Çoğu
zaman sözler duygularımızın ağır yükü altında ezilir. Söyleyecek ya da yazacak
doğru kelime bir türlü çıkmaz. Kalbinizi sanki tornavidayla deliyorlarmış gibi
hissedersiniz. Hissettiklerini anlatamanın acısı, duyduğunuz acıdan daha ağrılı
bir hale gelir.
Kaçacak
yer bulamazsınız sokaklar çok dardır, sığınacak yer bulamazsınız ev kocaman
gelir.
Çehrenizdeki
ağlamakla tiksinmek arasındaki ifade, çürümeye başlayan anıların ekşimiş kokusu
yüzündendir.
Beyniniz
kurtlanmıştır.
Böyle anlarda hemen kapılarımı
kapatır kafamın içine saklanırım. Hem kendimi korumak, hem de temizlik yapmak
için. Temizlik sonrasında elimde bir avuç kelime kalır, atmaya kıyamam.
Kimsenin
bilmediği gizli deftere dökerim onları.
Unutulmuş
bir alfabeyle yazarım.
Unutulsun
diye.
Son
temizlik sonrası, 25 sene içinden geçip ne yaptığımı, ne yaşadığımı, ne
hissettiğimi umursamadığım bir tarih buldum bugün. Ayrı uçlarda yaşatan tanımlamaları aynı cümle içine koyabildiğim bir gün.
Aynı gün, aynı olay, aynı kişiler; aynı tarih için en şölen, aynı zamanda en
yaslı günüm olabiliyor(muş).
Farklı
bir zamanda, farklı bir yerde, farklı bir insan olarak, farklı bir kişiye
bakmanın farkı bu(ymuş).
Sermet
Erkin’in boş şapkadan çıkardığı yoktan tavşanlar öldü, benim içimdeki kerata
ısrarla ölmedi. Hala yoktan var olabileceğine inanırım. Varın da hep var olacağını
sanırım. Halbuki yokun var olacağına inanıyorsun da, varın yok olacağına neden
inanmıyorsun? Üstelik bunu bana binlerce kez söylemişlerdi, ben masal
sanıyordum. Bir varmış-bir yokmuş derken, meğer hayatı anlatıyorlarmış.
5 buçuk
ay daha nefes almaya (ve vermeye) devam edersem hayatın bana soktuğu yıl sayısı
31 olacak. Kendisine saygılarımı sunarım. Benim de onu ara sıra dürtmüşlüğüm
var. Ezildim ama yenilmedim! Sadece yaşadığımız dönemde adamlık kaybettiği
için, ben de yenilmiş sayıldım.
Boynuma
bağlı ağır hatalarım yoktu ki başım eğilsin. Bordo defterde yaşayan imzalara, mühürlere
değil kendime güveniyordum. Zaten mürekkebin
kuruması için de 4 yıl yeterliymiş. Sen üstüne gözyaşını koysan da yeniden
ıslanmıyor o imzalar.
Savaşmadım.
Savaş mağlup ve galip belirler. Mağlup ölmüştür. Galip ise muzaffer değil
kazanandır. Onun da yara bereleri çoktur çünkü. Hatta bazen ölümcüldür bu
yaralar.
Bu yüzden
ben; mücadele ettim. Kırmadan dökmeden yaralamadan yağmalamadan dağlamadan.
Herkesin kazanması ve yola devam etmek daha erdemli geldi bana.
Yalnızken
daha uzağa, daha hızlı koşabilir insan. Ayağı takıldığında düşüşü daha sert
olur bu yüzden. Hele de onu düşüren yanında koşan partnerlerinin çelmesiyse, o
zaman fena işte! Tutunacak güven
bulamayıp düşmek mi daha kötü, yoksa düştüğünde kaldıracak el bulamamak mı ? En
kötüsü, arkada bıraktığın elin sıcaklığını hatırlamak olur galiba. Garip bir
sıcaklık, garip bir dans, garip bir bakıştaki o ilk şaşkınlığa geri dönersin.Tam
o an kanayan yerlerinin sızısını hissetmezsin. Acıyı da umursamazsın. Kafandaki
tek düşünce ellerinin ne kadar soğuk olduğudur. Sıcağa ihtiyacın olduğunu
anlarsın. Sıcaklık, soğukluğa her zaman muzafferdir. Soğukta
yaşayanlara bunu ancak yüzündeki çizgiler söyleyebilir. O zaman sen de
içindekileri çıkartacak kelimelerin arayışında ağrılı saatler geçirirsin. Bir
tarihin olur belki. O tarih bugün olur belki..?
Hem
bilirsin;
Akdeniz’de
yazlar sıcak ve kuraktır.
En iyi
zafer ise savaşmadan kazanılandır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder