semti bir başbakan (ya da gelecekteki adıyla başkan) çıkarırsa iklim değişir Akdeniz olur. O zaman gülümseyip gülümsememek size kalmış. 

2006’da Galatasaray’ın müttefiki ilan edilen Beşiktaş’ şu sıralar Fenerbahçe’nin dostu. Sistem Beşiktaş’ı bir güç olarak kabul ediyor, zayıflayanın yanına kaydırıyor. Stat konusunda Galatasarayla kavga çıktı. Fenerbahçe ise elini uzatan taraftı. Geçenlerde twitter’da trend olan “Şikeci kardeşler” hashtagı tesadüfen oluşmuyor. Demirören 5 yıl önce Galatasaray’ın şampiyonluğunu istiyordu, bugün Fenerbahçemizin haklarını koruyor. Bu arada tampon görevi görüyor Beşiktaş. Anadolu’nun cengaverleriyle Bursa, Kayseri, İBB, Ankaragücü ile sürekli bir kavga hali yaşanıyor. Böylece orta-üst kulüplerde Beşiktaş’a karşı ekstra motive ve konsantrasyon oluşurken kamuoyu ve Beşiktaşlı’nın bilinçaltına rakiplerinin Fenerbahçe, Galatasaray değil de Anadolu olduğu servis ediliyor. Beşiktaş dost ya da düşman kaygısı taşıyan bir camia değil ki bunlar nereden çıkıyor diye sormuyor Beşiktaşlı. İlginçtir heyecanla (ona biçilen) rolüne sarılıyor. 


Yeni Bir Sayfa?
Maddi ve manevi erozyona uğrayan camianın, tüm sorunlarının baş mümessili, sistem tarafından önce Kulüpler Birliği’ne sonra TFF başkanlığına terfi ettirildi. Bir sonraki adım Beşiktaş’ın Avrupa’dan ihracıydı. 62 yıl once devlet tarafından ABD’ye turneye yollanan, 55 yıl once Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Türkiye’yi ilk kez temsil etme şerefi kendisine bahşedilen Beşiktaş, Avrupa’da mücadele hakkını, 8 yıllık ‘hata’lardan dolayı, belgede sahtecilik gibi rezil bir suçla kaybediyordu. Günah kimin? Yıldırım Demirören’in mi?  Hayır Beşiktaş’ın. Demirören TFF başkanı. Görevini başarıyla icra etti, pardon ediyor.

Herşeye rağmen (teşbihte hata olmaz) Beşiktaş’ın ölüsü futbol hariç diğer branşlarda kupa üstüne kupa kaldırdı. İyi niyetli Beşiktaş’ı çok seven ama başarısız Demirören tıpkı 2004’ün o harika futbol takımına yaptığı gibi, rakipsiz basketbol takımını da yarıda bıraktı. Fikret Orman bunu beklediğini söyledi. Söylediği kesinlikle doğruydu, müthiş bir kararlılıkla bekliyorlardı. Yeni yönetim yeni sponsor bulma konusunda bekleme yapınca, takım Galatasaray-Fenerbahçe arasında hiç beklemeden paylaşıldı. Beşiktaş’ın, Avrupa’nın ve ligin en iyi basketbol takımı olmasının cezası kesildi. Yeni yönetim beklenen ‘hata’yı yapmıştı. Sanırım sırada Avrupa şampiyonu tekerlekli basketbol ve hentbol takımlarının tasfiyesi var.

Ardından yeni başkan Fikret Orman futbola el attı. 39 yaşındaki bir kaleciyi takımda görmek istemem" dedi ve Rüştü'nün işi bitiverdi. "Beşiktaş olmasaydı Nihat Bağcılar'da oynardı" dedi, sadece Beşiktaşlıları değil herkesi üzdü. Birkaç gün sonra BJK TV’de altyazı geçti; Beşiktaş’ın yeni hocasının Mustafa Denizli olduğunu öğrendik. Sonra bunun yalan olduğunu aslında Eriksson ile anlaşıldığını duyduğumuzda teknik direktör Levent Erdoğan’ın baskısı sonucu çoktan Samet Aybaba olmuş idi. Yıllardır naz yapan İbrahim Altınsay Beşiktaşlı’nın azıcık umuduyla birlikte gitti. 

 “Feda” ile Beşiktaşlı’nın aşil topuğu hedeflendi. Tıpkı son 8 yılda olduğu gibi, “eski Beşiktaş” özlemini gıdıklayan, odakları şimdiden alıp geçmişe taşıyan bir araç bulundu. Bunlara karşı değilim, bilakis semboller toplu bilinç oluşturur ve moral yükseltir. Kimi zaman gereklidir, ama kimi zaman! Sürekli bu havalarda gezmek  insanı / toplumu / camiayı / ülkeyi tüketir. Bezginleştirir ve tembelleştirir de. Beşiktaş, geleceğin karanlık uçurumunda geçmişin şimşeğiyle aydınlanmaya çalışıyor. Önünde bekleyenin tam olarak farkında değil ve farkında olmasına tam olarak izin verilmiyor. Geleceğe dair bir kampanyası, projesi, heyecanı yok. Şeref Bey, Baba Hakkı, Seba, Vedat Kaptan, Optik Başkan… Şöyle bir çevrenize bakın, forumlarda göz gezdirin, hep geçmişi konuşuyor Beşiktaşlı. Başka seçeneği yok çünkü. 10 yıl sonra Beşiktaş’ın kaç tesisi, kaç arsası, ne kadar bütçesi, ne kadar kupası, nasıl bir altyapı sistemi, Türkiye’de ve dünyada nerede olacağına dair bir konu var mı? Geleceği kesin olan gelecek için nasıl bir atılımı var camianın? Beşiktaş’ın hedefleri ne? Önce bulunduğu sıkıntıdan çıkmak mı? Elindeki lükslerden kurtularak sıcak para girişi sağlamak düşüncesi akıllıca, peki uygulaması öyle mi?

Beşiktaş’ın en çok tanınan oyuncuları sorunlu adlediliyor, A2’ye gönderiliyor. Ligin en iyi savunmacısı Egemen Fenerbahçe’ye hediye edilirken, Beşiktaşlılar’ın gönlündeki kaptan Ernst Kasımpaşa forması giyiyor. Hayranı olmadığım Quaresma ya da başkası satılabilir, fakat böyle satış olur mu? Elinizdeki malı kötüleyerek, onu kirli, çürük göstererek, hergün gitmesini isteyerek nasıl satabilirsiniz? Bit pazarları batan geminin mallarını satan insanlarla dolu ve onlar dahi para kazanıyorlar. Beşiktaş elindeki en iyi oyuncuları serbest bırakıyor ve para kazanmayı reddediyor. Beşiktaş’ı işadamları yönetti. Halen de işadamları yönetiyor. Elindeki değeri katlayıp nakde çevirme sihirbazlarının ta kendileri. Burada hüdayinabid insanlardan bahsetmiyoruz. Son derece iyi yetişmiş / kendini iyi yetiştirmiş, akıl disiplinine sahip insanlardan bahsediyoruz. Paranın hareket yönünü belirleyen insanlardan bahsediyoruz. Allah aşkına en büyük yeteneği parayı fazlalaştırmak olan insanlardan bahsediyoruz. Söyleyin bana nasıl oluyor da bu insanlar Beşiktaş yönetimine geçtiğinde parayı bu kadar mantıksızca, fütursuzca ve ahmakça çarçur ediyorlar? Nasıl oluyor da tüm mantıklarını kaybedip aynı ‘hataları’ defalarca, üstüste yapıyorlar? 

Bu “sistematik” hataların devamı bendenizi korkutuyor. Kuşkusuz milyonlarca Beşiktaşlı’yı da…

Sonuç

Genç takımın yıldızı olduğum, herşeyi bildiğim o kadim zamanlarda, bir kontratak fırsatı ayağıma gelmişti. Hızlı bir şekilde top sürerken arkadaşlarımın bana yetişmesini umuyordum. Bir kişiden sıyrıldım. Bunu gören takım da benim gibi hızını arttırdı.  Kontraatak esnasında kayarak gelen oyuncuyu şık bir bilek hareketiyle geçtikten sonraki an yaşanan adrenalin patlamasını bilirsiniz. Şahane bir çalım atmıştım ve bir yenisi daha yapabilir, hemen ardından sağ üst dış ile kramponumun şanına (Lotto’nun Albertini modeli) uygun bir Albertini pası atıp ne teknik / ne zeki / ne derin görüşlü bir genç yetenek olduğumu tribündeki 500 kadar insana kanıtlayabilirdim, eğer topu kaptırmasaydım… Hele de o topun gol olması… Soyunma odasında yediğim o okkalı tokadı haketmiştim. 

Hata yaptığımın farkındaydım. Bir daha hücuma kalkarken topu bir şekilde rakibin kontrolüne bırakmayacaktım. Birincisi takımım kazansın istiyordum ve hücuma kalkarken topu kaptırınca gol yeme olasılığımızın yüksek olduğunu (artık) biliyordum. İkincisi iyi bir futbolcu olmak istiyordum ve topu kaptırınca hocamın yanağımı gül bahçesine çevireceğini biliyordum. Zaten ısrarla her maçta kaptığım topları rakibe versem ne olur? “Hata ettim, pardon” desem bir araba dayaktan yırtar mıyım? Yahut daha fenası olabilir; bu ülkede kaleci topu elinden kaçırdığı için para yediğine kanaat oluştu, düzgün şut atmadığı için şikeci ilan edilen futbolcular oldu. Peki saha dışında kendi kalesini gol yağmuruna tutanlar? Ulusal takım formasını giymiş oyuncuları en şiddetli şekilde sorgularken, hatta hapishanelere göndermekten çekinmezken, yukarıdaki durumların sorgusuz olmaması gerektiği inancındayım. Mesnetsiz yargıların değil, akıl yürütmenin peşindeyim

Bu süreçte iğneyi kendime, taraftara, batırıyorum. Herhangi bir futbolcu için yorumlar yapıldığında, takımın hangi taktikle oynaması gerektiği konusunda, hangi tezahüratı ne zaman söyleceğimizi kararlaştırırken karşıt görüşlere “sen nasıl Beşiktaşlısın” yaftasını yapıştırdık. Hatta sırf politik at gözlüklerimizi (ideoloji de denir) paylaşmadığı için hayata farklı bakan siyah-beyaz kalpli insanların Beşiktaşlılığını küçümsedik yahut yok saydık. Hep oyuncuları, hocaları, Beşiktaşlılığımızı sorguladık. Asıl sorular sormamız gerekenlere ne soru, ne bütün bu bitirme, hiçleştirme operasyonunun hesabını sorduk. “İyi niyetli ama beceriksiz” sığınağı, üzerine çekilen “başkana saygı” kamuflesiyle gerçekleri göremedik. 8 yıl Beşiktaş’a en büyük zararı verenlerin ‘hata’ yapmasına kızdık. Arada Robinho’yu istemeyi de ihmal etmedik.

Hata önce bilmemekle başlar, sonrası ve ara sıra olanı beceriksizliktir. Atağa çıkarken topu kaptırmaktır. Hata devam ediyorsa ve ısrar varsa orada 2 keskin yön vardır; Ya bilincin tamamen devre dışı kaldığı bağımlılık söz konusudur, ya da tam bir bilinç. 

Beşiktaş son 15 yılını birbirine muhalif olan başkanların elim sende oynamasını izleyerek geçirdi. Artık Beşiktaş’ın bütün bu “işleyişe” muhalif olan yeni bir yüz, yeni bir anlayış ve çok açık ki yeni bir lidere ihtiyacı var. 

Sistem gölgesini satamadığı ağacı keser; 100 yıllık ulu çınar olsa bile…

Beşiktaş ve Beşiktaşlılık sistem karşısında keskin ve öldürücü darbeler alıyor. Hergün biraz daha azalıyor. Her yıl biraz daha gözlerden ıraklaşıyor. 

Bu erimeyi durdurmak olanaklı mı?

İçimden yanıt vermek gelmiyor…

Yakup Sabri İNANKUR


Kaynakça


http://www.bjk.com.tr/media/uploads/finansaltablolar
http://www.İmkb.gov.tr
http://www.futbolekonomi.com
http://kassiesa.home.xs4all.nl/bert/uefa/
http://www.fifa.com
http://www.leburo.com
http://www.tdk.gov.tr
http://www.uefa.com
http://haber.gazetevatan.com/eski-hakem-ihsan-tureden-tartisma-yaratacak-sike-itirafi/404505/5/Haber
http://www.milliyet.com.tr/kriz-geliyorum-dedi/spor/haberdetayarsiv/13.09.2003/18260/default.htm
http://www.haberveriyorum.net/haber/demiroren-%E2%80%9Ctemizlik%E2%80%9D-dedi-carsi-geri-adim-atti-carsililar-kazan-kaldirdi



13 Ağustos 2012 Pazartesi

Eriyen Beşiktaş Antolojisi-3

Şu ana kadar Galatasaray ve Fenerbahçe’nin yaptığı transfer harcamaları Süper Lig’in transfer harcamalarının %64’ü. Kabaca 3 birim para harcanıyorsa, 1’ini Galatasaray, 1’ini Fenerbahçe 1’ini diğerleri harcıyor. Maaş, prim, havuzlu villa, son model spor araba, sigorta, akbil… püsür giderlerini eklediğimizde rakam 55 milyon avroya, oran %73’e dayanıyor. 2 kulüp geçen sezon (38 milyonu TFF’den olmak üzere) Digitürk’ün dağıttığı 643 milyon liranın 138 milyonuna kondular. Şampiyon Galatasaray yayın geliri olarak 71.4 milyon TL elde ederken, Süper Final'i 2. sırada bitiren Fenerbahçe 67.6 milyon TL yayın geliri kazandı.

Beşiktaş geçen sezon yayın gelirlerinden 50.1 milyon lira, Avrupa’dan 17 milyon lira kazandı. Eğer Avrupa Ligi’nde 3 sezon üstüste çeyrek final oynarsa Süper Lig şampiyonu kadar gelir elde edebilir, belki... Yukarıdaki rakamlarla Avrupa gelirlerini kıyasladığınızda mesaj açıktır: Avrupa’ya gitme, mümkünse ağustosta elen, ligde rahat ol. Futbolumuzun batıda yavaş yavaş sönmesinin sebeplerinden biri içerideki kolay parayı riske etme kaygısının büyük (gittikçe daha büyük) olmasıdır. Kısaca şişirilen yayın gelirleri Türk Futbolu için tembellik yarattı. Son 3 yılda Beşiktaş Avrupa’da Türk Futbolu’nun bayraktarlığını yapmak yerine evinde bekleseydi ligde daha iyi dereceler ve daha çok paralar kazanabilirdi. Öyle bir dönem ki Beşiktaş’ın en tutarlı başarısı bile zarar olarak döndü.

