Bir kovboy filmi izlemiştim, çocukken. Yabancı bir kanaldaydı.
Sanırım SAT 1’deydi, çünkü çıkardıkları sesler gırtlaktan gelince bunun galiba Fransızca
olduğunu söylemiştim. Bir bok bilmediğimi, gevezelik yaptığımı babamdan
öğrendim. Çünkü O da Almanca öğrenmişti. Ben de o seslerin filolojideki isminin
Almanca olduğunu o an babamdan öğrendim. Sonra 12 yaşında Almanca öğrendim. Şimdi
bildiğim 4.5 yabancı dilin, buçuk kısmı Almanca’ya düşüyor. 3-4 aylık bir
tekrarla buçuğu tamamlayacağımın da farkındayım. Tabii kimse bana 5 dil
öğrenemezsin demedi, adam olamazsın da demedi, “Aferin” hiç demedi. Tek
bildiğim bir bok bilmediğimdi.
Çok gevezelik
yaptım filme döneyim.
Sadece 10 yıllık Türkçe bilen bayağı bir insan olduğum için (ki
ilk 2 seneyi sayma zaten ona konuşmak mı denir. 3 yaşında “Kol Düğmelerini”
ezbere söylerken sesimin kaydedildiği kaset zaten şivemin ne kadar bozuk
olduğunun da kayıtlı bir kanıtı. Neyse film diyorduk)
(Parantezden önceki cümleyi unuttunuz di mi? Ben de unuttum,
yeniden başlayalım)
10 yıllık Türkçe deneyimi olan bir insan olmamdan dolayı film,
resimleri izlemekten ibaretti benim için. Konuyu anlamak için de benim kadar
bile zeki olmaya gerek yoktu. Beyaz şapkalı adam kasabayı siyah şapkalı adamdan
korumaya çalışıyor. Siyah şapkalı adam pislik mi pislik, nemrut mu nemrut. İçki
desen onda, kumar desen onda, kadın desen onda (aslında hiç de öyle kötü
değilmiş). Posta arabası soyuyor, adam vuruyor, barış içinde yaşayan masum mu
masum, o pir-û pak fellow Amerikanlarla, “vahşi” kızılderilileri birbirine
düşürüyor. Onlar savaşsın birbirini vursun ki siyah şapkalı silah satsın,
arazileri ucuza kapatsın, hatta sinsiden, gizliden kasaba yönetimini kuklası
yapsın.
E tabi eninde sonunda siyahla beyaz karşı karşıya geliyor. Düello
zamanı. Yalnız maçtan önce ısınırken beyazlı adam omzunu kötü sakatlıyor. Kasabanın
milli stoperi sonuçta. Arkadaşları durumunun iyi olmadığını, silah
çekemeyeceğini, kazanma şansının Barcelona önündeki Real Madrid kadar ancak
olduğunu söylüyorlar, gırtlaktan gelen seslerle. Beyazlı ise durumunun iyi
olduğu, başka seçenek olmadığı söylüyor, nurlu ufuklara haşin bakışlar atarak.
Yeni doğmuş turuncu güneş, tozlu yol, yuvarlanan çalılar,
şapkanın ucunu kıvıran rüzgâr, seğiren gözler, oynaşan bıyıklar…
Acısını içine atıp, gelecek nesillerin oluşması adına korkusuzca
dimdik duran bir beyaz kahraman. İçindekileri imkân bulduğu heryerde dışarı
atıp gelecek nesilleri oluşturan yüzünde pis bir sırıtış olan siyah hayvan.
Ve nihayet mıh
gibi aklımda tuttuğum büyük final.
Patlayan tek
el silah. Kenetli 2 dudak. Sert ifadesini kaybetmemiş 2 yüz.
Ve yere düşen
beyaz şapka.
İyi adam kazanamazdı. Filmi izleyiciyi mutlu etmek için
yapmamışlardı. Hatta yönetmenin umrunda bile değildi izleyicinin ne hissettiği.
Yazılar geçerken bile siyahlı adamın at üstündeki muzaffer ifadesini izletti
bize. Sigarasını yakışını, keyifle içine çekişini, gülerek dumanı savuruşunu.
Kazanmanın iyi adam olmakla ilgisi olmadığını, sadece iyi
olmakla ilgisi olduğunu da o zaman öğrendim ben.
İyi, kazansın istersin. Aksi durumun adaletsiz olduğunu
düşünürsün. Halbuki bu durumun adaletle ilgisi yoktur. Bu işin matematiği
böyledir.
*******
3 Temmuz milâdından sonra hiçbir kulüp / şahıs adına ne
suçlayıcı, ne aklayıcı yazmadım. Yorum da yapmadım. Futbol anılarım; Tofaş Arabalarla,
teşvik primleriyle başlamıştı. Futbolun içinde (benim bildiğim / hissettiğim /
yorumladığım) 30 yıldır şike ve teşvik varken, iddianamede adı geçen isimler 10
yıllardır futbolun içindeyken “neden
şimdi” sorusu, işin özünün “futbolu temizlemekten” fazlası olduğunu
söylüyordu bana.
Her tarihi olayın bir görünen bir de asıl sebebi vardır ya,
görünen; asıl “ayıp” sebebe kamuflajdır. Bize de okullarda hep görünen sebebi öğretirler,
herhalde tarihe “ayıp” olmasın diye. Menelaus Helen’i kaçırdığı için, Akalar’ın
gemilerine atlayıp Truva’ya sefere çıktığını anlatırlar. Sevimli bir marangozluk
hikayesi de eklerler ki bizler “atı” düşünürken, Akaların (3000 yıl sonra aynı
nedenlerle Çanakkale’ye gelen İngilizler gibi) boğazların hakimiyetini ele
geçirmeye çalıştığını ve ticaret yoluna ambargo koymak istediğini pek
düşünemeyiz. Veyahut da 1. Dünya Savaşı’nın
çıkmasının tek sebebi şu fanatik, deli Sırp’tır. Gavrilo Princip, Avusturya Veliahtı’na
denk getiremese kurşunu biz de yenilmiş sayılmayacaktık, zira savaş çıkmayacak,
Almanya da yenilmeyecekti.
Şu an önümüze servis ettikleri kötü adam menüsünde; Aziz
Yıldırım, Serdal Adalı, Bülent Uygun, İbrahim Akın, Ümit Karan ve niceleri var.
Belki gerçekten hepsi, belki de sadece bazılarının şapkası siyahtır. Ya da bir
kısmı düelloyu kaybetmiş beyaz şapkalılardır. İşin doğrusunu belki de hiç
öğrenemeyeceğiz. Herkesi almış bir düşünce, bilhassa gönlündeki renklerin temsilcilerinin
aklanmasını bekliyor / istiyor.
Bendeniz ise herşey bittikten sonra, artık yazılar geçerken
keyif sigarasını kimin yakacağını düşünmekte…
Bu işten en
kârlı çıkan kimse,
Siyah şapkalı
odur işte.
Gerisi filmdir.
Yakup Sabri İNANKUR
İlk bölümün özellikle son iki paragrafını çok beğendim. Ama ikinci bölümü tam tersi yöndeki bir düşünceyle bitirmişsin, ki yanılmışsın bence.
YanıtlaSilİyi adamlar her zaman kazanmaz, tamam, ama her zaman da kaybetmezler. Çünkü senin de söylediğin gibi, (sadece) bununla alakalı değildir işin matematiği.
Kazananlar mutlaka kötü adamlardır deyip, önyargıyla yaklaşmamalı bence.
Vaktin ve beğenin için teşekkür ederim.
YanıtlaSilİyi adam da olsa, kötü adam da olsa, yaptığı işte "iyi" olan kazanmaya yakındır.
Kanunlar ne kadar yaralıysa (filmde omzundan yaralanmıştı) kötülerin kazanma katsayısı o kadar artıyor.
Bu hikayede kötü kazanıyordu.
Türk Futbolu'nda, (Türkiye'de)adalet (yani kanunlar ve onları uygulatanlar) ne kadar sağlıklıysa "bu" filmin sonu o kadar beyaza yaklaşır.
O zaman iyi adamların kazandığı bir hikaye yazarım ben de...