31 Ocak 2011 Pazartesi

Topu Isıran Fenerbahçe

Giray-Egemen ikilisini Uche-Högh ikilisine benzetiyorum. Futbol kalitesi olarak değil tabii. Uche-Högh harika bir ikiliydi ancak Uche Höghsüz olabilirken, Högh Uchesiz bariz bir performans kaybı yaşardı. Trabzonspor’da Egemen Uche’ye karşılık gelirken, Giray’a Högh düşüyor.

Uzun dönemde başarı savunma mentalitesiyle gelir. Hangi felsefeyle oynarsanız oynayın savunmanın o felsefeye ne kadar uyduğuyla başarılı olabilirisiniz. Her taraftarın içini çekerek andığı o efsane takımların efsane olmasının sebebi, şık çalımlar atan solak yeteneklerin ya da karizmatik forvetlerin performansından ziyade; Bülent-Popescu, Ronaldo-Zago, Uche-Högh uyumudur.

Egemen’in sakatlığı sonrası o bölgede ne Ceyhun ne Mustafa Yumlu ne de Glowacki, Giray’ı tanıyacak şansı ve süreyi buldu. Korner öncesi Giray önce Lugano’yu kaçırdı. Sonra bozmaya çalıştı, formasından ve kolundan çekti. Son sahnede Lugano “rahat” bir şekilde kafa vururken Giray “bozulmuş” şekilde yere düşüyordu.

Trabzonspor için bu birinci goldü.

Perşembenin değil ama pazarın gelişi çarşambadan belli oldu. Beşiktaş maçında arkasına sığınılan “7 eksikliydik” açıklamaları, savunmadan çıkarken pres yediğinde dağılan Trabzonspor görüntüsünü gölgeledi. Aykut Kocaman bunu gördü ve oyuncularına bu dersi ezberlettirdi. Selçuk Şahin, Emre Belözoğlu ve özellikle Mehmet Topuz Trabzonspor’u, her oyun kurma çabasında bozdular. Dakika henüz 13’tü Selçuk İnan ve Gustavo Colman sahanın iki ucundan birbirlerine pas vermeye çalışıyorladı. Sahanın ortasını Fenerbahçeli oyuncular kapatmıştı. Hatta zaman zaman Alex bile Giray’ı üzerine yürüyordu. 16. dakikada Colman bu durumu faul yaparak aşmaya çalıştı ve sarı kartı gördü. Trabzonspor’un oyun planı, felsefesi dağılmış durumdaydı. Orta sahada kapılan bir top, Cale’nin boşalttığı alana sızan Mehmet Topuz ve yine savunmanın ortasında rahat –ama çok klas- bir vuruş yapan Niang.

Bu da ikinci goldü.

Bütün bunlara ilk 20 dakikada gol bulduğu 9 maçın 8’ini kazanmış bir Fenerbahçe ekleyelim. Toplamda 41 gol atan Fenerbahçe’nin, ilk 20 dakikada gol bulduğu maçlardaki toplam gol sayısının 30 olduğunu da kendimize hatırlatalım. Son olarak maçı topu ısıracak kadar çok isteyen, galibiyete hazır bir Fenerbahçe var.

Sonuç;

Fenerbahçe hakederek şampiyonluk potasına girdi.

Bir Daha Gelsem Dünyaya...

Yeniden başlayabilseydim yaşama,
İkincisinde daha çok hata yapardım!
Kusursuz olmaya çalışmazdım, sırtüstü yatardım...
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar;
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım!
O kadar temiz olmazdım, daha çok risk alır,
Daha çok seyahat eder, daha fazla güneşin doğuşunu seyreder,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehir aşardım...
Görmediğim yerlere gider, daha çok dondurma, daha az bezelye yerdim! Problemlerim daha gerçekçi olurdu
Hayali problemlerim ise daha az.
Hayatın her anını gerçekçi ve üretken yaşayan insanlardandım.
Elbette mutlu anlarım oldu ama yalnız mutlu anlarım olmasına çalışırdım. Farkında mısınız bilmem; yaşam budur zaten...
Anlar, sadece anlar. Siz de ''anı'' yaşayın ''şimdi''yi yakalayın.
Termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve paraşütünü almadan
Dışarıya çıkmayan insanlardandım.
Eğer yeniden başlayabilseydim, daha hafif seyahat ederdim.
Eğer yeniden başlayabilseydim, ilkbaharda ayakkabılarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır, çocuklarla oynardım.

Ve futbol oynardım, çatlayıp ölene kadar.

27 Ocak 2011 Perşembe

Portekiz Dili ve Edebiyatı

İstediğin kadar baskın oyna hatta bunu skora da yansıt; 5 dakika konsantrasyonunu kaybedersen adına futbol dediğimiz hayat felsefesi sana bunu ödetir. İlk yarıda esip gürleyip ikinci yarının her hangi bir bölümünde yaşanan 5 dakikalık şaşkınlığın, tüm 90 dakikaya mal olduğu korkunç maçlar dizisinde Emmy Ödülü Valerenga’nın olurdu. Jüri özel ödülü Steagul Roşu’ya giderdi. Malmö, Auxerre ve Sarajevo, çeşitli kategorilerde dereceye girerlerdi. 45-50. dakikalar arası yaşananlar neredeyse Trabzonspor’u da bu listeye ekleyecekti.

90 dakika Manisaspor, 90 dakika Bucaspor, 45 dakika Trabzonspor karşısında 20 yıldır özlemi çekilen Beşiktaş’ı izledik. “Atak üstüne atak” kavramının kullanılacağı maç, işte bu maçtır. Beşiktaş atak yapıyor, olmuyor, kapıyor topu tekrar atak yapıyor yine olmuyor, yine kapıyor tekrar atak yapıyor...100. yıl dahi Beşiktaş savunması ile öne çıkan bir takımdı. Rızalı, Şifolu, Gökhanlı altın takıma gittikçe yaklaşan bir takım izliyoruz.

Kaptırılan her topa 3 Beşiktaşlı’nın koşması, Trabzonsporlu bir oyuncu topu aldığında 4 Beşiktaşlı’nın mevcut tüm pas yollarını kapatması “Gordon Milne presi” değildir de nedir? Metin-Ali-Feyyaz anılarıyla sarhoş olmaya alışmışken, keskin Portekiz kahvesiyle ayıldık! Tüm Türkiye ayıldı. Özellikle 2004’ten bu yana (Zico’nun Fenerbahçesi hariç) Türkiye’de 22 adamın bir topun peşinden koştuğu manasız bir olay varken; futbol sanatı Portekiz dili ve edebiyatıyla hayat buldu, gücümüze güç, futbolumuza futbol kattı. Ve bu paragrafın yazarı ben değilim, Bernd Schuster’dir.

“Trabzonspor 7 eksikliydi” tezleri, Şeref Bey’in çimlerinde Ernst, Sivok, Bobo, Ferrari, ve (Sergen’in ısrarla Hernandes dediği) Fernadez’in olmadığını gerçeğiyle konunun ve yazının dışına itilmiştir. Kaldı ki bu Trabzonspor’un sorunudur. 26 senelik susuzluğun sonunda şampiyonluk gelecek sezondan, kupa esirgenmez felsefesini eleştirmek de haddime değil. Trabzonspor kadrosunun gücünü, temposunu ve sınırlarını Şenol Güneş’ten daha iyi kimse bilemez. 34. haftanın sonuna kadar elindeki kadro bu. Şenol Güneş’in bu kararı Fenerbahçe maçının bitiş düdüğüyle tartışılır.

*****

Aslında bu yazı bitmişti. Yorumcuların takımları, yönetimleri, futbolcuları istediği gibi eleştirdiği bir ortamda ben de TRT’ye naçizane bir eleştiri arz etmek isterim.

Dakikalar 30 civarıydı yanılmıyorsam. Ceza sahasının sol çaprazında, top Almeida’nın sol ayağındaydı ve düz bir açıdaydı. Ortada gerek futbol lisanı, gerek pozisyon, gerekse Almeida’nın fiziksel özelliği ile ilgili ters bir konu yoktu. Almeida sol ayağının üstüyle vurdu topa ve top yandan auta çıktı. Sergen Yalçın’dan şöyle bir yorum geldi;

"Almeida'nın ters ayağında kaldı, sol ayağında" Hatta spiker gülerek “kuvvetli ayağında yani” diyerek toparlamak istedi, ama olmadı tabii. Yorumcu; Almeida'nın solak olduğunu bilmiyor olabilir. Adam koca bir Manisa maçı, Buca maçı ve yarım saattir Trabzon maçını sol ayağıyla oynuyor, sol ayağıyla pas atıyor, şut çekiyor...vs. Devlet televizyonu TRT’nin Beşiktaş-Trabzon maçı için takımları daha iyi tanıyan, analiz eden yorumcular görevlendirmesi gerekirdi.


26 Ocak 2011 Çarşamba

Liverpoollu Amcalarım, Teyzelerim

Futbol, hiç büyümeyenlerin oyunudur. Koca koca akil adamlar, 2 santim içeride mi, 3 santim dışarda mı, biraz kenardan gitse, az aşağıdan vursa diye saatlerce konuşurlar. Konuşma ateşlendikçe mızıkçılık başlar. O, öbürünü mort etmeye çalışır, öbürü onu. Küsenler olur, kavgalar çıkar, eve dağılırlar...

Ertesi gün sabah, tekrar oyun için biraraya gelirler.

Bizde ‘yaşlı kadın’ futbol taraftarı olarak 105 yaşında bir Fatma Nine vardı. Galatasaraylıydı. Hangi maçtı hatırlamıyorum ama kulübün davetlisi olarak tribündeki yerini almış ve maç içinde uyumuştu. Aslında o yaştaki birinin o yolculuğu yapıp o hengameye girmesi başlı başına takdire şayan bir hadise.

Her fotoğrafın bir hikayesi vardır (Öyle olmasa fotoğrafçılık sanat olmazdı). Yukarıdaki fotoğrafa bakarak sayfalarca yazabilirim. Futboldan, siyasete, cumhuriyet tarihinden, ülkenin bitmek tükenmek bilmeyen jeopolitik önemine kadar kendi muhakememin izin verdiği sürece anlatırım.

Stadyuma gitmek için kaç saat harcadığı, maçtan kaç saat önce tribündeki yerini alacağı, rakip holiganlardan kurtulsa, kendi başkanının dayağından nasıl kaçacağı, protestocu (yok pardon, provakatör) olarak fişleneceği, ‘bilet fiyatı/emekli maaşı’ oranı, maç bittikten sonra gece yarısı eve dönecek olması gibi dışsal faktörler iki A4 kağıdına sığar.

Evde komşuya gelin, geline komşu dedikodusu yapmak gibi ağır ve önemli bir görev varken, akşam bir yüzüklerin efendisi uzunluğunda tv dizilerini izlemek, karakterlerle çekişmek gibi yararlı sohbetlerinden başından kalkıp 22 adamın bir topun peşinde koşması gibi mantıksız ve boş bir olayı izlemeninin ne gerekliliği olduğu gibi içsel faktörler de bir parşömen doldurur.

Bütün bunları bir kenara koyalım. Sanal olsa da kağıtlara, en önemlisi zamanımıza yazık. Her hikayeyi anlatacak tek bir cümle vardır (Öyle olmasa yazı sanatı olmazdı).

Şu fotoğrafı Türkiye’de çektiğimiz gün, muasır medeniyeti yakalamış bir futbol ülkesi oluruz.

Not: Aslında bu fotoğrafın daha derin, ve acı bir hikayesi var. Ondan 3 ay sonra bahsedeceğim.

25 Ocak 2011 Salı

İnsan Porsche’sini Unutur mu?


Sezon başında Zaragoza’dan, Stoke City’e geçen Jermaine Pennant futboluyla oluşturamadığı gündemi, dalgınlık demeye dilimin varmadığı ama salaklık sıfatının da uygun kaçmadığı bir nedenle oluşturdu.

Anne özleminin ateşi mi çağırdı, İspanyol dilberlerin ateşi mi kaçırdı bilmem, ancak İngiltere’yi alelacele terketmiş olacak ki; Porsche’sini Zaragoza Metro’sunun otoparkına öylece bırakmış. Araç otoparkta “beni yıka” ve türevi edebi metinlerin, karikatürlerin evsahipliğini yapmış aylarca. En sonunda sahipsiz araç otopark yetkililerinin dikkatini çekmiş. Porsche olmasının buna büyük yardımı olmuş tabii ki. Pennant’a, daha doğrusu Stoke City yetkililerine ulaşabilmişler.

Yetkililer durumu Pennant’a aktardığında ise, Pennant’ın cevabı “Hatırlamıyorum” olmuş.

İnsan; gözlüğünü koyduğu yeri unutur, başındadır. İnsan çakmağını unutur, iç cebine kaçmıştır.

İnsan Porsche’sini unutur mu?

24 Ocak 2011 Pazartesi

Cruijff Ne Yapacak?

Yukarıdaki resmi görünce, Serpil Hamdi Tüzün Hoca’nın Sergen’e verdiği ödevler aklıma geldi. (Bu başka bir yazının konusu olsun). Şimdi arkanıza yaslanın, bardağınıza bir bardak kola ya da favori içeceğiniz her neyse onu doldurun. Ben taze çay demledim, müsaadenizle onu içeceğim.

Sarı Fare vitesi yükselterek driblinge, arkasında (kayarak müdahalesi fayda etmediği her halinden belli olan ve) yerde kalan rakibini geçerken başlamış. Pozisyondan çıktığını düşündüğüm bu adama küçük kırmızı bir ‘x’ verdim. Johann topu ayağından biraz da açmış. Daha hızlanmaya niyeti olduğu belli. Hemen karşısında Cruijff’un arkasında kalan arkadaşının yaklaşık 2 saniye önce Cruijff’tan o topu alacağından emin olan sarı ‘3’ ile işaretlediğim oyuncu müdahaleye geliyor. Sarı 3 için bu şekilde düşünmemim sebebi, O’nun fotoğraftaki dengesiz hali. Belli ki diğer adama, yani, turuncu ‘A’ ile gösterdiğim Cruijff’un takım arkadaşı Hollandalı’yı kapatmaya giderken, Cruyff’un beklemediği şekilde (niye şaşırdıysa buna!) sıyrıldığını görmüş ve aniden geri dönmeye karar verip (bu pozu verdikten sonra) turuncu ‘A’yı sarı ‘1’ ve ‘2’ isimli arkadaşlarına bırakmış. Bu sırada sarı ‘2’ durumun çoktan farkına varıp gözüyle Cruijff’u takip ederken, turuncu ‘A’ya doğru yol alıyor. Ayaklarının açık olduğu koşuya başladığını, vücudunun hantal duruşu ise bu koşuya “henüz” başladığını gösteriyor. Sarı ‘1’ ise daha işin tehlikesinin farkında değilmiş gibi duruyor. Depara kalmadığı gibi, görüntüsü bize Johan ile de pek ilgisi olmadığını anlatıyor.

Bu durumda Cruijff’un yapabileceği seçenekler aklıma geldi.

1-Hızlanacak olan Johan sol ayağı yere değer değmez, sağ ayağının üstüyle hafifçe topa dokunur, bu sırada yere basmış olan sağ ayağından destek alarak hızını ani bir ivmelenmeye hazırlar. Bunu yapmasındaki amaç sarı ‘3’ e hamle yapabileceğini düşündürmektir. Sarı ‘3’ yetiştiğini düşünüp kaymaya başlayınca koşu adımı olarak arkada gelen sol ayağının içiyle sağ tarafa topu yönlendirir ve hızını planladığı gibi bir anda arttırır. Sarı’3’ kaya kaya Cruijff’un sol kramponunun tozunu yutarken, Cruijff bu kez öne fırlayan sağ ayağını hem koşu adımı hem de topu önüne doğru kontrol edecek şekilde kullanır ve ceza sahasına doğru hızlanır. Bu sırada turuncu ‘A’ çoktan depara başlamıştır. Sarı ‘1’ ve ‘2’ için çok geçtir, ancak filelerden topu çıkarmaya yetişebilirler.

2-Sol ayağı yere basan Cruijff hemen geniş bir sağ adımla topu kontrol etmeyi düşünürken vücudunu aniden 45 derece sola çevirip (evet bunu yapabilir) içeri katetmeye hazırlar. Sağ ayağı ile topu kontrol ederken bir an için durur. Sol ayağı da sağ ayağının yanına gelir. Bu yarım saniyelik kutsal bir andır. Stadyumdaki onbinleri, televizyondaki milyonları ve 40 yıl sonra bizleri heyecanlandıran an işte tam da bu andır. Bu yarım saniye futbolu sevmemizin sebebidir. 90 dakikayı bu bir çok yarım saniye için seyrederiz. Yıllarca konuştuğumuz an da tam bu andır. Cruijff’un sol baldırının sol dışındaki kasları gerilir, sağ ayak hafifçe topa dokunur dokunmaz, Cruijff neden bu işi dünyada en iyi yapan olduğunu yüzümüze çarparak ok gibi sola sarı ‘1’ ve ‘3’ ün arasına dalar. Bu sırada sarı ‘2’ Cruijff’un ne yapacağını anlamış olacak ki yüzünü yani yönünü o noktaya çevirmiştir. Gerek turuncu ‘A’ ya atılacak bir pası kesmek gerekse Cruijff’un koşu yolunu kapatmak amacıyla sarı ‘1’ ve ‘3’ün arasındaki bölgeye hareketlenecektir. ‘1’ ve ‘3’ün arasından henüz sıyrılmış olan Cruyff sarı ‘2’nin bu hantal ve zavallı denemesine vücudunu hızla sağa çevirip, sağ ayağının dışıyla kontrol ederken aynı zamanda yön verdiği topla 1.5 saniye önce sarı ’3’ ün boşalttığı bölgeye doğru hızlanarak cevap verecektir. Bu senaryoda topu filelerden çıkaran sarı ‘2’ olur.

3-En basit senaryo. Johan sol ayağı yere değmez sağ ayağının içiyle yerden ya da sağ ayağıyla topun hafifçe dibine girerek kayarak gelen sarı ‘3’ ün üstünden, turuncu ‘A’nın koşu yoluna oynar. Ne de olsa futbol basit oyundur.

Benim senaryolarım bu kadar. Eklemek isteyen ya da senaryolara itirazı olan buyursun. “Senin işin gücün yok mu diyen”e; evimin ihtiyaçlarını ve ailemin ufak kaprislerini karşılayacak maddi olanağı saplayan bir işim olduğu cevabını veririm.

“Deli misin kardeşim” diyorsanız, bu soruyu ilk kez duymadığımı söylerim.


17’de 17

Beşiktaş ve diğer şampiyonluk adayları arasındaki fark; Bucaspor kale çizgisinden 5 kez geçen topun çapından çok daha fazla. Oynanan futbolun kalitesinden de fazla. Çünkü bu farkı, skor oluşturmuyor. Skor, farkın sadece bir yansıması.

Ekranlardan, köşelerden Beşiktaş’a sağnak yağan övgüler, önümüzdeki hafta (ya da bi sonraki hafta, ya da ondan sonraki hafta) yaşanacak puan kaybında taş yağmuruna dönecektir. Halbuki Beşiktaş aynı Beşiktaş!

Aynı derken; farklı bir Beşiktaş...

Ligin başlangıcında tüm adaylar arasında sadece Trabzonspor farklıydı. Şampiyonluğu en çok isteyen camia Trabzonspor’du. Bu istek, her maçta kazanmayı “hedefleyen” bir takım sahaya çıkarıyordu. Bu günler, geçen sezonun ikinci yarısı ile birlikte hedeflenmişti. Trabzonspor’u lider yapan işte bu rüzgârdı.

İlk yarının bitmesi itibariyle önüne hedef koyan bir tek Beşiktaş var. 17’de 17 iddialı bir hedef, ama bir hedef. En azından tüm camianın konsantre olduğu, birlikte soluk aldığı, beraber başaracağına inandığı bir yol haritası. Bu hedefe o kadar inanmış bir camia var ki, ara transferde de ismini Kenya’da bile telafuz etseniz gözlerde ışıltı göreceğiniz isimler aldı.

İlla transfer de şart değil. Geçen sezon Bursaspor transfer yapmayarak şampiyon olmuştu. Hedefe ulaşmanın değişik araçları vardır. O araçlardan kendisi için en uygun olanı kullanan öne geçer. Geçen sezon transfersizlik Bursaspor’u kenetlerken, bu sezon Portekizliler Beşiktaş’a heyecan getirdi. Galatasaray da transferler yaptı. Bu transferlerden hiçbiri taraftarı heyecanlandırmadı. Fenerbahçe ise durgun bir dönem geçiriyor. Bu durgunluk camiayı birbirine kenetlemedi.

Olumlu örneklerinde hepsinde hedef ve planlama vardır. Bu hedef uğruna kenetlenen insanlar vardır. Bugün Barcelona iyi futbol oynadığı için en iyi değildir. 30 yıl önce böyle oynamayı hedeflediği, böyle oynamak için gerekenleri planladığı ve böyle oynamayı istediği için “bugün” en iyidir. Bu sadece futbol kulüpleri için değil, tek bir insan, şirketler hatta ülkeler için de böyledir. Ordularına Akdeniz’i işaret eden ulusun Büyük Mustafa’sıdır, oyuncularına 26. haftayı işaret eden futbolun Büyük Mustafa’sıdır.

Evet biliyorum, herkesin gönlünde şampiyonluk var. Ama üzgünüm bu iş hatır gönül işi değil. Hedefleri olan, farkını ortaya koyan şampiyon olacak.

http://www.macadogru.com/news.php?news_id=5898

22 Ocak 2011 Cumartesi

ADİDAS’IN YENİ MESSI REKLAMI

Adidas’ın Cristiano Ronaldo’ya göndermelerle dolu Messi reklamı. Altın Top Ödülü şerefine…

“Yeryüzünde 265.000.000 futbolcu vardır.”

“Sadece 1 tanesi en iyidir.”