Sistem şöyle: 360 milyon doların yüzde 35’i (126 milyon dolar) dayanışma payı olarak 18 kulübe eşit olarak paylaştırılır. Yüzde 45’lik performans payı (162 milyon dolar) 306 maç sayısına bölünüp galibiyete tam, beraberliğe yarım olarak dağıtılırken, yüzde 9’u da (32.4 milyon dolar) sezon sonu ligi ilk 6 içinde bitiren kulüpler arasında paylaşılır. 2008’de yapılan düzenlemeyle yüzde 11 (bu sezon için 39.6 milyon) şampiyonluk sayılarına oranla dağıtılır. 2008’de eklenen düzenlemenin 6.sı olmakla övündüğümüz yayın gelirleri sıralamasında üstümüzdeki 5 major ligde uygulanmadığının dikkatini çekerim. İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya ve Almanya bugünün yayın gelirlerini dağıtırken takımların 1960’larda, 70’lerde, 80’lerde, 90’larda hatta 2000’lerde ne kadar başarılı olduğu ile ilgili bir pay ayırmamışlar. Bu parlak fikir sadece bizde var. Performansa dayalı başarı Almanya’da uygulanıyor. Bundesliga’da yayın gelirlerin %25’lik kısmı takımların son 3 sezon sergiledikleri performanslara gore dağıtılıyor. Eğer bizim gibi tüm tarihi değerlendirselerdi Bayern Münih obez olurdu. Fransızlar gelirlerin %83’ünü eşit paylaştırırken, %10 sezonluk performansa, kalan %7 ise hafta sonu yayınlanan maçlara ve takımların reyting oranına gore dağıtılıyor. Eğer Almanlar gibi son sezonları değerlendirselerdi 2002-2008 arası şampiyonlukları kimseye kaptırmayan O.Lyon’a kepçeyle para dökmek zorunda kalırlardı. Kısaca her ülke / federasyon reyting ve büyüklerin hakkını vermekte ama onların kopup gitmesine izin vermemektedir. En azından vermemeye çalışmaktadır.

Buradan Avrupa’da adaletli dağılım olduğu düşüncesi çıkmasın. Orada da sorunlar var. Bize kıyasla daha adil olmaları, adalete kıyasla adil olmalarını sağlamıyor. 2 büyük uygulamasında dünya lideri konumundaki İspanya dahi artık bu durumdan rahatsız. Geçtiğimiz sezon Sevilla-Levante maçı yayıncı kuruluş La Sexta’nın talebiyle ertelendi. Sebebi; Real Madrid-Barselona maçı sonrası, Guardiola ve Mourinho’nun basın toplantısının uzaması! 2 büyüğün hocaları daha çok sözcük sarfedebilsin diye stattaki onbinler, televizyon başındaki yüzbinler bekledi. Videonun 40. saniyesi diğerlerinin el clasicocular hakkındaki düşüncesini özetliyor. Çok reyting = çok kazanç “adil” görünebilir, ancak herkes parasını alıp evlere dağılmıyor. Teknik direktörlerinin konuşması dahi diğer kulüplerden ve maçlardan daha önemli hale gelebiliyor. Reyting ve kazancı doğru orantıyla düğümleyip adalet sunanlar, çok kazancın (ve tabii ki kazananların) mecbur bıraktığı haksız ve adaletsiz yaptırımlara ses çıkar(a)mıyorlar.

Şampiyonluk sayılarının gelir kapısı edildiği 2008’de Aziz Yıldırım’ın baskısı (havuzdan çıkma söylemi, kulüpler birliğinden ayrılma tehdidi, sonrasında başkanı oluşu) ve Galatasaray’ın yüksek desteğiyle yayın gelirleri 3’e değil 2’ye ağırlıklı bölünmeye başladığında, Yıldırım Demirören’in başkan olduğu Beşiktaş’ın yayın gelirleri %43 oranında düşüyordu. Bu lezzetli pay, ağırlıklı olarak Galatasaray ve Fenerbahçe’nin midesine gitmeye başladı. Ortak olmak için şampiyonluk sayısını arttırmak gerekiyordu. Şampiyonluk sayısı konusunda rekabet için para gerekiyor. 2008’den sonraki 3 yıl Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe birer kez şampiyon oldu. Ancak aynı şampiyonluk Beşiktaş için daha az para etti. Sivas rüyası ya da Bursa mucizesi bu nedenle devamlı hale gelemedi. Trabzonspor yıldızlarını, onlara İstanbul kadar para veremediği için elinde tutamadı. Bugün Beşiktaş da artık bu değirmenin içine girdi. İçinde bulunduğu durum kadar, sistem de buna müsait halde. Zaten içinde bulunduğu durumun sebebi neydi? Türkiye’deki sistem ne kadar başarılı olursanız olun, bu başarıyı 10 yıl sürdüremediğiniz sürece (ki böyle bir performansı düşük reytingli bir takımın sürdürmesine piyasa şartları nedeniyle izin verilmez) sizi 2 büyüğün arkasında kalmaya mahkum etmiştir. Daha maçlar oynananmadan, sezonlar başlamadan fermanlar hazır ve imzalıdır.

Geçtiğimiz ay kulüpler birliğinde yapılan toplantı 3. dünya ülkesi meclislerini aratmadı. Çetin kavgalar patladı. İlhan Cavcav “Parayı paylaşmazsanız çekiliriz” derken 4 büyükler elbette “paylaşmayız” dediler. Benim dikkatimi çeken Trabzonspor’un temsilcisi Nevzat Aydın’ın sözleriydi: “Galatasaray ile Fenerbahçe’nin pastadan en büyük pay almaları normal. Onların reytingleri ve seyircileri fazla, paralarını nasıl kesersiniz!” Türkiye’nin en büyük kulüplerinden biri, diğerlerinin, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın, haklarını savunmak zorunda kalıyordu. Öncesinde Beşiktaş eski başkanının Fenerbahçemiz’e sahip çıkması da keza manidardı. Zaman ilerledikçe Beşiktaş’ın (ve Trabzonspor’un) Fenerbahçe ve Galatasaray’ın hakları konusuda daha duyarlı olduğunu izleyeceğiz. Çünkü zaman ilerledikçe daha fazla kazanan, daha fazla harcayan ve yine daha fazla kazanan bu iki kulüp olacak. Her ne kadar vicdan, adalet yahut idealist fikirler (ki bunların hepsinin yanındayım) herkesin eşit olduğundan bahsetse de; daha çok güç, daha çok söz hakkı ve daha çok yaptırım demektir. Sadece Beşiktaş değil, diğer tüm kulüpler Fenerbahçe ve Galatasaray’ın iki dudağının arasına bakıyorlar ve bakacaklar. 


Bütün bunlar olurken Yıldırım Demirören Beşiktaşlı’ya dekoder almayı salık verdi. 3 temmuz vakasını toparlamak (işleyişi / düzeni devam ettirmek için) çok sevdiği, uğruna gözyaşı döktüğü Beşiktaş başkanlığından ayrıldı. Başkanı olduğu kulüp de iddianamenin içindeyken, bu konuda tek bir açıklama yapmadı, kulüp lehine tek bir söz söylemedi. Bugün Türk Futbolu şikesiz taklidi yapmaya devam ediyor. Süper Final kararı ile Digitürk’ün 110 milyon dolarlık zararı fazlasıyla karşılandı. Sistem ne istiyorsa, başkan o doğrultudan hiç sapmadı. Taraftarı sürekli ürün almamakla suçladı, hatta taraftar da birbirini suçladı. Ancak 5 senelik dilimde lisanslı ürün satışı 2 katına çıkarak Beşiktaş’ın sponsorluk gelirlerine yaklaştı ve gelir kaleminde 2. sırada. Geçtiğimiz sezon yaklaşık 33 milyon lira bırakmış taraftar kulübüne daha ne yapsın? Ayrıca Yıldırım Demirören Türk futbolunun marka değeri diye piyasaya servis edilen jargonunun aslında ticari değeri olduğunu elbette bilir. Marka değerinden kat kat yüksek, şişirme bir rakamla bu çarkın dönmeyeceğini öngörmesi gerekmez miydi? Kaldı ki yayın gelirlerinin çılgınca artmasının Türk Futbolu açısından sürdürülebilir olması şüphesini bir kenara koyun, bu durum Galatasaray-Fenerbahçe ile Beşiktaş’ın arasındaki ekonomik uçurumu açar. İşleyişin devamlılığını istemek Beşiktaş’ın 3. büyük olmasının altına imza atmak demektir. Temelde aynı şeydir.

Bu durumun öngörülemeyeceğine ben inan(a)mıyorum.

