31 Mart 2011 Perşembe
Ceza Sahasını Unutan Kaleci
30 Mart 2011 Çarşamba
Makas Elimizde
Bu akmaz kokmaz grup kurada 4. torbadan Belçika’yı bünyesine dahil edince işler biraz karıştı. Belçika gerek torbası, gerek grup için iyi bir takımdı. Buna Azerbaycan’da yaşadığımız kaza da eklenince Avusturya önüne kendine güveni az, ama kazanmaya aç bir takım olarak çıktık.
İlk 10 dakikadaki iştahın nedeni buydu.
Ama dikkatimi çeken, çok hoşuma giden ve tüm maç “umarım Rıdvan Dilmen bunu da söylemez ve ben de yazarım” dediğim düşünce, Hamit’in Kaptan, Mehmet Ekici’nin 10 numara olmasaydı. Mesut Özil’in her golü kaçırdığında göreceğimiz, duyacağımız şekilde gönül “koyması” yeterince canımızı acıtırken, geçen hafta Samed ve Levent’in attığı golle Almanya U-17’nin Türkiye U-17’yi 2-0 yenmesi ülke futboluna atılan dost tokadı oldu. “Bizim” çocukların “bizim” formayı giymesi için vatan, millet ve Sakarya’dan daha fazlasını vermemiz gerektiğini anladığımızı düşünüyorum. 10 numarasına rağmen Yıldırılan Baştürk’ten sonra Ekici’nin 10 numarasını bu kez iyi değerlendiririz, umarım... Elini kolunu tribünlere değil rakiple mücadelede kullanan Hamit’ten de çıkmaz o bant, umarım...
Avusturya’nın geride bekleyip Maierhofer isimli kuleye top şişirmek üzerine kurduğu “felsefe” kendi yarı sahalarında telaşsız koşular yapmalarını anlamlı kıldı. Biz ise yetenekli ama fiziksel gücü düşük oyuncu kalabalığıyla karambolü, uzaktan şutları hedefliyorduk. Bu nedenle top enlemesine yaptığı gezintilerde sorun çıkarmadı. Fakat kale yanlarda değil, karşıda olduğu için ortada “gol” sorunu vardı.
Yağmur da vardı.
Neyse ki; Ekrem Dağ’ın Gökhan Zan ile beraber geçirdiği 1 sene, taçtan gol olarak bize geri döndü.
Gıdısız ve fubissiz Arda’nın kafası Emre abisi gibi olmak yerine biraz daha topta olsa atacağı 2 kafa golü vardı. O’nun futbolu sevdiği kadar, biz de O’nu seviyoruz. Attığı zeka dolu golü herkesin yazdığına, yazacağına eminim. Yüzündeki gülümsemenin kaybolması; 66 numaralı o keratayı kendisinin de özlediğini anlatıyor.
66’yı “forma” numarası olarak Arda’da sevdiğim kadar, milli takımın önde olduğu maçlarda “dakika” olarak sevmiyorum. O dakikada geri çekilmeye başlıyoruz. Bunun taktiksel değil, psikolojik olduğunu düşünüyorum. Yine dün gece tam 66. dakikada 11 oyuncumuz kendi yarı sahamızın ortasında yan pas yapan Avusturya’yı karşılıyordu. Savunma yapmak; geri çekilmek değildir. Savunma yapmak rakibin hücum etkinliğini azaltmaktır. Geri çekilmek, geri çekilmektir. Maçın 3’te 2’sinde Maierhofer’in kafasını arayan rakip, geri çekildiğimizi görünce “hücum” yapmaya başladı. Dahası umutlanmaya başladı.
O anda Hiddink’in hamlesi geldi.
Maçta pek sesi soluğu çıkmayan Nuri Şahin, Mehmet Topuz’un oyuna girişiyle Westfallen’deki mevkisine geçti. Sadece 20 dakikada savunma arasına yaptığı koşu, 2 gol pozisyonu etti. Hiddink, Nuri’yi Emre Belözoğlu gibi kullanmak istiyor. Stoperlerimizin kısıtlı pas yeteneği savunmaya yaklaşıp top çıkaran bir adam olmasını şart koşuyor. Nuri’nin (bildiğimiz, beklediğimiz) etkisini göremeyişimizin sebebi bu.
Lampard olmuş Selçuk İnan ve Dani Alves’ten daha iyi olduğuna inandığım Gökhan Gönül için ise hem kendilerinin, hem Türk Futbolu’nun iyiliği adına gitme vakti geldi. Artık Spor Toto Süper Lig’in bu iki oyuncuya yapacak bir katkısı yok. Hasan Şaş böyle bir patlama anında evde kalmış, en nihayetinde elde kalmıştı. Bir sonraki basamak için La Liga ya da Premier League’e tutunmaları gerekiyor.
Belçika ve Avusturya deplasmanından kaybetmeden dönersek standardı yakalar grup 2.si oluruz. Hedefimiz bu. Şu anda kendi göbeğimize makas tutan el bizim.
3 haziranda Belçika’ya mağlup olursak makası Azerbaycan’a, hatta Almanya’ya teslim ediyoruz. Belçika’nın puan kaybını beklerken, Avusturya’yı deplasmanda, Almanya’yı içeride mutlaka yenmemiz lazım.
29 Mart 2011 Salı
Mezarımda Bile...
Ezeli rakibini 1 hafta önce mağlup etmişsindir. Tabut yaptırır, sokak sokak gezdirir, tribüne getirirsin; eğlencelidir.
Kalp yerine arma takmıştır. Damarlarına pompalanan kan armanın renkleri olmuştur. Lakin her fani gibi ölümü tatmıştır, tabutunun üzerine bayrağı, mezar taşına atkıyı dolarsınız; romantiktir.