“Sadece 1 tanesi…”



İngilizce altyazılı olarak video şu linkte; http://www.youtube.com/watch?v=FoYwd302VnE&feature=player_embedded

21 Ocak 2011 Cuma

TOKİ Başkanı Özür Diledi, Peki Oldu mu?


Özür dilemek erdemliliktir. Hatayı affetmek erdemliliğin yanında asalettir.

Peki Adnan Polat'ın anlattıklarında bu iki güzel karakteri hakkıyla görebildik mi? Yazarken "zarf" kullanmayı sevmem "kızgınlıkla, sevinçle, aşağılayarak....vs.". Çünkü eğer anlattıklarını tam olarak verebilirsen, okuyan zaten gerekli tepkiyi kafasında oluşturur. Ancak ilk cümleye "hakkıyla" koymak zorundaydım. Koymakla yetinmeyip bir de koyu koyu belirttim. Çünkü erdemlilik ve asalet olarak nitelediğim karakterlerin hakkının yendiğini düşünüyorum.

-TOKİ Başkanı özür diliyorsa, hata yaptığının farkındadır -ki normal her insan o sözlerin hata olduğunu bilir- o zaman basit bir mantıkla sormam lazım, o "hata" nerede ve nasıl yapılmıştır? İkinci soruyu da ardından sorayım; hatanın telafisi nasıl ve nerede yapılmıştır?

50.000 kişinin önünde fiilen, milyonların önünde naklen bağıra bağıra yapılan bir "hata"nın telafisi, 1 kişiye telefonda söylenen özür olabilir mi?

50.000 kişinin önünde fiilen, milyonların önünde naklen bağıra bağıra yapılan bir "hata"nın affı 1 kişiye telefonda düşebilir mi?

Peki bu kadar sorunun ardından ilk soruya dönelim, sizce Adnan Polat'ın anlattıklarında bu iki güzel karakteri hakkıyla görebildik mi?

Ahtapot Paul Anısına (R.I.P.)

Ahtapot Paul (2005-2010) hayatımıza Dünya Kupası’nda yaptığı keskin tahminlerle girdi. Tam 8 maç öncesi içinde midye olan 2 kutudan seçtiğinin üzerinde bayrağı olan ülkeler, maçı kazanan taraf oldular.




Oberhausen’daki Sea Life Akvaryumu’nda, 2 metrelik dev bir Paul anıtı, 2010 Dünya Kupası’na katılan tüm ülkelerin bayraklarının bulunduğu dev bir futbol topu üzerinde, ziyaretçileri selamlıyor.

8 koluyla sardığı dünya tasvirindeki futbol topunun içinde ise Paul’un küllerinin bulunduğu bir vazo var. Gerçi küllerin O’na ait olmadığı, Paul’un lezzetli bir salata olarak öldükten sonra da insanlığa hizmet ettiğine inananlar var. Anıtın önünde bu konunun hareretli tartışmacılarının acımasız kahkahalarını duyabilirsiniz!

Futbol hakikaten güzel oyun. İnsanları birleştirmek için bazen bir ahtapotu bile konu edebiliyor.

Mekanı cennet olsun, iyi ahtapottu.

20 Ocak 2011 Perşembe

İspanya Simpson Olursa


Dünya Şampiyonu İspanya, Simpson Ailesi'ne katılmış. Fernando Torres, Bart Simpson'ın büyümüş haline benziyor. Puyol'un sanatsal betimlemesi ise ayrı kopardı beni. Hakikaten, karikatür dünyasında Puyol, büyük bir burundan ibaret olur.

MOURINHO DAHA NE DESİN SEMİH!

Jose Mourinho röportajında dikkatimi çeken cümle şu oldu;

"2002’de Dünya üçüncüsü olduğunuzda sizi büyük bir heyecanla izledim. O dönem çok iyi oyuncularınız vardı. Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ı izliyorum. F.Bahçeli Semih Şentürk’ü uzun yıllardır takip ediyorum. Gerekli sıçramayı yapamamış olması enteresan, demek kulübünü çok seviyor ki ayrılmamış."

*****

Keşkeleri sevmem. “Keşke”nin içinde şanssızlık, haksızlığa uğramak gibi dış etmenler bolca bulunur, ama acizlik ve beceriksizlik de keşkenin en iyi arkadaşlarındandır. Hayat keşkelerle yürümez. Çok güçlü bir boksördür “keşke”. Onunla birlikte yaşayanı sürekli yumruklarıyla sersemletir, geri adımlar attırır. Sağlam düşünecek vakit bırakmaz ve nakavt eder.

Keşkenin hemen ardından dilek şart kipleri “-se, -sa” gelir. Keşkeden daha sevimli olduğunu kabul ediyorum. En azından sizi dövmeye çalışmaz! Ancak adı üstünde; mevz-u bahis olay bir dilektir ve/veya bir şarta bağlıdır. Halamın, amcam olması dileğim, ancak belli şartların oluşmasıyla gerçekleşebilir. Bu nedenle “-se, -sa” ekleri, geyiğe kaçan muhabbetlerin mezesi olmaktan öteye gitmez.

*****

Futbolda dün yoktur, bugün de yoktur, yarın vardır. Fenerbahçe’de kaldığı sürece Semih Şentürk için bir yarın da yok! Ama bol bol “keşke” var, “olsa” var. “Keşke daha fazla oynatılsa, keşke 3 yıl önce Avrupa’ya gitseydi, keşke şehla bakışlı olmasa...”

Fenerbahçe’ye olan dogmatik bağlılığı (bir açıdan takdir edilesi bir durum olsa da) Semih’e “genç” ve “nöbetçi” lakabından başka hiçbir şey eklemedi. Fenerbahçe’de kalmak –hatta Türkiye’de kalmak- Semih’in kariyerine daha çok “keşke”ler, bir o kadar da “olsa”lardan başka hiçbir şey eklemez artık.

27 yaş, Avrupa macerası için geç bir yaş değil. Ümit Davala’nın aynı yaşta Milan’a transfer olduğunu, orada tutunamayıp Inter’e gittiğini, en son ihtimal Werder Bremen’de oynadığını düşünürsek Semih’in kaybedeceği bir şey yok.En kötü ihtimalle dönüşü yine bir büyük klübe olacaktır. İnşallah o zaman bize Ümit Abi’si gibi “bak ne diyor dinle Kayahan ağğbii” şeklinde sanatsal denemeler sunmaz da biz de “keşke böyle bir şeyi hiç duymamış olsaydık” demeyiz.



19 Ocak 2011 Çarşamba

BECKHAM ÇARMIHA GERİLDİ!

Futbolun, İsa’dan daha çok tanındığı bilgisinden ilham alan İngiliz sanatçı Johnny Cotter, yukarıdaki resmi galerisinde sergiledi. Resmin temasında rahatsız olan biri polis çağırdı. 2 polis geldi, resme baktı ve bunun “ofansif” bir resim olmadığına karar verdi.

Resimde David Beckham “tanıdık” bir halde çarmıha gerili durumda. Ancak ayrıntılar ilgi çekici. Beckham’ın üzerinde vücudunu saran hafif transparan İngiltere Ulusal Takım forması var. Başının üzerindeki halenin de üzerinde de 1 dolarlık banknot var. Benim için çarpıcı olan detay ise, Beckham’ın hemen ayaklarının dibinde üzerine kan damlamış Jules Rimet ve Dünya Kupası.

Yaşam tarzı ve yaşam hedefleri arasında sıkışmış (sıkıştırılmış) bir David Beckham sembolize edilmiş. Futbol oynamak isteyen ama gerek ülkesi, gerek eşi, gerek para nedeniyle Amerika’ya sürgüne giden, Ulusal Takım formasını giyememek ve dünya kupasına katılamamanın içinde yaralar açtığı bir David Beckham var karşımızda.