1996’da 7 milyon dolarla başlayan yayın gelirleri 15 yılda 50 katına çıkarak tek rakibinin Zimbabve enflasyonu olduğunu cihana gösterdi. Medya bu artışı, gelişme olarak adlandırdı ve sevindi. 

Türkiye’deki havuzun once 2 sonra 4 büyüğün kabadayılık yapabildiği oyun parkı olmaktan çıkması aslında birçok sorunu çözer. Futbolumuzun çıkmayan lekelerini 5 yıl Avrupa’ya gitmeyivererek örtbas etmeye çalışan cesur, kararlı ve zeki insanların yayın haklarında adalet konusuna Fransız kalmalarını değil Fransız olmalarını isterdim. Gelirlerin %80’inin eşit dağıtıldığı bir düzende zaten ana konumuz dahil bir çok sorunumuzun kendiliğinden çözüldüğünü göreceğiz. Oradan tasarruf ettiğimiz akıl ve enerjiyi kalan sorunlar için kullanabiliriz. 

Beşiktaş’ın az (2008’den sonra daha da az) kazanmasının sebebi reyting yapmaması olarak gösteriliyor. Beşiktaş reyting yaptığında da insanlar ekmeklerinden oluyor. İki kutuplu dünya Beşiktaş’a iki ucu aynı sonucu veren bir değnek sunuyor. İstediği ve söylediği net: 10 senede 1 bilemedin 2 şampiyonluk yeter. İşçisin sen işçi kal. 

Yakup Sabri İNANKUR


10 Ağustos 2012 Cuma

Eriyen Beşiktaş Antolojisi-2


Sadece Beşiktaş’a gönül verenlerin değil, tüm dünyadaki Türklerin keyifle izleyeceği dünya takımı Beşiktaş’ı yaratmak idealimizdir. Hizmette devamlılık esastır. Mevcut yönetim tarafından tamamlanan Akatlar, Fulya ve stat projeleri süratle tamamlanacaktır. BJK TV ve derneklerin verimli bir şekle sokulmasını hemen yapacağız. En acil ve en büyük projemiz, şampiyonluğu hemen gerçekleştirmektir. Diğer branşlarda da şampiyonluk için gerekli çalışmalar yapılacaktır. Altyapıdan A takıma oyuncu kazandıracağız. Beşiktaş’ımızın hakkını her şart ve ortamda korumak en önemli ilkemiz olacaktır.” 

Gür sesi, kendinden emin duruşu en çok da 25 milyon dolar hibe sözü ve 100. Yıl şampiyonluğundaki gözyaşları… Yıldırım Demirören 30 Mayıs 2004’te yapılan kongrede Beşiktaş halkının favorisiydi. Ancak Beşiktaş meclisinin kararı önemliydi. 6833 üyenin 3272’si oy sandıklarına sarı renkli pusula bırakmıştı. Sarı; Yıldırım Demirören demekti ve yeni başkan da beklenildiği gibi O olmuştu. 


Demirören’in başkanlığını yaptığı kulüp, en az borcu, en çok tesisi, en çok taşınmaz geliri olan, borsaya, diğer kulüplerin aksine, en avantajlı girmiş kulüptü. Zaten dünya standartları seviyesi yolunun yarısını geçmişti. Bundan sonra yapılması gereken gazdan ayağını çekmemek, mevcut işleyişi sürdürmekti. Stat projesi öncelikli ve en önemli meseleydi. Hala öyle…

BJK TV bir ara kapandı. Sonra açıldı. Alt branşlar Avrupa Kupası’na dokunurken, kelime yarışması yayınlamak gibi parlak fikirler yüzünden çok fazla izlenmiyor. Zarar ve masraf ettiğini henüz geçtiğimiz ay yeni başkan Fikret Orman NTVSpor’a verdiği röportajda belirtti.

8 yıllık hizmet döneminde altyapıdan A takımına “kazandırılan” oyuncu sayısı 2 elin parmaklarını geçmedi. Tersine altyapıdayken Avrupa kulüplerinin takip ettiği, genç milli takımların yıldızları olan Serdar Özkan, İbrahim Kaş, Aydın Karabulut, Batuhan Karadeniz gibi oyuncular A takımla geçirdikleri harika bir ilk seneden sonra sapır sapır dökülmeye başladılar. Hepsi mental sorunlarla boğuştu. Yeteneklerinden kimsenin kuşkusu olmayan bu oyuncular kafa olarak büyük takım oyuncusu olamamışlardı. Şu an altyapı çıkışlı “ilk 18’i zorlayan” Necip Uysal ve Muhammet Demirci var. Necip geçtiğimiz sezon, ilk çıktığı sezona gore (artık gelenekselleştiği üzere) düşüşte. Böyle devam ederse yukarıda saydığımız “yetenekliydi ama olmadı” grubunun yeni ve en genç üyesi olacak. Beşiktaş futbol takımı altyapıdan oyuncu üretmeye devam ediyordu etmesine de Serpil Hamdi Tüzün, Hürser Tekin Oktay gibi, cevherleri mücevhere dönüştürecek futbol mühendislerinin eksikliğini yaşıyordu. Kimsenin de aklına bu değerleri yuvalarına çağırmak yahut altyapı sistemini gözden geçirmek gelmiyordu. Çocukların neden ilk seneden sonra ayaklarının düğümlenmeye başladığını merak etmek yerine (borçlandığı) parayı bastırıp dünya yıldızı transfer etmek hem daha kolay, hem daha reklamlıydı.

En acil ve en büyük proje olan futbol takımının şampiyonluğunun “gerçekleştirilmesi” 5 yıl alacaktı.

Beşiktaş’ın hakkının her şart ve ortamda korumak ilkesi her dönem kulübün ilk gündem / yakınma maddesi olmuştur. Seba’yı koltuktan ayıran en önemli (görünen) sebep yine buydu. Yıldırım Demirören’in ilk senesinde Beşiktaş en çok kırmızı kart gören, aleyhine en çok penaltı verilen ve (futbol tarihimizin değil ama 2004-2005 sezonu için) ligin en kötü hakem ortalaması denk gelen takımdı. Henüz ilk yarı tamamlandığında 17 maçın bilançosu, 7 kırmızı kart, 7 aleyhte penaltıydı. Sonuç; liderin 14 puan gerisinde 5. sırada bir takım. Başkana gore bu durumun suçlusu teknik direktör Vicente Del Bosque ve Beşiktaş’ın 7 milyon 961 bin 767 avrosuydu. İkisinin de kulüple ilişiği kesildi. 

Zaten Del Bosque hiç olmayacaktı aslında. Seçim döneminde, kongre virajında, televizyonda, gazetede Yıldırım Demirören’in teknik direktörü Lothar Matthaus’tu. Her konuda anlaşma sağlanmıştı. Sonra birden, aniden, karşı konulmaz bir istekle Madrid’e uçan Demirören pahalı, özel hükümleri olan bir sözleşmeyi yeğledi. Almanların efsane ismine de Türk gazetelerine yakınmak kaldı: “Bana söz vermişlerdi. Her konuda anlaşmıştık. Macar Federasyonundan (o zaman Macaristan Teknik Direktörü’ydü) iznimi almıştım. Şimdi yüzüme bakmıyorlar” Yeni başkan 8 yıl boyunca sık sık kullanacağı “Beşiktaşlı Duruşu”na ilişkin kendi new-age yorumunu başkanlığının ilk icraatında göstermişti. 

Yıldırım Demirören başkanlığın ilk döneminde -3 yılda- 4 teknik direktör, 13 yardımcı antrenör ve 42 futbolcu transferi yaptı. Toplam 42 milyon avro harcadı. 3 yılın sonunda teknik adamlardan 3’ü, futbolculardan 24’ü gitmişti. Bu oyuncuların 4’ünden kulüp para kazanmıştı. Ancak 7.6 milyon avroya satılan Carew’in geliri dahi, Del Bosque ve yardımcılarının tazminatını karşılamıyordu. İlginç bir durum 3 sene sonunda Beşiktaş kulübünün başkanına 18 milyon avro da borcu vardı. 