17 yaşında hayatı bahara henüz girmiş çağla toplamaktadır. Güneşin yeni uyandığı bir gün, taze kesilmiş çimlerin bacaklarını kaşındırmasını aldırmadan Cúcuta Deportivo formasıyla top sürmektedir. 1 saniye sonra çimleri sulayan kendi kanıdır. Vurulmuştur bir çetenin töresi gereği, ruhunu Escobar kucaklamıştır, acıklıdır.
O bedeni tabuta koyup stada getirmek ve maç izlemek nedir?
Christopher Jacome 17 yaşında vurularak öldürüldü. Taraftarı olduğu Cúcuta Deportivo’nun taraftar grubu Barra del Indio üyesiydi. Arkadaşları da maça Onsuz gitmek istemediklerini söylediler, tabutu sırtlayıp tribüne getirdiler.
Benim açımdan (hala nefes alan bir canlı olarak) ürkütücü bir durum. Belki tabutun içindeki olsam bakış açım değişebilir bilemiyorum. “Ayağa kalkmayan Envigadolu olsun” tezahüratı üzerdi ama...
28 Mart 2011 Pazartesi
Hiddink’ten Ne İstiyoruz?
Kafasına en az 500 öldürücü yumruk yemiş bir insanın sözlerine ne kadar güvenebiliriz sorusu ayrı bir konudur.
Değişim zordur ve zahmetlidir. Sabır ister. Kendine karşı savaş ister. Bazen kafanıza vuracak bir dost/düşman ister.
Dünya Kupası’nda kariyerine yediği yumruk Fabio Capello’yu böyle bir değişime itmiş. Galler önündeki İngiltere; Barcelona presi uyguladı. Takım topu kaybettiği anda en az 3 İngiliz “anında” presle rakibi bozdu. Telaşlı telaşlı topu ayağından çıkarmak için sağa sola bakan preslenmiş oyuncu, pas atacağı boşluklarda takım arkadaşları yerine rakip oyuncuları görünce, tabii topu şişirmek zorunda kaldı. Ve top İngiliz saflarına geri döndü.
Maçtan sonra Jack Wilshere, Capello’nun takıma 2 gün boyunca Barcelona’nın savunma anlayışı ile ilgili videolar izlettiğini söyledi.
Yılların 4-4-2 hocası, her oyuncunun kare şeklinde bir bölgeyi savunduğu, alan daraltma üzerine inşa ettiği savunma anlayışından vazgeçip, 1 hafta önce, 65 yaşında; Lampard, Parker ve Wilshere’den oluşan 3’lü orta sahaya, üçgenlere ve şok prese döndü.
Peki biz Hiddink’ten ne istiyoruz?
Ekol istiyoruz.
Sistem istiyoruz.
Değişim istiyoruz.
Açayım...
2008’de Çek Cumhuriyeti’ni kalede Tuncayla yendikten sonra, televizyona hala hayranlıkla bakan kayınbabam; “Türklerin neden büyük imparatorluklar kurduklarını anladım, sonuna kadar savaşıyorlar” dediğinde hoşuma gitti, koltuklarım kabardı, mağrur bir gülümse dudaklarıma Slyvester Stallone ifadesi verdi. Sonra ertesi gün, adrenalin damarlarımda fink atmaktan sıkılıp evine döndüğünde, canım babamın bu sözlerinin, kastettiğinin (Osmanlıydı) aslında futbolumuzu tanımlamakta doğru olmadığını gördüm. Büyük bir imparatorluk kurmak; sağlam bir merkezi yönetim, bağımsız bir ekonomi, tahmin edilemeyen şartlara dahi kısa sürede uyum sağlayabilen, tepki veren(yani değişen) ve en önemlisi bütün bu karakterleri, refleksi (gelenek bohçasında toplayıp çeyiz niyetine) bir sonraki nesle aktarabilen toplumun becerdiği bir “düzendi”. Sadece güçlü bir ordu, moral motivasyonu sürekli yüksek tutan baskın bir lider ve savaş üzerine kurulan imparatorluklar, tarihe yön verecek kadar büyük olsa da kısa ömürlü olmaktaydı.
1996’da ilk kez taraftarlarımızda bir Avrupa Şampiyonası’na renk kattık, 1998 Dünya Kupası’nda yoktuk. 2000’de çeyrek final oynadık, 2002’de dünya kupası üçüncüsü olduk, 2004 ve 2006’da yoktuk. 2008’de sadece o turnuvanın değil, tüm Avrupa Şampiyonaları’nın en heyecan verici takımlarından bir olduk, geri dönüşlerin efendisi sıfatıyla yarı final oynadık, son dakikada finali kaçırdık. 2010’da yoktuk.
Hep kesintiliydik, sürekliliği sağlaymadık.
Tarih yazdığımız 2000, 2002 ve 2008’de Türk Milli Takımı’nın başarısının temeli sistemsel, taktiksel, belli bir planın neticesi miydi, yoksa teknik adamların (liderlerin) yoğun moral motivasyonuna, oyuncuların anlık NOS patlamalarına dayanan kısa dönemli bir performans mıydı?
Futbolumuz; Roma ya da Osmanlı’dan ziyade Cengizhan-İskender-Napolyon sınıfında.
Asla bunu kötülemiyorum ya da küçük görmüyorum. Bilakis bu yürek merkezli oyunumuza bir sistem, bir karakter verebildiğimizde neler olabileceğini görüyorum...Neler olacağını hayal etmekte zorlananlar, Almanya’ya baksın. Özellikle 3-4 sene içerisinde; sistemle yoğrulmuş “bizim” çocukları kupa töreninde beyaz formalarla göreceğiz.
Bu yüzden aday kadro seçimlerine, sol bek Sabri’ye, Serdar Aziz’in, Necip’in olmamasına, Oğuzhan Özyakup’un kaptırılmasına, Ömer Toprak’ın arayıp sorulmamasına kızıyoruz. Hiddink’e olan saygısızlığımızdan ya da O’nun üstadlık seviyesindeki futbol bilgisine güvenmediğimizden değil.