Johnny Cotter’a facebook ve twitterdan tebrikler ve eleştiriler yağarken, resmin orjinal kopyası Boy George tarafından satın almış

18 Ocak 2011 Salı

"Aslan" Galatasaray


Nihat Asım Bekdik.

14 yaşında Galatasaray A Takımı’nda oynamaya başlayan bir isim. Hani uzun yıllar takımda oynayan, forması üzerine sinmiş oyunculara “takımın sembol ismi” denir ya, Nihat hakikaten takımının sembolü olmuş. 20 yıl aralıksız, tam 268 kez Galatasaray formasını giymiş, mücadeleci, hırslı oyunuyla “Aslan” lakabını almış. Yıllar içinde Nihat’ın bıraktığı forma Nihat yüreklilerce taşınınca “Aslan” tüm Galatasaray’ın lakabı olmuş.

Yıllar sürmüş Galatasaray’ın “Aslan” olması. 2 dakikada kedi yapmaya cüret edenleredir Galatasaraylı’nın tepkisi. Ne devlet erkanı, ne de siyasi propagandadır.

Gözlerimi kapıyorum, hayal ediyorum, varsayıyorum...

İnönü’nün ortasına kurulmuş bir kürsü. Kocaman spotlar, bir tarafta Baba Hakkı’nın, bir tarafta Şeref Bey’in yüzünü aydınlatıyor. Şeref tribününün en güzel yerinde Süleyman Seba var. Bacak bacak üstüne atmış klasik soğukkanlı ve mağrur bakışlarıyla süzüyor “yeni stadı”. Hemen arkasında Sarı Fırtına var, Atom Karınca var, Şifo var. Sol tarafta Sanlı Kaptan var en gıcır takım elbisesiyle, Rasim Kara var yine çok şık, Zekeriya var hala sarı saçlarıyla 20lik delikanlı gibi.

Sonra birileri çıkıyor kürsüye. Dönüyor kapalıya, “herşeyinizi bize borçlusunuz” diyor. “Biz yaptık” diyor. “Beşiktaş Başkanı naifti, zaten sözünü de tutmadı” diyor.

Sonra gözlerimi açıyorum. Hayallerden, varsayımlardan çıkıp gerçeğe dönüyorum. Galatasaray’ı teslim aldıysa birileri, bu yarın Beşiktaş’ın da başına gelir diyor aklım, Fenerbahçe’nin de. Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray Türkiye demek zaten!

Açtım bütün baba yazarlara göz attım. Galatasaray’ın çok şut atmasına değinen mi dersin, açılışa Ajax’ın çağrılmasını mı yazanı istersin. Protestodan bahseden de “Yapılan ayıp yahu, cık cık cık” temalarını süsleyerek serpiştirmiş köşesine. Bir Allah’ın kulu Galatasaraylıyı çıldırtan nedenler toplamını zahmet edip yazmamış.

15 ocakta olanlar siyasetin Galatasaray’ı diz çöktürmeye cüret etmesiydi. Galatasaray’ın siyasi meze yapılmasıydı.

Bütün bunlara rağmen, Türkiye’de sporla siyaset saç örgüsü gibi birbirine sıkıca sarılmış durumdayken “ben siyaset yazmam, benim işim futbol” diyen bir zahmet yol alsın. Kimse zaten çeksin klavyeyi önüne, X partisinin ya da Y Partisinin bayrağı aşkına yazsın demiyorum. “Yok Livorno işçi takımı, Lazio’nun SS’i şu anlamı ifade ediyor, Barcelona Katalonya demek, Celtic katolik” diye entel entel takılırken, koskoca stad açılışında yaşanan siyasi rezalete karşın, hala Galatasaray’ın topla oynama oranından bahsedenin, böyle bir olay yaşanmamış gibi davrananın, adamlığından da futbol sevgisinden de şüphe ederim!

Futbol sadece futbol değildir, ne çabuk unuttunuz!




Nihat Asım Bekdik, Ruhu Şad Olsun.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Galatasaraysız Bir Galatasaray...

TT Arena'nın mühendislik harikasından daha fazla bir yer olduğunu (olması gerektiğini) Metin Oktay ve Ali Sami Yen'in bakışları anlatıyordu. Zaten o bakışların büyüsü milyonları kendine, 50.000 kişiyi TT Arena’ya çekmişti.

Tabi, Ali Sami Yen’i terketmenin üzüntüsü vardı, herkesin içinde. Ama bu tatlı bir üzüntüydü, “hey gidi günler” ile başlayan arkadaşça bir burukluk diyelim.

Ancak;

Ezeli rakibinin disiplinsiz davranışları sebebiyle kendine yakıştıramadığını, flaş transfer müjdesiyle sarı-kırmızılı formanın içinde görmek Galatasaraylı’nın canını acıtıyor. Üstelik de 6 ay önce bu takımın en iyi oyuncusu Keita’yı “disiplinsiz” sıfatıyla göndermişken.

Sırf protestoları ötelemek amacıyla, Galatasaraylı’nın kalbindeki en güzel duyguların başrol oyuncusunun “kullanılması” Galatasaraylıyı öfkelendiriyor. Hagi ile ilgili hiçbir uzun vadeli plan, hatta önümüzdeki sezonla ilgili hiçbir düşünce olmadığını biliyor Galatasaraylı. Hagi sevgisinin –ve saygısının- günü kurtarmak adına ortaya atıldığının da farkında.

Galatasaraylı’nın kafasında bütün bunlar dolanırken, TOKİ Başkanı Sayın Erdoğan Bayraktar’ın konuşması bütün içsel hesapların dökülmesine neden oldu.

Dedi ki Sn. Bayraktar;

“Ali Sami Yen'de kiracılık hükümlülüklerini yerine getiremeyen Galatasaray yönetimi, ve aynı şekilde bu arazide de aynı şekilde yerine getiremedi. Bu stad olmayacakken, başbakanımız bu stadı yaptırdı"

Söylenenler iyi niyetle söylenmiş olabilir, hepsi doğru da olabilir. Doğrusunda, yanlışında değilim. Böyle bir açılışta 50.000 Galatasaraylıya bu şekilde cümleler kurarsınız kalabalığın psikolojisi bu cümleleri “Başbakan’a yağcılık” başlığında toplar ve “beklemediğiniz” tepkiler verir. O tepkilerin adresi Sn. Başbakan’dan ziyade, Sn. Erdoğan Bayraktar’a, daha doğrusu, konuşmasınadır.

Bununla birlikte, daha geçen hafta Sn. Başbakan daha ileri demokrasi, daha ileri özgürlük olacak demişti. Sn. Adnan Polat’ın; ıslıklayanların (25.000 kişi) tespit edilip, stada almama kararıyla, daha ileri demokrasi vaadeden bir devlet büyüğünü memnun edeceğini düşünmesi kötü. Eğer Sn. Başbakan bu karardan memnun ise durum daha kötü. Eğer bazı gruplar sırf siyasi sebeplerle propagandaya gelmişse bu çok kötü. Ama en kötüsü bütün bunların Galatasaray’da yaşanması.