Stat projesi, BJK TV, altyapı, Beşiktaş’ın hakları, finansal yönetim… Hepsinde ‘hata’ yapılmış geriye Fulya Projesi kalmıştı. 


Fulya Projesi: Hayale Dokunduğumuz Gün

14 Şubat 2009 tarihinde bahardan çalma bir Cumartesi günü Beşiktaş Kulübü Başkanı Yıldırım Demirören, BJK Fulya Süleyman Seba Kompleksi'nin açılışının, siyah-beyazlı kulüp için yeni bir çağın başladığı gün olduğunu söyledi. 

Kompleksin açılışında bir konuşma yapan Yıldırım Demirören, ''Bugün çok önemli bir gün. Beşiktaş için yeni bir çağın başladığı gün. 106 yıllık tarihimizde, son 50 yıldır hayalini kurduğumuz bir resme dokunduğumuz gün'' dedi. 

Hakkı Yeten’in kiraladığı araziye, Mehmet Üstünkaya altyapı sistemini kurmuş, Süleyman Seba da arazinin tapusunu alıp üzerine tesis inşa etmişti. Adeta bir el verme ananesiyle Beşiktaş’a değer katmışlar, onu zenginleştirmişlerdi. Fedakâr bir bayrak yarışında çizgiyi geçmek Yıldırım Demirören’e nasip olmuştu.

Başkan bu sorumluluğun farkındaydı, coşku doluydu: “Burada geleceğe dair yeni bir öykü yazmaya başlıyoruz. Yeni bir çağa başlayan Beşiktaş'ın bu yeni ve heyecan veren başlangıcında bizimle birlikte olan dostlarımıza teşekkür ediyorum.'' 

Demirören, Türk spor dünyasında çok uzun ve meşakkatli bir yolda yürüdüklerini, gün geçtikçe ve yol aldıkça daha da anlamlı projelere kucak açıp, kulüp olarak dünya kulüpleri düzeyinde adımlar attıklarını ifade ederek, şöyle devam etti: 

1903 yılında kulübümüzün ilk kurucuları 'Bir gün her ligde, tesislerden altyapıya, A takımdan, amatör branşlara kadar her konuda dünya kulüpleriyle mücadele edeceğiz' düşüncesiyle ve vizyonuyla yola çıkmışlardı. Nitekim 106 yıllık tarihimizdeki kahramanlık ve başarı dolu hikayelerimizle, dik duruşumuzla ve birçok konuda ilklerin kulübü olmamızla bugünlere geldik. Her yaptığımız, bizler için olduğu kadar inanıyorum ki tüm Türk sporu için de çok önemli kilometre taşları oldu.''

O gün toplantı bittiğinde salondan ayrılanların yüzü gülüyordu. Milyonlarca Beşiktaşlı o güne kadar bir çok ‘hata’ yapmış olan başkanlarının bu kez makus talihini kıracağını düşünüyordu. Öyle ya son 5 yılda yapılan herşey hataydı ama başkan iyi niyetliydi. Sadece beceriksiz ve şanssızdı biraz da… 

3 yıl sonra, 10 Haziran 2012 tarihinde Yönetim Kurulu Üyesi Berk Hacıgüzeller kongreye yaptığı konuşmada; Fulya projesinde bugüne kadar yaklaşık 20 milyon avro tutarında gelirin, yönetimsel zaaflar nedeniyle kaybedildiğini vurgulayarak, ''Yüzde 67 Beşiktaş, yüzde 33 müteahhit olan (olduğu söylenen) hisse dağılımının, inşaat ana sözleşmesinde yüzde 40 Beşiktaş, yüzde 60 müteahhit olduğu tespit edilmiştir'' açıklamasını yaptı.

Yerin altındaki değersiz ve geniiiiş otopark katlarını Beşiktaş’a verip %67 gibi göstermişlerdi. Matematik açısından oran doğruydu. En azından matematiksel olarak ‘hata’ yapmamayı öğrenmişlerdi! 

Baba Hakkı’nın, Mehmet Üstünkaya’nın, Süleyman Seba’nın emekleri, vizyonu ve mirası, Beşiktaş’ın 20 milyon avrosu ile birlikte 2009’un sevgililer gününde atmosfere karıştı. Çünkü hisse dağılımında ‘hata’ yapılmıştı.


Özkaynak Geleneğimiz, Özkaynak Geleceğimiz.
Beşiktaş literatürü “temlik” diye yeni bir kelime kazandı. Bu takıma gönül verdiğimden üniversite yıllarıma değin bu kelimeyi duymamıştım. Zamane gençleri özellikle Beşiktaşlıları şanslı. Anlamını tam olarak açıklayamasalar da manasını biliyorlar. Bilmeyenler için cümle içinde kullanarak açıklamaya çalışayım:
Fulya ve Plaza kira gelirleri 2016 Eylül tarihine kadar temliklidir. Federasyon gelirleri, 2016-2017 sezonu dahil kredi sözleşmesi gereği temlik edilmiştir. Gelecek yıllara ait sponsor gelirlerin 20 milyon 109 bin 338 lirası peşin tahsil edilip kullanılmıştır. UEFA'da 2012-2013 sezonu söz konusu olmayacağı için gelir kaybı yaklaşık 15 milyon liradır. Gişe hasılatları da 2014 sezon sonuna kadar kullanılamayacaktır.

Düşünün çalıştığınız şirketten 3-4 yıl maaş alamayacaksınız. Hergün sabahın köründe kalkmaya, trafik keşmekeşine sinir sisteminizi kurban etmeye, amirlerinizin, müşterilerinizin, işinizin türlü kapris ve stresini çekmeye ve bu sırada yaşamaya çalışacaksınız ama maaş almayacaksınız.  

Beşiktaş’ın en sevdiğim sloganıdır; “Özkaynak geleneğimiz, özkaynak geleceğimiz” Ancak yine bendeniz bu takıma gönül verdiğimden üniversite yıllarıma değin bu kelimenin ticari bir anlam ifade ettiğini bilmiyordum. Birinci sınıfta öğrendim. Özkaynaklar bir muhasebe kalemi olarak varlıklarınızdan, yükümlülüklerinizi (borçlarınızı) çıkardığınızda elinizde kalandır. Basit.  O nedenle varlık ve borç kalemlerini tek tek göstermeyeceğim. Beşiktaş’ın bugün itibariyle özkaynakları -286 milyon 256 bin 446 lira. Özkaynakları eksiye düşen Beşiktaş borçlarını döndüremeyince 2 şey yaptı 1- Modern köleliğin ilk mottosu banka kredisi 2- Başkanın elini cebine atması. İlk durumda borcunuz daha yüksek bir borç haline gelip öteleniyor. Harcadığınız dışında bir de faiz yüküyle uğraşıyorsunuz. İkinci durumda kongre demokrasisinin etkisi yarıya iniyor; Seçilme hakkı mahfuz kalırken seçme hakkı yok oluyor. Demokrasi kimyası tam kararlı bir yapı gerektirdiğinden, yarıya Indiğinde bozulur ve tüm gücünü kaybeder.

Tablodaki okun yönü utancından yerin dibine doğru seyrediyor. 8 yıl once Beşiktaş’ın elinde 41 milyon lira varken, şu an hiç parası yok üstüne -286 milyon kaybetmiş. Varlıklar şimdi sahip olduklarınız, borçlarınız ise geçmişte yaptıklarınızdır. Önünüzde olan gelecek yani özkaynaktır. Şimdinizi geçmişinizden sıyırdığınızda elinizde kalan, gelecekte ne yapabileceğinizin ölçüsüdür. Beşiktaş; şimdi için geçmişe mahkum edilmiş, geleceksiz bırakılmıştır.

İstatistik bilmine gore ‘hata’; gösterilen değer ile gerçek değer arasındaki farktır. Gösterilen; Kleberson, Ailton, Del Bosque, Guti, Carew, Quaresma, Schuster, Tigana, Ricardinho gibi dünya çapında isimler, gerçek; 327.442.240 TL özkaynak tüketimi. 8 yıl boyunca özkaynaklar ısrarlı biçimde azalmış. Yani yükümlülükler (borçlar) varlıklardan daha fazla artmış. Kısaca 8 yıl boyunca sürekli ‘hata’ yapılmış. Bu arada son üç yılda Demirören Holding gelirlerini %85 arttırarak müthiş bir başarı gösterdi. Demirörenler bu (yaklaşık) 550 milyon TL’lik artışın sonucu en zengin 100 ailenin içinde 21 sıra yukarı çıktılar. 425 istasyonlu M-Oil’in %70’ini satın alarak enerji piyasasında şampiyonluğa oynamaya başladılar. İstiklal Caddesi’nde AVM, gazeteler, hatta Cristiano Ronaldo’yla birlikte otel açmalar 2003 yılından sonra gerçekleşti. Gözümüz yok Allah daha çok versin. Hatta istihdam yarattıkları, iş kolları sağladıkları için kendi adıma sade bir vatandaş olarak teşekkür ederim. Ben sadece aynı Allah’ın aynı insana bahşettiği 2 şirketin bir tanesi için “yürü ya kulum” derken, bir diğeri için “dur, geri gel, bat ya kulum” demesini ilginç buluyorum. Allah’ın bir hikmeti mi kulun garabeti mi? Peşinde olduğum soru bu. Düşündüğüm ve yarısını bildiğim, tümüne ulaşmaya çalıştığım bir soru.

31 Mart 2012 itibariyle Yıldırım Demirören’in çocuklarının rızkı olan 100 milyon dahil, toplam borç; 580 milyon 994 bin 498 liradır. Bu borcun 67 milyon lirasının tarihi geçmiştir. Beşiktaş’ın şu an kasasında para yok ancak kapısında 67 milyonunu isteyen alacaklı çoktur. 

Borçlar artar, gelirler bunu karşılayamazken Beşiktaş’ın başı en çok davalardan yanıyordu. Hakimler tokmağını her vurduğunda Beşiktaş’ın kasası biraz daha boşalıyordu. Tazminatlar bir yana sadece davalar ve icralar için Beşiktaş noterlere 1.1 milyon lira ödedi. Oysa Beşiktaş yönetiminde Türkiye’nin en büyük hukukçularından Levent Erdoğan bulunmaktaydı.

Erdoğan’ın yeni yönetimde de bulunması çoğu Beşiktaşlı’yı rahatsız etti. Hatta yeni başkana inancını kaybettiğini dile getirenler dahi oldu. Tepkilerden bunalan Fikret Orman, Erdoğan hakkında hem eleştirilere yanıt, hem de bizlere mini bir CV verdi: 
 “Levent Erdoğan, Demirören'e muhalif olduğu noktasında üyeleri ikna edemedi diye elinde pankartlarla sokak sokak dolaşsın mı; ne yapsın? Silah çekip vursun mu, ne yapsın? Levent Ağabey 2004'te de yönetimime aldığım birisi, dernekleri seviyor, insanlar da onu seviyor. Ama benim onu listeme alma sebebimin derneklerle %1 alakası yok. Çünkü o dernekler, beni desteklediklerini zaten açıklamışlardı. Son ana kadar Levent Erdoğan listede değildi. Cesur adam ve inanılmaz Beşiktaşlı. Millet listeye girmekten kaçarken "Maddi-manevi yanındayım" dedi bana. E Beşiktaş'ın da 120'ye yakın davası var.. Çok önemli bir hukukçu.. Dolayısıyla dernekleri bırakacak o davalara bakacak.

Fikret Orman’ın tanımlamasıyla Levent Erdoğan’ın cesur ve inanılmaz Beşiktaşlı olduğunu öğreniyoruz. Bir taraftarmetre icat etmişliğim olmadığı için Beşiktaşlılığı’nın inanılmazlığı konusunda bir yorumda bulunamayacağım, ancak hukukçuluğuna dair ufak bir araştırma yaptım. 

Levent Erdoğan’ın şirketi Le Büro’nun internet sitesinde şirket için şunlar yazar:
“Le Büro Hukuk ve Mali Danışmanlık Bürosu,1800 yıllarda Osmanlı döneminde kadılık ve daha sonraları cumhuriyet döneminde yargıçlık yapmış olan Erdoğan ailesinin 3.jenerasyon ferdi olan Av.Levent Erdoğan tarafından 1969 yılında İstanbul’da kurulmuştur. Le Hukuk Bürosu, uluslararası hukuk alanında da faaliyet göstermekte olup,halen dünyanın en saygın ve prestijli hukuk kuruluşlarından “World Link for Law” organizasyonunun da üyesidir.

Hukukçuluk genlerine işlemiş köklü bir ailenin ferdi. Saygın ve prestijli bir işadamı. Başarı abidesi. Böyle bir insanın içinde bulunduğu yönetimin düzenlediği sözleşmelerde sürekli Beşiktaş aleyhine (Vicente Del Bosque, Matteo Ferrari…vs) hükümler bulunması ve (hemen hemen) tüm davaların kaybedilmesi tuhaf. Ya FIFA’da en çok davası olan kulübün Beşiktaş olması… Gerçekten tuhaf…

Yakup Sabri İNANKUR


9 Ağustos 2012 Perşembe

Eriyen Beşiktaş Antolojisi-1


Düşünmek yarı bilmektir. “İki hata saflığın, sonrakiler suçun mahsulüdür” demiş Oliver Goldsmith. Türk Dil Kurumu da İrlandalı yazara katılmış, hatayı şu şekilde tanımlıyor; İstemeyerek ve bilmeyerek yapılan yanlış, kusur, yanılma, yanılgı.

Kavramların altının itinayla boşaltıldığı bir ülkede ‘hata’yı düşünürken / kullanırken de hata yaptığımızı düşünüyorum ben de. İçeriğinin dışında aklımıza getiriyoruz onu, işimize geldiği şekliyle; beceriksizliği ya da suçu örtbas etmek için. Onunla arabesk yılgınlıklara ironi katıyoruz: “En büyük hatam herkesi kendim gibi sanmamdı” eşittir; “Ben aslında çok doğruydum, onlar yanlıştı” Hata; kendimizi vaftiz ettirdiğimiz bir papaz.

Öyle değildir halbuki.

Hata; vicdan azabıdır,pişmanlıktır. En nihayetinde aklına geldiğinde utanmaktır…

Azap, pişmanlık, utanç kaç kez tekrarlanabilir?


Kıvılcımlar


Emrah Öner geçen hafta yazdığı yazıda hafızamı tazeledi. 1996 yılında İhsan Kalkavan, ATV’de Faik Çetiner’in programında şöyle dedi;

Şu an 4 büyük kulüp var diyorlar. Aslında bu 3 kulüptür. Bunu da 2’ye indirecekler. Beşiktaş’ı ya eleyecekler ya da kendi kendine elenmesini sağlayacaklar. Popülist düzen Beşiktaş’ı bitirecektir. Daha sonra da tek büyük bırakacaklar. Şu an buna daha karar veremediler. Ya Galatasaray olacak, ya Fenerbahçe.

İhsan Kalkavan bunu söylediğinde Beşiktaş son 10 şampiyonluğun 5’ini almış bir kulüptü. 3 Türkiye Kupası, 4 Cumhurbaşkanlığı, 1 Başbakanlık, 1 Atatürk Kupası ve 4 TSYD Kupasıyla dönemin en başarılı takımıydı. 