Artık uluslararası arenelarda vatan, millet ve Sakarya’dan daha fazlasını görmek istiyoruz.
Mart ayında şöyle demişti Hiddink; “Futbolu herkesten fazla seviyorsunuz. Tutku ve duygu ile oynuyorsunuz. Benim derdim Türkler’i bu ruh halinden çıkarıp makine düzenine sokmak değil. Sadece duygularımızı, aşkımızı, tutkumuzu ufak bir plan dahilinde avantaja çevirmek istiyorum”
İşte biz de bunu istiyoruz.
Rocky Balboa gibi önce dayak yiyip sonra gaza gelip tırnak yemek istemiyoruz.
Ekol istiyoruz.
Değişim istiyoruz.
26 Mart 2011 Cumartesi
Problemi Kurmak
İlkokul öğretmenimiz ellerinden öpülesi Emel Çalık bizlere “problem kurmayı” öğretmişti.
Basitçe sistem şöyle işliyordu:
Soru cümlesindeki özneleri (elma, armut, para) seçiyor, birimiyle beraber yazıyorduk. Sonra soru cümlesindeki soru emrini yazıyorduk (topla, çıkar, böl). Böylece 2-3 satırlık problem şu hale geliyordu:
Ali:3TL, Ahmet:5TL, Topla
Bu nedenle babasının Ali’ye hergün 3 TL vermesi, Ali’nin yolda Ahmet ile karşılaşması ve Ahmet’in cebinde dayısının verdiği 5 TL’yi öğrenmesi, sonra bir adet topun ikisinin parasının toplamı olduklarını farketmeleri sonucu gelişen nefes kesici hikayenin dolambaçlı patikalarında gezmek yerine 5 saniye içinde çözüme ulaşıp, Ali’yi, Ahmet’i ve akşama doğru patlayacağı için ortadan kesip kafalarına şapka yapacakları topu, kendi dünyalarına bırakıyorduk.
Kısaca, güzel öğretmenim “hikayeyi bırak, işine bak, sorunu bul ve çöz” prensibiyle bizi olabildiğince eğmeye çalışıyordu, biz henüz yaşken…
Elimizdeki “Galatasaray problemi” için bize sundukları hikayeler artık içimizi bayıp, kafamızı allak bullak ederken, durumu en basit seviyede görmek, en sondaki sorunun da cevabını verecektir.
Eric Gerets, Karl-Heinz Feldkamp, Cevat Güler, Michael Skibbe, Bülent Korkmaz, Frank Rijkaard, Gheorghe Hagi (2.kez) ve son öznemiz Bülent Ünder.
Beyazı var zencisi var, çılgını var otoriteri var, yaşlısı-genci, Almanı-Türkü, Disiplinlisi-Rahatı, Hırslısı-soğukanlısı, Galatasaraylısı-Galatasaraysızı, ünlüsü-ünsüzü var.
Hücum oynatan-savunma oynatan, pas isteyen-şut isteyen, kanada inen-ortadan delen, geriye yaslanan-ileriye hızlı çıkan, yıldız isteyen-asker seven var.
Ama başarı yok.
“Neden yok” sorusuna; hocaların, 4-1-3-6-5 oynatmadıkları, Ahmet yerine Mehmet’i oynattığı, Hasan’ı şurası yerine burada oynadığı, bilmem kaçıncı dakikada falancanın oyuna girmediği hikayeleriyle bulunan cevapların artık götürecek doğrusu da kalmadı.
Problemin kurumunu tamamlayacak soru zamirimizi soralım.
Suç Kim(ler)de?
Zaman serbest, defter kitap açık…
24 Mart 2011 Perşembe
Cantonalaşmak İyidir Bazen
Beğenmek ve hakkını vermek; bizim için Xavi-Iniesta, Raul-Morientes, Nesta-Cannavaro etkisinde. Ayrılmamalı diye düşünüyoruz. Oysa hakkını vermek için Sezar’ı beğenmek zorunluluk değil. Sırf beğeniyoruz diye, Spartaküs’ün imparator olduğunu iddia edemeyeceğimiz gibi...
Hoşa gitmek, beğeniye, beğeni, sevgiye, sevgi, taraf olmaya, aşka, nihayetinde bağlanmaya dönüştüğünde; bağlanan, bağlanılan önünde kayıtsız şartsız egemenliğini kaybediyor.
(Ne yazık ki halk arasında bu “kör bağlanma”, aslında farklı ve daha güzel olan “taraf olmak” yerine dile yapıştığı için, bundan sonraki tüm cümlelerde çaktırmadan vurduğum, inceden de maytap geçtiğim karakter kör bağlanmadır aslında… )
Tarafa (kör bağlanmaya) kaydığınızda bonus aksesuar olarak at gözlüğü verirler, zevkle takarsınız. Yorumlarınız da görebildiğiniz açının dar koridorundan yankı yapar. Tuttuğunuz takımın, ideolojinin, kişinin hatalarının aslında hata olmadığı konusunda kendinizi hipnotize ederken, karşıt olduklarınızın doğruları bile affedilmez ve unutulmaz yanlışlardır. Kendi kapınızın önündeki çöp dağları görüşünüzü, taraf olmak gözünüzü kapattığında, şikayet ettiğiniz koku da komşunun kapısının önünden gelmektedir zaten...
Amma ve lakin futbol; her rengi, inancı, ideolojiyi, cinsiyeti; 6 gün boyunca çatışan herkesi; 7. gün kucaklaştıran dev bir kültürdür. İnsanların tepindiği herhangi bir stadın yarısının ıslıkladığını, diğer yarısı alkışlayabilir. Ne ıslıkçıları, ne şakşakçıları tahakküm
altına alacak güç yoktur. Bu nedenle dünyada (adaletin olmadığı iddia edilen) futboldaki kadar ileri demokrasiyi hiç bir yerde bulamazsınız.