Galatasaray başka birşey oluyor. Aslında bunu söylemek istemiyorum. Sevmedim bu tabiri. Daha doğru (ve daha gerçek ve daha acı) şekilde anlatırsam; şimdiki Galatasaray, Galatasaray’dan farklı birşey. Beceriksiz kaptanların elinde 105 yıllık rotasından saptı, farklılaştı Galatasaray. Bu, futbol takımının başarısızlığı ile ilgili bir durum değil. Kaldı ki, 14 sene şampiyonluk görmediği dönem oldu Galatasaray'ın. Ama ne Galatasaraylı vazgeçti Galatasaray'dan, ne Galatasaray'ın kendisi vazgeçti Galatasaray olmaktan.

Hıncal Uluç'un ulusal çığlığının ve neredeyse tüm Galatasaraylıların isyanı da işte buna, şimdiki Galatasaray’a.

TT Arena muhteşem akustiği ile, Ali Sami Yen ruhunu yakalamaya çalışacak. Ama asıl önemli nokta, o ruhu şimdiki Galatasaray'ın ne zaman yakalayacağı...

Ortada Özhan Canaydınsız bir Arena, Galatasaraysız bir Galatasaray var.


http://www.macadogru.com/haberler/galatasaraysiz-bir-galatasaray/5519

16 Ocak 2011 Pazar

Beckham'ın Tottenham'da İlk Antremanı

David Beckham, Tottenham Hotspur beresini taktı ve ilk antremanına çıktı.

Altta; Jonathan Woodgate, Alan Hutton, David Beckham, Robbie Keane ve Jermain Defoe

14 Ocak 2011 Cuma

Suç Kimde?

Kibar Feyzo’yu izliyordum.

“-Aha böyle bir delik”

“-İçinde ne var?”

...ve türevi diyologlarla gülüşümü tazelerken Fenerbahçe’nin maçını izlemedim.

Zaten Yeni Malatyaspor’a yenilmiş bir Fenerbahçe’nin durumu taktikle, dizilişle, Alex’le falan açıklanamaz. Maçtan önce Selçuk Şahin’e “ilk 11’i sen hazırla, çıkın oynayın” deseniz Fenerbahçe’nin kazanması gerekirdi.

Demek ki Başkan Aziz Yıldırım’ın deyimiyle “rakibi öpen” taraftarın sözleriyle “Fenerbahçe ruhu taşıyan” yok.

Demek ki futbolcuya dayalı düzenin ağalarının “istemezük” naraları çoktan tesis duvarlarına sinmiş, kendininkinin üzerine “gübre” istemiyor.

Hatırlatmak isterim;

Daum faciasından sonra ulusal basında, forumlarda yapılan anketlerde %80 oranında taraftarın Fenerbahçe Teknik Direktörü olarak görmek istediği isim kimdi?

Aykut Kocaman.

%80 demek, güven demek, hem de fazlasıyla güven demek. Çok sevdiğiniz bir insana verilen güven demek. O nedenle mevcut durumdaki karar ikilemi şudur;

Güvendiğiniz bir dostunuzun zor anında yanında olmak ya da güvendiğiniz dostunuzun sizi kandırdığını, aldattığını düşünüp onunla ilişkiyi kesmek.

Ve tekrar hatırlatmak isterim;

Son 14 senede (Daum’un 2.gelişi hariç) 15 teknik direktör değiştirmiş bir Fenerbahçe var.

İçimden bir ses, geçen sezon başındaki o anket bugün yapılsa Christoph Daum ismi öne çıkar diyor. %80 olmasa da, en az %47 oranla birinci olacağını sanıyorum Herr Daum’un.

Aynı filmi seyretmekten zevk alıyoruz.

Ve her seferinde biterken rahmetli Kemal Sunal soruyor;

“Sen söyle hekim beyim, suç kimde?”


http://www.macadogru.com/news.php?news_id=5308

13 Ocak 2011 Perşembe

1980'lerin Beşiktaş'ı

Kalbimizi açtığımız yıllar; Fırtınalar’ın Sarı olduğu, Atom Karınca’nın çizgi film kahramanı olmadığı, Şifo’nun Belçika’nın efsane 10 numarası anlamına gelmediği ve 1, 2, 3 golün yetmediği zamanlardı.

Yenilmezlik nişanını 9 kişi kaldığı Galatasaray maçına kadar 48 hafta taşıyan Beşiktaş’ın yıllarıydı.

Yanılmıyorsam Tercüman gazetesinde çıkan bir haberde eğer maçlar 80. dakikada oynansaydı Beşiktaş’ın 4. olacağı yazıyordu. Zira Beşiktaş, kapansa da tekmelese de rakiplerini presle, hücumla boğuyor, son dakikaya kadar ısırıyor, maçı mutlaka kopartıyordu. Maçlar 90 dakika olunca averaja kalmayan her sezon sahaya Kapkara Beşiktaş kartalı indiriliyordu, Benfica kartalı henüz piyasada yokken...

Altın Takımla, 2010’ların Beşiktaş’ını kıyaslamak için henüz çok erken. Dün akşam Manisa’da o tadı hissettim sadece. Doyurmadı ama hatırlattı! Açlığı o kadar çok başımı ağrıtmış olacak ki, teknik, taktik analizi falan bir kenara bıraktım, sayıları sonraki yazıya sakladım, Quaresma ile Metin’i, Sivok ile Gökhan’ı, Guti ile Mehmet’i hatırladım. Beyaz Ferdinand Almeida’nın takıma alıştığında neler yapabileceği düşündüm. Mrkela’yı gördüm, formasında Simao yazıyordu.

Bu kadroya Atom Karınca Ernst’i ekledim.

Son olarak; bir Adana Demirspor maçının son 15 dakikasında oyuna giren genç yetenek Sergen Yalçın’ı hatırladım. Ligde Adana Demirspor yok ama kadroda Muhammed Demirci var!

Ligi 5. de bitirebilir, şampiyon da olabilir. Dublin sokaklarında bizlere şarkılar da söyletebilir, Kiev’de buz da tutabilir. Netice kısmı olasılık hesaplarıyla matematikçilerin uğraşı olsun, Beşiktaş’ın haticesi, “ben futbolseverim” diyen herkes tarafından takip edilmeli. Son yılların en pozitif, en zengin, en şık ve en önümüzdeki yılları domine edebilecek takımını izliyoruz.

İyi seyirler

Tekme Yerine Futbol

Futbol erkek oyunudur ama tekme atmak, meslektaşının ekmeğine kastetmek erkeklik değildir! Beşiktaş’ı yenmenin yolu ise tekmeden ziyade, oyunu Beşiktaş’ın sahasına yıkmayla, savunmadaki boşlukları katetmeyle, yani futbol oynamayla daha mümkün oluyor. Dün Manisa takımı yakaladığı pozisyonları ve attığı golleri futbol oynayarak başardı. Yiğit Gökoğlan’ın orta sahadaki dinamizmi ve akıllı oyunu, sürekli kanatlardan Beşiktaş savunmasının arkasına sarkması ve en önemlisi Joshua Simpson’ın futbol zekası Barcelona taklidi yapan Beşiktaş’a karşı Inter olmaya çalışmaktı. Bunu da zaman zaman iyi başardılar, Hikmet Karaman ve Manisa birlikteliği istikrara bağlarsa, Anadolu’nun bir sonraki sürpriz şampiyonu Vestelsiz Manisa olabilir.

http://www.macadogru.com/news.php?news_id=5270


10 Ocak 2011 Pazartesi

1962 Kuralları

Pele’yi arkadan 3 kez “kancalayarak”, Dünya Kupası’nın dışında bırakan adamın adını hatırlıyor musunuz? O tekmeler, takımına istediği puanı ya da puanları aldı, karşılığında Pele’yi bırakarak... Ve dünya en büyük kupasını Pelesiz bitirdi.