O sezon Türk Futbolu için büyük bir yenilik gerçekleşmiş ve havuz sistemine geçilmişti. İlk kez tüm kulüplerin maç yayınları topluca tek bir kanala, Cine 5’e, verilmişti. Türkiye 4 büyüklerin 7-9-13 ve 17. haftada birbirleri ile karşılaşmalarına aşina olmaya başladı. Fikstür gariplikleri aslında yıllar geçtikçe iyice belirginleşti. Matematik bilminin tesadüf kabul ettiği uzak ve sarp sınırlar, fikstür matematiğinin oyun alanı oldu. 1996’dan bu yana geçen 16 sezonda 15 kez Beşiktaş ligi deplasmanda bitirdi. “Ne var bunda” diyorsanız bir madeni parayı 16 kez havaya attığınızda 15 kez tura gelmesine şaşırmıyorsunuz demektir. Böyle bir sonucu 4167 kez denerseniz ancak 1 kez elde edersiniz. 

Türk futbolunda mevsim değişirken, Beşiktaş tribünün iklimi de Akdeniz’den uzaklaşıyordu. Bırakın spor kamuoyunu, mahalle erbabının dahi “efendi olur” diye nitelediği insanlar tabeladaki rakamları beğenmediğinde eskisi kadar ılıman tepkiler göstermemeye başladı. Takım henüz 1995’te şampiyonluk görmesine rağmen, tribünlerde bir fokurdama başlamıştı. Kaptan Rıza taraftar tepkilerinin artması nedeniyle futbolu bıraktı. Şifo Mehmet üzerinde keza aynı baskı oluştu, hatta neredeyse Bursaspor’a satılıyordu. Yıldız oyuncu Ertuğrul’a (stoper oynatıldığı dönemde) koro halinde küfredilmiş, Ayhan Akman’a antremanda düz koşu esnasında “travesti” yakıştırması yapılmış ve kavga çıkmıştı. Beşiktaş tarihinde belki ilk kez, tribün kendi oyuncularına karşı bu kadar yoğun, kaba ve sık protestolara başlamıştı. İlerleyen dönemlerde protestoların yönü başkan Süleyman Seba’ya dönecekti, öyle ki; O’na karşı yürüyüş tertiplenmiş, yaklaşık 1500 insan Akaretler’i o meşhur sloganı ile çınlatmıştı; “Tam 15 yıl oldu, senin süren doldu, yeter artık Seba, artık istifa”  

Protestoların tazyiği, Beşiktaş’ın haksızlığa uğradığı düşüncesinden fışkırıyordu. Beşiktaşlı sistematik olarak hakem hatalarının aleyhlerine denk geldiği konusunda hemfikirdi. Dümenini Serdar Bilgili, Yıldırım Demirören, Fikret Orman gibi isimlerin tuttuğu muhalif / yenilikçi bir gemi demir almıştı bile. Genç işadamlarının yumuşak hatlı cümleleri, taraftarın keskin söylemleri ile aynı yüklemlerde birleşiyordu. Camia, Beşiktaş’ın futbol takımındaki başarısızlığının içinde hakem / federasyon hatalarının payı olduğuna inanmakta, Seba’yı bunun önüne geç(e)memekle, pasif kalmakla eleştirmekteydi. Ayrıca tüm başkanlar takımlarının maçlarına geliyordu. Beşiktaşlı da artık kafasını kaldırdığında fiyakalı bir oturuş, pahalı bir puro ve genç bir başkan görmek istiyordu. Sağlık sorunları ile maçlara gelemeyen yaşlı bir başkan camiayı yeni milenyuma nasıl taşıyabilirdi? Gerek tribünlerin, gerekse kongre üyelerinin baskılarına daha fazla tahammül edemeyen Süleyman Seba 2000 yılının mart ayındaki kongreye adaylığını koymayarak, Beşiktaş tarihinde hiç seçim kaybetmemiş başkan sıfatını yanına alıp, koltuğu bıraktı. O gün bizler başkanlığı bıraktığı için ağladığını düşünüyorduk, bugün Beşiktaş için ağlamış olduğunu artık biliyoruz. 

12 Eylül 2003 saat sabah 10 sularında, gündeme bir haber düştü. Yönetimin ağır toplarından Yıldırım Demirören ve (eniştesi) Kıvanç Oktay istifa ediyordu. Haberi okuduğumda kafamda beliren cümlelerin en az 10 milyon siyah-beyaz yankısı olduğuna eminim: “Başka zaman açıklayamazlar mıydı? Devre arasını, en azından şu maç sonrasını bekleyemezler miydi?”. O, “şu maç”; Şeref Bey’de oynanacak ilk Şampiyonlar Ligi maçıydı. Rakip Lazio’ydu. Daha 6 ay once UEFA Kupası çeyrek finalinde, kupa rüyalarını kontratak karabasanıyla boğan Lazio. Beşiktaş bir önceki sezonun şampiyon kadrosunu korumuş, üzerine Ahmed Hassan, Emre Aşık gibi tecrübeli ve kaliteli isimleri dahil etmişti. Ligde hiç mağlup olmamıştı. Yenilmez bir takım, büyük hedefler ve bir intikam maçı… 

Biz öpüşüp barışmalarını bekler ve umarken, haberden 2 gün sonra (maça 2 gün kala) Demirörenlerin aile dostu ve avukatı Levent Erdoğan da istifasını sundu. Ertesi gün menajer Sinan Engin: "Olaylar çok zamansız oldu. Böyle bir dönemde bırakırsam, bir daha kulübün önünden geçemem. Ayrıca Erdoğan Demirören de arayıp Beşiktaş’ın menfaatleri için görevde kalmamı istedi” diyerek görevde kaldı ve tarafını belli etti. Daha sonra “öyle bir dönemde bırakan” yöneticilerle çalışmaktan bir beis duymayacaktı. 

Bu kadar tantananın nedeni çim ihalesiydi.

Başkan Serdar Bilgili, Adnan Kefeli’nin ortağı olduğu şirkete, Akatlar ve Ümraniye’deki suni çim sahaların yapımı işini vermek için teklif getirdi. Tesislerden sorumlu yönetici Kıvanç Oktay ise, "İhale yapalım" diyerek karşı çıktı. Bilgili, geçen çarşamba da bu olayı yönetimde gündeme getirmiş, mimar Gürhan Ermiş’ten tesislerle ilgili dosyaları istemişti. Ermiş, Oktay yurtdışında olduğu için dosyaları veremeyeceğini söyledi. Buna çok sinirlenen Bilgili de Ermiş’i işten attı ve sahanın yapımını Kefeli’ye verdi. O esnada Cannes sahillerinin tadını çıkaran Kıvanç Oktay ise bu gelişmeler sonrasında, "Artık ben yokum" diyerek tatilden istifasını gönderdi. Ardından Yıldırım Demirören de Oktay ile birlikte hareket ettiğini açıkladı. Bunun üzerine olağanüstü toplanan yönetimden Levent Erdoğan da, "Onlarla birlikte geldim, birlikte giderim" diyerek yollarını ayırdı.


Maça 1 gün kala kimse maçı konuşmuyordu. Ömer Faruk Girgin (TJK Başkanı): “Geç bile kaldılar. Yönetimin en etkili iki isminin bu kadar dayanması bile mucize. Demirören aday olursa, kendisine tüm gücümüzle destek veririz.” Hasan Bozkurter (1965 Beşiktaşlılar Cemiyeti): “Bilgili, seçimi kazandığı insanları arkadan vurdu. Bana 25 trilyon aylık verseler, başkanın yanında bir saniye bile durmam”. Süleyman Eren (Büyük Birleşik Grup): “Başkan Serdar Bilgili, Yıldırım Demirören olmasa kongreyi kazanamazdı. Ayrıca Kıvanç Oktay en çok para veren isim. Para da bulamazdı. Bu insanlara yapılan vefasızlık” diyordu.