Tarafsız Radyo ve Televizyon Kurumlarının milyonluk cümleleri; futbolcunun başarı-metresini Televolesel yaşam tarzıyla ölçerek, kendi ideolojisinin emrettiği fiillerle bitirmemeli. Güzelim nöronlarını futbolun ileri demokrasisinin elektriğiyle harcamalı. Sarf ettiği her nefeste, sevmediği yahut karşıtı olduğu milyonlarca “taraf”ın da terinin ve parasının kokusu olduğunu bilmeli. Hele de ülkenin geniş vizyonlu genç yöneticilere ihtiyacı varken...
Şu an Google görsele Cristiano Ronaldo yazsanız, karizmatik pozlar, yanık bir ten ve bikinili kadınları görürsünüz.
Bu isimlerin, gece hayatı her ne kadar sizin tarafınıza uygun olmasa da, dünya futboluna yön verdikleri gerçeğini değiştiremezsiniz.
Yabancıları şeytan yerlileri melek terazisinde tartmak çok adaletli olmadığı gibi, gerçekçi de olmaz. Gökmen Özdenak, Yusuf Tunaoğlu, Ziya Şengül, Cemil Turan, Tanju Çolak, Rıdvan Dilmen, Tümer Metin ve Sergen Yalçın gibi Türk Futbolu’nun sihirbazları zaman zaman gece hayatlarıyla gündem olmuşlardır.
"E birader sen de hep kötü örnekleri veriyorsun!” diye savunma kalkanlarını kaldırmayın hemen. Kaka, Maldini, Baggio, Rijkaard, Raul, Giggs, Hakan Ünsal, Rüştü Reçber, Bülent Korkmaz, Aykut Kocaman ve nicelerinden oluşan efendi listesini de “ahlaksız” listesi kadar uzatırım.
Meselenin ana konusu; bu işin matematiğinin “bu” olmadığıdır. Öyle olsa; Türkiye’de, başta kendisi olmak üzere çoğu kimsenin gelmiş geçmiş en büyük golcü, efendilik, ahlak konusunda eksikliği değil, fazlası olduğuna inandığı Hakan Şükür; Torino, Inter, Parma, Blackburn gibi batının önde gelen camialarında da “Kral” olurdu.
Bence bir spor adamı ve ülke yönetimine talip bir insanın kafa yorması gereken ilk konu, yozlaşmış batıda yaşayan 4 milyondan Mesut Özil çıkarken, burada yaşayan 70 milyon mutaassıptan neden pubisli Arda’nın çıktığıdır.
Bence bir futbol adamının kafasını yorması gereken ilk konu; batının altyapısında çocuğun akşam 9’da yatağa girmesi, sabah 7’de yataktan çıkması, derslerinde başarılı olmadığı takdirde takımdan atılması gibi bir disiplinin, ülkemizdeki uygulanabilirliğidir. Bu disiplinle yaşken eğilen (eğitilen) Sneijder’in, barlardan çıkmamasına rağmen yılda 60 üst düzey maç oynamasını analiz edip, neden mutaassıp bir ailede büyüyen Batuhan’ın sol gözünün bar kavgasında morardığının cevabını bulmaktır.
Futbolsever; sahada Del Piero kadar Romario’yu, Van Hooijdonk kadar Nouma’yı, Alex kadar Guti’yi, Arda kadar Selçuk İnan’ı, Kaka kadar Ronaldo’yu görmek ister. Bazılarının sihirleri ailelerinden, bazılarının çekiciliği aykırılıklarından gelir.
Türk Futbolu’nun yabancı “sorunu” daha fazla Hagi, Quaresma, Cernat, Anelka, Kuntz, Simoviç, Şota getirmekle çözülür.
Aile hayatı ne kadar düzgün olursa olsun Schildenfeldt, Lukunku, De Haine, Iorfa, Oulare familyasına ve transferlerinde emeği geçenlere Cantona uçan tekme atsın..
22 Mart 2011 Salı
5 Nisan Milat mı Yoksa?
Düşünsenize; 2011-2012 sezonu Aykutlu, Şenollu, Tugaylı, Tayfurlu, Ertuğrullu olacak! Böyle bir durum muasır medeniyet seviyesindeki liglerde bile yok! Dahası, belki de büyükleri saymak için tek elimiz yeterli olmayacak, Tolunay’ın emeğiyle…
Van Gaallerin, Scolarilerin, (hala) Daumların jimnastik yaptırdığı milyonlarca çene arasında aslında farketmemiz gereken şu;
Bu ülke ilk kez Şampiyon Kulüplerde yarı finali Türk Hocayla gördü.
Bu ülke ilk kez Avrupa Şampiyonasını Türk Hocayla gördü.
Bu ülke ilk kez UEFA Kupasını Türk Hocayla gördü.
Bu ülke ilk kez Avrupa Şampiyonasında çeyrek ve yarı finali Türk hocayla gördü.
Bu ülke ilk kez Dünya Kupası üçüncülüğünü Türk Hocayla gördü.
Bu ülke iki kez Anadolu Şampiyonu’nu Türk hocayla gördü.
Öz evlatlara, en az hayal ettiğimiz “dev” isimlerden daha fazla sahip çıkmak ve güvenmek şart olduğu kadar -Türk Futbolu’nun köşe taşlarına baktığımızda- mantıklıdır da…
Hata yapacaklardır. Hatta size bu hataları şimdiden garanti ediyorum. Wenger, Mourinho veya Ferguson gibi bir taktisyen olmadıklarını (belki hiç olamayacaklarını) da biliyorum. Zaten bu isimler Türkiye’ye gelmez. Türkiye’ye bu markaların bir alt kademesindekiler; Rijkaard, Del Bosque, Schuster, Aragones, Hiddink, Löw…vs gelebilir, onlardan da biz faydalanamıyoruz.
İyilerden faydalanamıyoruz, en iyileri de getiremiyoruz; o zaman önümüzde müthiş bir fırsat var; elimizdekilere, özümüzdekilere sahip çıkmak!
Tayfur Havutçu’nun ve Tugay Kerimoğlu’nun göreve getirilişi Türk Futbolu için sessiz ve farkedilmeyen bir devrimin artık ete kemiğe bürünmesidir.
2008’den beri ligimizde şampiyonluk posterlerinin takım elbiseli kahramanları, bu ülkenin futbol adamlarıdır.
Şu sıralar Bursa’da konaklayan şampiyonluk ise, 23 mayıs sabahı ya Avrupa’nın sınırına gelecek ya da Anadolu’nun daha da içine hareket edecek. Sonuçta yine bir Türk Teknik Direktörü’nün ellerine teslim edecek kendini.
Daha da güzeli; an itibariyle 5 büyük takımın hepsinin başında bir Türk Teknik Direktör var. Ve 4’ünün teknik direktörü aynı zamanda takımlarının efsane oyuncuları ve kaptanıydı. Camialarını onlar kadar tanıyan yok. Şans verilirse onlar kadar özverili çalışacak, herşeyini koyacak başka kimse de yok.
Tam bu noktada, bizlere, tüm futbolsevere ve taraftarlara düşen basit, ama önemli görevler var. Yapmamız gereken tek şey ise, eleştirilerini kurşun niyetine kullananların tetiği olmamak. Ahmet’in çıkıp Mehmet’in girmesi, Ali’nin orada değil şurada oynaması gerektiğini “herkesten iyi bilsek” bile bunu yıkmadan, yaparak dile getirmek. Zira bunları yapmadığımız için önce “arkasındayız” sonra “taraftar istedi, camia baskı” toplantılarının devam filmlerinde gizli özne rolünde oluyoruz, “farkında olmadan”…
Onların ise güven ve zamana ihtiyacı var.
Bu kadar kaosun, gürültünün içinde 3 senedir bu toprakların insanı şampiyonluğa en şık imzayı atıyor.
Bir an için sabırlı taraftar, akl-ı selim yönetici hayal ettim. Olabilecekleri düşündüm…
Eğer bunu başarabilirsek, bu devrimin miladı 5 nisan olacaktır. Karl Heinz Feldkamp’ın istifa edip gittiği ve Cevat Güler’in (şampiyonlukla iade edeceği) emaneti aldığı gün…
19 Mart 2011 Cumartesi
Psikoloji Mekan Dinlemiyor
Kazanmaya alışmış takım ile kaybetmeye alışmış takım arasındaki mental farkının 10 dakikalık özeti, sonucu değiştirmeye yetiyor. Futbolda moralin ne kadar etkili olduğunu bu farkın da mentaliteden geldiği dersini bir kez daha izledik. Desibeli, atmosferi ve gıcır gıcır stadı arkasına alan Galatasaray, futbol ve skor olarak daha iyi olmasına rağmen ceza sahasındaki heyecanını ofsaytlara boğdu. 75 dakika kötü oynayan, mağlup kalan ama panik yapmayan bir Fenerbahçe bu durumu yine değerlenirdi.
Özellikle de Fenerbahçe’nin ilk golünden sonra bu fark belirginleşti. Kewell gibi üst düzey bir oyuncunun, mahalle maçlarında takıma en son mecburiyetten seçilen çocuk klasında topu ayağının altından, yanından, üstünden kaçırması bu durumun sembolü oldu, gözümde. Galatasaray’ın kendine güveninin hızla kaybolduğu esnada Alex önderliğinde Fenerbahçe daha iyi oynamaya ve pozisyon bulmaya başladı. Aynı durumu Beşiktaş karşısında da yaşamışlardı. Panikleyen rakibe karşı, oyunu çevirebileceklerine olan inançları ve kendilerine olan güvenleri artıyor.
Duran toplarda Fenerbahçe yıllardır Türkiye’nin en çok gol atan takımı. Bunu hepimiz biliyoruz. Ancak 4 oyuncunun boy ortalamasının 1.89 olduğu bir savunma, 1,75 ve 1,83’lük 2 oyuncunun 2 kafa golüne engel olamıyorsa, o zaman boy; işlevsellik önündeki mağlubiyeti haketmiştir.
Aykut ve Hagi arasında, Aykut Kocaman lehine hoca farkı olduğuna inanıyorum. Ancak bu maç için değil. Bu maçta (bize göre) teknik direktör yanlışı ya da doğrusu, skoru açıklamıyor. Hatta kazanan takımın hocasını, sakatlık hariç oyuna müdahale etmediği için, kaybedene göre daha çok eleştirebiliriz.
Özetle, bu maçın skorunun ilk faktörü, kazanan ve şampiyonluğa giden takım ile kaybeden ve hedefi kalmayan takım arasındaki motivasyon kaynaklıydı.
2. faktör ise özel bir dehanın eseriydi.
ÖZEL BİR OYUNCU; ALEX
80lerin sonunda dünya futbolu yeni model bir 10 numara tabiri kattı felsefesine. Maradona, Platini gibi sanatsal 10 numaralara göre, Gullit, Stojkovic, Stoichkov gibi golcülüğü daha fazla, yaratıcılığı daha az, tam forvet değil ama orta saha ya da oyun kurucu da denemez bir nesil çıktı. Platini, Roberto Baggio için “Ona ne 10 numara, ne de 9 numara diyebilirsiniz, O; 9.5 numara bir oyuncu" diyerek bu ayrımı, şık bir şekilde tanımladı. Bugün bu tanımı Kaka için de kullanabiliriz.