Şili 1962; Dünya Kupaları tarihinin en sert kupasıydı. Tarihe Santiago Muharebesi olarak geçen meşhur Şili-İtalya maçında havada uçan tekmeler, kroşeler, aparkatlar, dirsekler herşey mevcuttu. Maçın hakemi 2. Dünya Savaşı'nda savaşan emekli asker İngiliz Ken Aston, ''Tekrar savaş alanına dönmüş gibi hissettim. Sanki futbol maçı yönetmiyor, askeri tatbikatta gözlemcilik yapıyordum'' demişti.

İtalyan oyuncu, Humberto Maschio’nun burnunun kırıldığı bu savaşta, sadece 2 kırmızı kart çıktı. Çünkü kurallara göre öyle olması gerekiyordu. Ancak daha sonra, maçın hakemi Ken Aston, sarı ve kırmızı kartların uygulanmasının yaratıcısı oldu. Çünkü kuralların yetersiz ve cezaların caydırıcılıktan uzak olduğu ortadaydı!

Sivasspor ile Beşiktaş arasında oynanan hazırlık maçından sonra Rıza Hoca’nın, tekmeleri “Portekizliler alışsın, burası Türkiye” şeklinde yorumlaması önce futbol, sonra bir teknik direktör adına üzücü. Tekmelemek ile savunma futbolu arasında, şarkıcı ve sanatçı kadar fark var. Bugün dünyanın en iyi teknik direktörleri Fabio Capello ve Jose Mourinho’nun takımları savunma sanatının inceliklerini icra ediyorlar. Türkiye’de teknik direktör krizine giren her büyük kulübün geleneksel gündemi Lucescu da savunma sanatının büyük ustalarından. Mourinho’nun, Capello’nun tekmelediğini gördünüz mü hiç? Galatasaray ile Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline, Beşiktaş ile UEFA Kupası çeyrek finaline tekmeleyerek mi geldi Lucescu?

Madem hocalar bu konudaki fark için isteksiz –ve ilgisiz- o zaman muharebe ve futbol arasındaki farkı sağlamak hakemlere düşüyor. Hakemlerimiz ise bu konuda fazla kuralcı olmak ya da ilk faule kart vermemek (sertçe uyarmak), maçın ilk 10 dakikasında zinhar kart çıkarmamak gibi bir prensiple yönetiyorlar.

Peki kurallar ne diyor? Aşağıda rastgele seçtiğim maçlardan enstantaneler var buyrun siz yorumlayın;

Mesela bileğe basıldığında ya da “topa giriyordum pozisyon gereği adama geldi” bahanesiyle karışık kramponla göğüste, dizde delik açtığınızda cezası uyarı oluyor. Öte yandan bu uyarıyı alkışlarsanız, cezası sarı kart oluyor. Aynı dakikada iki kez tekmeye maruz kaldığınızda acı içinde kalkıp “buna da mı kart yok” yaparsanız o da sarı kart oluyor, şansınız varsa tekmeciler uyarı alıyor.

Bunun nedeni alkışlamanın ve kart işareti yapmanın “hakemi protesto etmek” anlamında olması. Bileğe basmak, tabanla dize girmek futbolu protesto etmek değil mi peki? Bunu da geçtim; alkışlamak, eliyle kart göstermek sarı kart başlığı altında olan maddeler, kabul ediyorum. Ceza sahası içinde düşen (düşürülen) ama penaltı alamayan futbolcunun, Michael Jackson’ı kıskandıran bir dönüşle yere dizlerinin üstünde düşüp çimleri yolmasına kart çıkmıyor. Ya da ofsaytı beğenmeyip yan hakeme son sürat –burun buruna gelen kadar- sevirtmesi de uygun. Ve yahutta kendine faul yapıldığını iddia eden oyuncunun eliyle önündekileri ittirdikten sonra hakemin yanına bacağındaki yarayı göstere göstere koşup hakemin oralı olmamasının ardından şortunun iki yanını kıç yanaklarına kadar çekip formasını ısırması da nizami.

Ama sakın eliyle kart yapmasın, hakemi protesto ediyor, sarı kart!

Kitapta yazan yorumlanmadan, mantıktan süzülmeden direk uygulandığı için böyle saçmalıklar oluyor. Her “eliyle kart gösteren ya da alkışlayan” hakemi protesto ediyor demek değildir, ya da hakemin kararını protesto etmenin tek işareti “eliyle kart göstermek” değildir. O kuralın amacı “hakem kararına saygı”dır, saygısızlık edeni cezalandırmaktır.

Ligimizin ikinci yarısında hakemlerimizin “eliyle kart yapan ya da alkışlayan oyuncuya” gösterdikleri hassasiyeti tekmeci oyunculara da göstermelerini dileriz. Çünkü futbol Pele’yi hatırlıyor.

Ülke hakemliğinin, ülke futbolundan ileride olduğu söyleniyor ya hep.

Şu haliyle bu fark en fazla 2 yıl, kanımca.



8 Ocak 2011 Cumartesi

Oynarsa

Galatasaray, kafasını futbola ver(e)meyen yetenekli oyuncu kontenjanını Serdar Özkan ile doldurmamış mıydı?

Colin Kazım Richards; oyunun gidişatını takımı lehine değiştirebilecek, futbol zekası ve bilekleri kıvrak, Avrupa’nın en iyi 5 liginde rahatlıkla mücadele edebilecek bir oyuncu…

Oynarsa!

Yukarıdaki cümlede Colin Kazım ismini çizip yerine Tarık Daşgün yazabilirsiniz. Okan Koç da uygun olur. Yenilerden Serdar Özkan, Barış Memiş, İbrahim Akın iyi gider. Batuhan Karadeniz cuk oturur. İstisna yetenek Sergen Yalçın ise çok şık durur.

2011lerin futbolunun doya doya yaşandığı Avrupa’da, Deisler, Adu ya da İbrahim Ba’yı aynı doğrultuda değerlendirebiliriz, hatta bu isimlerin yanına Quaresma’yı da yazarız. Ancak Onların cümlesi “sakatlanmasa, psikolojik sorunlar yaşamasa, yanlış hocayla çalışmasa” dilekleri ile biterken bizde “oynarsa” şeklinde biter. Kaldı ki Avrupa, bu örneklerin kısa zamanda geri dönüşünün, geri dönmekle kalmayıp Baggio, Effenberg, Henry gibi efsaneleştiğinin ya da halihazırdaki ününü aştığının, hatta Best, Gascoigne gibi oynamadığı zaman dahi futbol tarihine damgasını çoktan vurmuş yeteneklerin romanlaştığı bir kıtadır.

1960larda ise durum bunun tersidir.

36°-42° kuzey paralelleri ile 26°-45° doğu meridyenleri arasındaki toprakların futbolunun Avrupa’ya ihraç olamamasının başlıca sebebidir “Oynarsa”. Bu, aynı zamanda aşırı ithalatın -ve hala yetmeyişinin- “yabancı hayranlığı” dışındaki en büyük sebebidir. Çünkü teknik direktörler, yöneticiler ve en çok da taraftarlar bu büyük yeteneklerin “oynarsa” neler yapabileceğini bilerek ve oynamasını umarak haftaları PES, FIFA ya da FM başında geçirip sanal hayaller kurarlar. Bu oyuncuları el üstünde tutarlar. Transfer dönemlerinde “oynarsa” futbolcusunun oynamadığı diğer 3 büyük kulüple sıklıkla adı geçer. Forumlarda “oynarsa” futbolcusunun “orada” sisteme uymadığı ya da yeterince destek almadığı tartışılır, “burada” ise patlama yapacağı iddiaları hareretli kalemlerce kayıtlara geçer.