Bir sonraki kongrenin sonucu artık belliydi. 2004 yılına girilirken Beşiktaş’ın bir sonraki döneminde olmayacağı kesin olan bir başkan ve seçileceği kesin olan bir muhalefet vardı. Beşiktaş ile ilgilenmek için kimsenin bir motivasyonu kalmamıştı. 

Muhalefetin gür sesi içinde, eski yönetici Hasan Gocay’ı  duyan ve dinleyen pek olmadı: “Birlikten kuvet doğar. Ancak Yıldırım Demirören geçmişte, arkadaşlarını yalnız bırakmıştı, şimdi kendisi yalnız kalacak. Herşey gelip geçici, Beşiktaş kalıcıdır.” Hasan Bey sonraki Beşiktaş yönetimlerinde yer almadı.

Bu arada Beşiktaş Lazio’ya 2-0 kaybetti. 

Yine de 500 milyon avroluk Chelsea’yi, 10 kişi kalmasına ragmen Londra’da 2-0 mağlup eden ve son maça kadar iddiasını sürdüren Beşiktaş, 93. dakikada sağ alt köşeden büyüyen karede gördüğümüz ve donakaldığımız pozisyonda tarihindeki ikinci vakay-ı ıska (ıska-ı Peruzzi de denir) sebebiyle UEFA Kupası’na düştü.

Ligin ikinci yarısına yönetimsel boşluk (daha doğrusu yokluk) ile giren Beşiktaş’a medya da sırtını dönmüştü. Ligin ilk yarısını değerlendiren Şansal Büyüka ile Erman Toroğlu, Beşiktaş’ın bileğinin bükülmediğini, ligin heyecanının kaçtığını anlatıyor, Beşiktaş’ın durdurulması gerektiğinden bahsediyorlardı. Konuyu, mert ve korkusuz olarak nam salmış Erman Toroğlu açık bir biçimde noktalıyordu: “Artık lig izlenmiyor. Beşiktaş böyle giderse ekmeğimizden oluruz hocam”  

Cem Papila’nın Süper Lig serüveni 10 Ağustos 2002’de İstanbulspor-Adanaspor maçıyla başladı. 4 ay sonra orta hakem olarak atandığı ilk Beşiktaş maçı ilginçtir Samsunspor maçıydı. 15 Aralık 2002 tarihinde Beşiktaş, Şeref Bey’de Samsunspor’u 2 eski Samsunsporlu; Tümer Metin ve İlhan Mansız’ın attığı gollerle 2-0 mağlup etmişti. Bu tarihten sonra Cem Papila 4 büyüklerin tam 9 maçında görev aldı. 3’ü Beşiktaş maçı olan bu karşılaşmaların tamamında 4. hakemdi. 25 Ocak 2004’te 2 yıl aradan sonra ilk kez bir büyük takımın, yine Beşiktaş’ın, maçına orta hakem olarak atandı. 85 dakika sonra ülkenin (maalesef) en çok konuşulan hakemi oldu. Lucescu ilk kez istifa etmeyi düşündüğü açıkladı: “Bir takım hak ediyorsa sahada kazanmalı, dışarıda değil. Bu yaşananlardan sonra istifa etmeyi ve bu ülkeden gitmeyi bile düşünüyorum. Çünkü böyle bir ligde olmak çok zor” diye konuştu.” 8 puan önde ve en iyi futbolu oynayan takımın hocası olacakları görmüş ve şimdiden bezmişti.

Hukuk fakültesinde Şekip Mosturoğlu’nun sınıf arkadaşı olan Papila, o maça kadar tanınan, bilinen bir hakem değildi.  Sonra ani bir kararla hakemliği bıraktı ve TRT’de yorumculuğa başladı. Köşe yazarlığı yaptı. Programlarda şike ve futbol ahlakı üzerine konuşmalarıyla dikkat çekti. Hakem hataları üzerine otorite yorumlarda bulundu. Kendisinden 3. bir kişi olarak bahsetmesi “Cem Papila diyorsa doğrudur, Cem Papila burada oyuncuya göz açtırmaz” şeklindeki üslubuyla dikkat çekti. Ankara 7. Cadde’de avukatlık ofisi açtı. Şu an futbolla ilgilenmiyor.

Cem Papila kimdir derseniz, cevabım “bir Türkiye gerçeği” olduğudur.

2004’ü çok konuşmaya gerek yok. O dönem Beşiktaş’ın maçlarını 90 dakika izleyen herkes, ortada bir yanlışlık / tuhaflık olduğunu gördü, bildi. 2004’ün ikinci yarısındaki Beşiktaş maçlarının hakem puanlarının ortalaması futbol tarihimizin halen en kötü hakem ortalamasıdır.  Ancak bunun üzerinde çok durulmadı. Tıpkı Avrupa’da en çok maç yöneten FIFA kokartlı eski hakem İhsan Türe’nin Milliyet gazetesine verdiği röportajda “1992-93 sezonunda hakem camiası Beşiktaş’ı geri çekmiştir. O sezon verdikleri kararlarla Beşiktaş’ın şampiyonluğunu elinden almışlardır” açıklaması gibi, Malatyasporlu oyuncuların 1987’de aldığı teşvik primini Star TV’de itiraf etmeleri gibi, 2003-2004 sezonu da futbol tarihimizin karanlık dehlizlerinde kayboldu ve unutulmaya bırakıldı. Aziz Yıldırım “Son 20 sene, 30 sene incelensin, kim ak, kim kara ortaya çıksın” diyor ya; bunu gönülden desteklemeyen tek bir Beşiktaşlı tanımıyorum.    

Beşiktaş öyle ince de değil kalın kalın doğranırken, ne yönetimden, ne tribünlerden 4 yıl once olduğu gibi etkili bir birlik beraberlik mesajı verildi, ne ses getiren bir protesto yapıldı ne de gelişmeyi durduracak bir adım atıldı. Medya zaten çoktan Beşiktaş’ı yeniden 3. sayfaya göndermişti. Yönetim standby konumunda, muhalefet iktidar rüyasında, medya körebe oynamakta, tribün grupları yer kavgasında… Mecazi değil, gerçek anlamıyla takım kimsenin umrunda değildi.  

İlk yarıyı namağlup bitiren, 2. yarıda ise tam 8 yenilgi birden alan siyah-beyazlılar, böylece lig tarihinde iki devre arasında en büyük düşüşü gerçekleştiren şampiyon adayı takım olarak kayıtlara geçti. 

Kimsenin ekmeğinden olmamasının diyeti; Beşiktaş’ın şampiyonluğu ve o harika takımın dağılmasıydı. Sistem, gölgesini satamadığı her ağacı keser. 

Ceausescu Romanya’sını arkasına bakmadan terkedip Avrupa Şampiyonu yapacak başka bir takım bulan Lucescu yıllar sonra hala o sezona isyan ediyordu:  
"Özellikle kariyerinin sonuna gelmiş oyuncularım resmen bana ve takıma ihanet ettiler. Başta Zago, Cordoba ve Ronaldo olmak üzere yabancılar iyice kenara çekildiler. Ama yöneticilere söylemiştim. Onlara kariyerinin sonuna gelmiş, para için oynayan futbolcuların, her şeyi deneyebileceğini anlatmıştım. Buna rağmen Beşiktaş yönetimi onların parasını vermedi. Onlara yol açtı. Boşluk bıraktı. Konya maçından sonra Cordoba'yı kenara çekip 'maç sattın mı?' diye sordular... Geriye dönüp baktığımda, şüphelerimin yerine oturduğunu görüyorum. Şimdi kendime kızıyorum. Çünkü o zaman kötü adam ben olmuştum. Türkiye'deki sisteme karşı mücadele etmek çok zor."

12 Eylül 2003’te başlayan süreç, istifalar, küfürler, mafya ilişkileri ve yasa dışı alınan vizelerle perdesini kapatıyordu. Artık sahneye hikayenin başrol oyuncusu çıkıyordu. 

Yakup Sabri İNANKUR


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...