3-5-2 ve 4-4-2’nin kıyasıya kapıştığı o dönemde, yaşanan bu “10 numara” değişimi 4-4-2’nin, 3-5-2’ye göre daha iyi adaptasyon sağlamasıyla günümüz futboluna da yön verdi. Bugün adına 4-2-3-1 dediğimiz diziliş bu evrimin en son ürünü olarak ortaya çıktı. İlk evrede, 2 forvetten bir tanesi (Saviceviç gibi, Totti gibi), “asıl” forvete (Van Basten’e, Montella’ya) asist yaptı. Bir sonraki evrede ise asıl forvetin fizik gücü arttı, gol yüzdesi azaldı ve “asıl” işi yardımcı forvetlere alan boşaltmak oldu!
İçinde bulunduğumuz son evre ise yardımcı forvetlerin gole en yakın, asıl forvetlerin ise güçlerine hız ekleyerek kenara geçtiği bir dönem. Bunu en net, Spaletti’nin Roması’nda Totti’yi merkezde tek forvet gördüğümüzde anlamıştık. Bugün Guardiola’nın Barcelonası’nda aynı görevde Messi var. Asıl forvet Villa ise sol tarafta O’na yardım ediyor.
Ara başlığımızın konusu Alex’e gelebiliriz artık. Alex bu sezon bir başka oynuyor. Daha olgun, daha etkin ve daha hırslı. Bu oyunu ise bu sezon oynaması daha ilginç. Zira Alex, Fenerbahçe forması giydiğinden beri, O’nu en sevmeyen hocayla bu ritmi yakaladı.
103 gollü Veselinovic mentalitesinin suyundan içen Aykut Kocaman için en önemli olgu, maça şok presle başlama, topa sahip olunca evelemeden gevelemeden hızla hücuma çıkma üzerine kurulu. Bu düşünce sistemi Alex’e uymayınca, Alex, sistemi kendine uydurdu.
Niang kenara O merkeze geçti. Alex, Savicevic oldu. Hızlı değil ama dribling yapıyor, boyu kısa ama kafa vuruyor, forvet değil ama gol atıyor. Tam 9 numara değil, 11 de değil, 7 de değil. Aslında sırtındaki numara da önemli değil artık. 10 numara futbolcu tanımının karşısında bugün Alex de Souza yazıyor..
*****
Eğer o şişe Volkan Demirel’in kafasına isabet etseydi, yukarıdaki entel dantel cümlelerin hiçbir anlamı kalmayacaktı. Son 3 senede sahaya, logar kapağı atıldı, adam atıldı, en son dün şişe atıldı.
Futbolda şiddet yasasının çıkması için isabet mi bekleniyor?
17 Mart 2011 Perşembe
Bir Dünya Analiz
O meşhur tartışma, Ali Şen’in “25 milyon taraftarımız var” açıklamasıyla başladı ilk. Kimin en çok taraftarı olduğu konusu zamanla sayılara kaydı. Forumlarda, bloglarda, taraftar hatta yazar söylemlerinde bıyık altından “Türkiye’nin yarısı” övünmesi gelir ki, “35 milyon” muhasebesi de bunu takip eder.
Geçtiğimiz yıl Hürriyet Gazetesi, Adil Gür yönetimindeki A&G Araştırma Şirketi’ne oldukça kapsamlı bir futbol araştırması yaptırmıştı. En çok taraftar yüzde 33.8 ile Galatasaray’ın çıktı. Ardından yüzde 26.6 ile Fenerbahçe geliyor. Beşiktaş 18.4 ile üçüncü. Yüzde 10.1 ile dördüncü Trabzonspor’u yüzde 2.9 oranla Bursaspor izliyor.
Benzer araştırmalarda da benzer sonuçlar çıktığı için bu oranları kullanabiliriz.
Yine geçtiğimiz yıl, Sport und Markt’ın yaptığı araştırmada Türkiye’de futbolla ilgilenen (sürekli ligi ya da en azından kendi takımını takip eden) kesim %67. Bu rakam size düşük gelmesin, zira Brezilya’dan sadece 7 puan gerideyiz! Ancak bu araştırma 15-69 yaş arasını kapsıyor, bunu da belirtelim. 2010 sonu itibariyle nüfusumuz; 73 milyon 722 bin 988. Araştırma aralığının (15-69 yaş) nüfusu ise 49 milyon 394 bin 2. Kısaca yaklaşık 50 milyon kişinin %67’si yani 33,5 milyon insan, futbolla ilgileniyor ve taraftarlık bilincine sahip. Ancak ben, doğuştan mezara kadar taraftarlık mantığı yürütenleri üzmemek adına, yaş aralığını 0-100 yapıp, 75 milyonun %67’sini futbolla ilgilendirdim.
Siz çarpmalarla bölmelerle uğraşmayın ben hesapladım buyrun sonuçlar:
Galatasaray:16 milyon 695 bin 172
Fenerbahçe:13 milyon 138 bin 804
Beşiktaş:9 milyon 884 bin 96
Trabzonspor:4 milyon 988 bin 794
Bursaspor:1 milyon 432 bin 426
Yurtdışında yaşayan 6.5 milyon Türk’ü de dahil edersek rakamlar 1-2 milyon oynuyor.
Ezber bozan bu rakamlara itiraz gelmesi doğal. Bilim yanılabilir. Böyle bir yanılgı varsa 35 milyon Fenerbahçeli, 35 milyon Galatasaraylı ve 25 milyon Beşiktaşlı toplam 95 milyon vatandaşımızdan özür dilerim.
Türkiye’de en çok taraftarı olan 2 kulübümüzün yarın oynayacağı derbi maçı için de sayısal veriler topladım.
Bu sezon özellikle Fenerbahçe’nin bulduğu erken goller çok dikkat çekiyor. Tam 14 kez ilk 20 dakikayı boş geçmemiş sarı-lacivertliler ve bu maçların 13’ünü kazanmışlar. Üstelik bu 14 maçta attıkları toplam gol sayısı 42. İlk 20 dakikada gol bulamadığı 11 karşılaşmada attığı gol sayısının 18 olması, Aykut Kocaman’ın maça şok presle başlayıp, erken gol bularak rakibin direncini kırmayı hedeflediğini ve bunu büyük ölçüde başardığını gösteriyor.
Bir başka güçlü etken de Alex ve Niang. Bu ikilinin toplam gol sayısı, takımın toplam gollerinin yarısından fazla. Daha net bir tabirle Alex-Niangsız Fenerbahçe’nin 28 golü var.
Alex ve Niangsız Galatasaray’ın da toplam 28 golü var. 9. Haftaya kadar Rijkaard’ın Galatasaray’ının attığı ve yediği gol sayısı eşit; 12-12. Hagi’nin teknik adamlığındaki Galatasaray ise 16 haftada, 16 gol atıp 20 gol yemiş. Burada dikkat çeken nokta, Galatasaray’ın bu sezon kaybettiği 12 maçın 9’unda ilk golü yiyen taraf olması. 6 mağlubiyet ise ilk 20 dakikada yediği gol(ler) sonrası gelmiş.
Duran toplarda yine Fenerbahçe’nin bariz üstünlüğü var. Gerçi Fenerbahçe bu konuda diğer 16 takımdan da üstün.
Bir de tabii derbilerin golcüsü Selçuk Şahin var. Özellikle geçen sezon Ali Sami Yen’de 30 metreden attığı gol (bir değişiğini Lyon deplasmanında atmıştı) neredeyse şampiyonluk getiriyordu. Bu şutların Zapata’nın koruduğu Galatasaray kalesinde tehlike oluşturacağı açık.
Sayılar (özellikle de erken gol bulursa) Fenerbahçe’yi gösteriyor. Belki yarın futbol Galatasaray’ı gösterir. Bunu Lig TV dışında Digisport Romania gösterecek. 30’u yabancı 300 Türk gazeteci ve bizler izleyeceğiz.
Son vereceğim rakamlar ise bence en önemlisi. Son 5 yılın Galatasaray-Fenerbahçe (veya Fenerbahçe-Galatasaray) derbilerinde çıkan olaylarda –13’ü U-17 maçında olmak üzere- toplam 72 kişi yaralanmış.
Burada suçlunun hep “onlar” olduğunu biliyorum. Ben sizin tarafınızdayım. Ne kadar kışkırtırlarsa kışkırtsınlar “onlar” gibi olmayın. Takımınızın; sizin sesinize ihtiyacı var, kanınıza değil.
(Umarım günün birinde olur ama bugün için) Bizim ne dünya kulübümüz, ne de dünya derbimiz var. Fantezi dünyasında yaşayan fanatik yönetici ya da yazarlarımız var bolca.
Bir “dünya” analiz böyle söylüyor.
15 Mart 2011 Salı
Taraftar Çocuktur
Kapının kolunu tutarak kendime çektim, ardına kadar açıp kapıyı tuttum. Kafamla hadi gel yaptım.
Basamakları 3’er 4’er atlayarak fırladı geçti yanımdan. Ben de arkadan kapıyı yavaşça kapatarak bu sahneye son vermek üzereyken, gayet kendinden emin, net bir sesle “teşekkür ederim” dedi. İyi dersler dememe fırsat bırakmadan (üzerindeki Beşiktaş forması, şortu ve spor ayakkabısı; ilk dersin beden olduğunu anlatıyordu) jet gibi uzaklaştı.
Güne keyifli başlamanın değişik yolları vardır; iyi bir kahvaltıdır, eşinin seni işe uğurlayan sıcak öpücüğüdür... Bazen bundan daha fazlası gerekir. Yaşamın rutinliği ve otomatikliği, güzellikleri başarıyla gizlerken, ihtiyaç duyduğumuz aslında samimiyettir. Aldığım teşekkür, hergün duyduğum yüzlercesinden çok farklıydı. İçinde kibar olmanın zorunluluğunu taşıyan şirket profesyonelliğine ya da toplum arasında adına görgü kuralları denen imzasız mütarekenin; duygusuz, mecburi ve refleks icabına dayanan bir kelime değildi.
Dedim ya kafamda taraftarlık konusu var. Sonra o teşekkkür ve sahibinin üzerindeki forma bana taraftarlığın nasıl başladığını yeniden hatırlattı.
Çocukken başlarız. Kahramanlarımız vardır. Onları izler, onlar gibi olmak isteriz. Küçüğüzdür, güçsüzüzdür; kendimizi onlarla özdeşleştiririz. Sahada onlar kazandıkça biz de kazanırız. Saçlarımızı onlar gibi taramaya çalışırız. Topa onlar gibi vurmak için taştan kalelere şutlar çekeriz. Mahalle maçlarında kimin Tanju, kimin Hami olacağı için kavga ederiz. Çocukken kurduğumuz bu bağ içtendir, samimidir, kuralların zorlayıcığılından değil, kalpten gelir.
O yüzden taraftar, tribüne çıktığında, o formaları gördüğünde o duyguları hissetmeye başlar. Çocukluğuna döner. Koca koca adamlar, hayatının baharında gençler, enteller, lümpenler, patronlar, işçiler, faşistler, komünistler, ateistler, dindarlar aynı anda, benzer duygularla, hiç tanımadığı insanlarla omuz omuza durur, şarkı söylerler. Bazen kızınca basarlar küfrü. Duygularını yüzüne yansıtmasını ayıplayan mevkiisinin politik maskesi yoktur çünkü. Çocuklar maske takmaz. Takımı kaybedince bazen hüngür hüngür ağlarlar. Doğduğu andan itibaren, o güne kadar onlara biçilen, yapıştırılan ya da onların kendi üzerine aldığı tüm sıfatlar ne olursa olsun, gözyaşlarının rengi aynıdır.