Paralel hikayelerin sonu aynı biter; “Oynarsa” futbolcusu oynamaz. Daha doğrusu biraz oynar, sonra oynar gibi yapar, sonra hiç oynamaz. Hoca gider, yeni hoca “Oynarsa”nın sisteminde yeri olduğunu, büyük yetenek olduğunu anlatır. “Oynarsa” medyaya herşeyin farklı olacağını yeni hocayla kendini bulduğunu anlatır, son değişmez. 2 yıl sonra orta sıra mücadelesi yapan bir Anadolu takımının yeni umududur artık bizim sevgili “Oynarsa”.

Bunun için “yoksulluktan gelip bir anda çok parayı görünce futbol iştahlarının bitmesi neden oluyor” diyerek; ülkenin sosyal ve/veya kültürel yapısına dem vurabilirsiniz, vurabiliriz.

Bunun için, “hakettiklerinden daha fazla maddi, manevi değer veriliyor” diyerek; futbol ekonomisinin çarpıklığına dikkat çekebilirsiniz, çekebiliriz.

Ama bunlar başka bir konu.

Sonuçta yarı Kıbrıslı da olsa, Türkiye’de elinizde “Oynarsa” futbolcusu varsa, o hikayenin sonu mutlu bitmiyor.

Sergen, Real Madrid’de çok rahat oynardı değil mi?

http://www.macadogru.com/news.php?news_id=5040

3 Ocak 2011 Pazartesi

"Sir" Şenol Güneş

5 mayıs 1996’da Avni Aker Stadı’nda oynanan o meşhur maçın özetini “90’a vuruyorum Rüştü çıkarıyor, 80’e vuruyorum yine Rüştü çıkarıyor” diyerek tek cümleye sığdıran Hami Mandıralı’nın, tarihe geçen o sözlerinden yaklaşık 15 dakika sonra, maçın ünvanına yakışan daha önemli bir açıklama Aykut Kocaman’ın ağzından geliyordu; “Türkiye’de başarının ölçüsü birinci olmak, halbuki bu çok yanlış! Şu anda yenildikleri için Trabzonlular aşağılanacak ama biliyoruz ki Onların yerinde biz de olabilirdik. Kazandığımız için sevinçli, Onlar adına ise üzüntülüyüm”

Parlattığı şövalyelik nişanı başkan Ali Şen’in gözlerini rahatsız edince çok sevdiği Fenerbahçesi’nden gönderilen Aykut, aslında düşünülmesi için en önemli felsefeyi Türk Futbolu’nun kucağına bırakmıştı.

Başarının ölçüsü nedir?

Bill Shankly’nin dediği gibi “Birinciysen birinci, ikinciysen hiçbirşeysin” midir?

Geçen sezon Güiza altıpastan gol atma becerisine sahip olsa, ikinci olacak Bursaspor başarısız mı kabul edilecekti? Ya da 2 kulvarda da finale gelip kupaları teğet geçen Fenerbahçe Futbol Takımı başarısız mıdır?

Aslında ne Bill Shankly haksızdır, ne –eğer ikinci olmuş olsaydı- Bursaspor başarısız.

Başarı; ulaşabileceğin en üst sınırı aşabilmektir. Ulaşabileceğin en üst sınıra ulaşmak emeğinin karşılığını almaktır. O sınırın altı ise başarısızlık kümesini oluşuturur.

Peki başarının ana malzemesi çalışmak mıdır?

Evet, ama istikrarlı çalışmaktır.

Şenol Güneş, 1988 yılında Trabzonspor’un teknik direktörlük görevi için anlaştığı isimdi. En son 1984’te şampiyon sıfatını elde etmiş kulüp, o sezon ligi 5. sırada bitirince Şenol Hoca’nın görevine son verildi. 1993 yılında Başkan Sadri Şener, Trabzonspor’u bir kez daha Şenol Güneş’e emanet etti. 1 yıl sonra Trabzonspor kulübü başkanlığına seçilen Faruk Özak da 1997 yılına kadar Şenol Güneş’le çalıştı. Geçen 4 yılda kulüp ligi sırasıyla 3, 2, yeniden 2 ve 4. sırada tamamladı. İkinci Güneş dönemi de böyle kapandı.

Bıraktığı yerden 7.5 yıl sonra Şenol Güneş 3. kez Trabzonspor teknik direktörü oldu. Artık omuzlarında dünya üçüncülüğü apoletleri de vardı. Ancak bu kez O 6 ay sonra görevinden istifa etti.

Şu anda 4. Şenol Güneş dönemi içinde bulunuyoruz. 2010-2011 sezonu için her şey yolunda gözüküyor.

Peki işler yolunda gitmezse ne olacak? Trabzonspor şampiyon olamazsa “başarısız” Şenol Güneş 5. döneme kadar Uzakdoğu yollarına mı düşecek?

Tekrar geriye dönüp baktığımızda, Şenol Güneş’in ilk görev aldığı 1988 yılı ile 2010 yılları arasında geçen 22 senelik bir zaman diliminde Güneş’in 4 “ziyareti” hariç Trabzonspor tarihine geçen teknik direktör sayısı 21. Bu 21 teknik direktörün 1 tanesi (Ersun Yanal) hariç, diğer 20 “adedinin” Trabzon il sınırları içinde ikameti 1 yılı geçmiyor. Çoğunun 6 ay bile değil.

İddia ediyorum ki; Trabzonspor geçen 22 yılda sadece 1 teknik direktör ile çalışsa en az 1 şampiyonluk elde ederdi. Elimizdeki verilere bakarak daha “gerçekçi” bir iddiada bulunayım; 22 yılda sadece 1 teknik direktörle çalışsa, Trabzonspor en fazla bu kadar başarısız olurdu.

Bu sezon normal şartlarda Trabzonspor şampiyon olur. Ancak futbolun güzelliği denilen her şeyin değişebileceği denklemleri Trabzonspor’u içine alır ve şampiyonluktan farklı bir yere koyarsa bile Şenol Güneş ve Trabzonspor artık ayrılmamalıdır.

Çünkü bu satırların sahibinin bu yazıdaki üçüncü ve en önemli iddiası; Trabzonspor için dünya üzerinde Şenol Güneş’ten daha kariyerli, daha yeterli ve daha uygun bir hoca bulunmamasıdır.

“Belki karizması yoktur” ama Şenol Güneş’ten daha iyi kulübü, şehri, camiayı, havayı tanıyan ve şampiyonluğu daha çok isteyen kimse yoktur.

Geçen 22 sene Alex Ferguson’ı Manchester hava sahasında “Sir” ilan ederken, Şenol Güneş’i Bolu, Antalya, Sakarya gibi Türkiye’nin güzel coğrafyalarına göndermekle kalmamış, kıta bile değiştirmek zorunda bırakmıştır!

Bu yüzden Trabzon camiası, Trabzon şehri, ulaşabileceği en üst sınırlara ulaşmak, o sınırları da aşmak için daha iyi oyuncuları getirip kulüp için yetersizleri gönderebilir. Yönetimler dahi değişebilir. Ama tek bir seçenek artık Trabzon’dan ayrılmamalıdır.

Şenol Güneş, Trabzonspor’un Alex Ferguson’ı olmalıdır!

http://www.macadogru.com/news.php?news_id=4741

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...