Futbol sahalarında, futbol yerine, 22 terli adamın bir topun peşinden koştuğu görenler bunu anlamaz. Onlara göre bunu izleyen kalabalığın çoğu işsiz kalanı fikirsizdir. Manyak olup olmadığınızı, bunun size ne kazandırdığını sorarlar. Oyuncular milyonları kazanırken, atılan bir golün sizin cebinize para koymadığını da hatırlatmayı ihmal etmezler.
Halbuki taraftar bu gerçeklerin farkındadır zaten. Ama futbolu aşağıya çekerek kendini yukarıda görmeye çalışan güruhun farkında olmadığı gerçekler vardır. Kendi hayatlarında, bunları sorgulamayı gözden kaçırırlar.
Akşam izledikleri 2 futbol maçı büyüklüğündeki yarışma kendilerine para mı kazandırmaktadır?
Ya da sonu gelmez uyarlama dizilerin sahte karizmatik karakterlerini izlemek daha mı az manyaklıktır?
Barlarda dans pistinde, bir tekstil ürünü için mağaza mağaza gezerken veya karşı cins peşinde koşarken harcanan terler ve saatler, sahalarda harcanan terden ve saatten daha mı kutsaldır?
ideolojim diye sarılıp yattıkları düşünceler, oy verdiği, ölümüne savunduğu partilerin, siyasetçilerin, yaşamlarından alıp götürdükleri, futbolcuların kazandığı paradan daha mı önemsizdir?
Evrende anlaşılamayan o kadar olay varken, futbolu anlamamak, anlamaktan daha zekice görünen bir davranış mıdır?
Onlar bir Futbolsever’in, bir Taraftar’ın sahadaki oyuncuyu umursamadığını, aslında armanın peşinde olduğunu, takımı sokağa düşse kaldırıma çıkıp destekleyeceğini bilmez. Taraftarın; saflığına dönen, çocukluğuna dönen ve bu çıkarsız sevginin peşinde koşan, platonik aşık olmasını anlamazlar. Çünkü onlar koca koca adam olmuşlardır, koca adamlığın kitabında 22 kişi bir topun peşinde koştu diye ağlamak ya da tersine arabayla “dat daaaat” yapmak yoktur.
Bugün futbolumuz istikrarsızsa, herkes birbirine düşmansa, futbolun içine giremeyen “onların” futbol yönetiminin içine girmesi yüzündendir.
Yönetimde de vardırlar, tribünde de. Dışarıdan baktığımızda takıma bağlı, dominant karakterler görürüz. Düşman ilan edilmiş rakiplerle hesabı göreceklerini düşünürüz. Ama onların görmek istedikleri hesaplar bankalardadır.
Taraftar gruplarına karşı değilim. Ama şirketleşen taraftar gruplarının futbol için tehlikeli olduğunun farkındayım. Şirketlerin devletlere diz çöktürdüğü bir zamanda, büyük balığın küçük balığı bu kadar acımasızca yemediği bir dönemde, kravatların atkıları kolayca yönlendireceğini biliyorum.
Daha fazla pasta dilimi için atışan takım elbiseli insanlar, rakibe haçlı çağrısı yapanlar, gün bugündür vurun diyenler ve buna çanak tutan futbolun patronları hepsi aynı kaptadır benim için ve “onlar”dır.
Onlar çocuk değiller, bir dönem fiziksel olarak öyle oldular ama, hiç bir zaman mahalle maçının ortasında anneleri çağırmadı onları. Hiç ayakkabıları top oynamaktan yırtıldığı için babalarından dayak yemediler. Dükkânın camını kırdıktan sonra tabana kuvvet kaçmadılar.
Onlar sadece kendi büyük dünyalarında kapitalizmin acımasız kurallarını bilirler. Hep daha fazlasını isterler, ve bu daha fazlası için kaç adet küçük kitleye ne olduğu ile ilgilenmezler.
Kılıçlar çekilmiş, baltalar topraktan çıkmış. Soruyorlar sana; Seferoğulları mı Tellioğulları mı? Tarafını seç!
Taraftar, tarafını belirlemiştir zaten, seçeceği sizin yönlendirmeniz olmasın?
Bugün ben kendi tuttuğum, bildiğim, sevdiğim takımın; armasından başka hiç bir yerinde aşığı olduğum, kendime karakter bellediğim o “duruşu” göremiyorum. Gerçek taraftarlar için üzülüyorum. Ülkenin her yerinde (sadece İstanbul’da değil) belki takımını statta izleme şansı yakalayamamış ya da yılda 1-2 kez yakalayabilen milyonlarca çocuktan söz ediyorum. Bilmem ne grubunun ferdi ya da bilmem nereye üye değil sadece Fenerbahçeli, sadece Beşiktaşlı olabilenlerden bahsediyorum. Memlekette üzülecek birçok şey olduğunu biliyorum, ama çocuğum diyorum size! cari açıktan, B.O.P’tan anlamam, toptan anlarım!
Futbol basit bir oyundur. Rant çocukları için ise basit bir oyuncak.
Taraftarlar ise oyuncağı elinden alınan çocuktur, günümüzde...
Bittiğinizi düşündüğünüz anda, bir çocuğun teşekkürü sizi ayağa kaldırıp, yürüyecek daha çok yol olduğunu hatırlamanıza yardımcı olabilir. Takımın bittiğini düşündüğünüz anda ise geride kalan “sadece” taraftar olacaktır. Ve sadece taraftar elinden tutup takımını kaldıracak ve yürüyecek çok yol olduğunu söyleyecektir.
Eninde sonunda kravatlar ve onların emir kulu atkılar terkedecektir futbolu.
Ve bu dünyada çocuklar olduğu sürece futbol asla yalnız yürümeyecektir.
13 Mart 2011 Pazar
İnönü Barajı
Dünyanın en ünlü mimarlarından Lord Foster, Wembley’in yıkımından önce bunları söylüyordu.
1923’de inşa edilen Wembley, Pele’nin tanımıyla futbolun başkenti ve kalbiydi. 5 Şampiyon Kulüpler, ve en tartışmalı Dünya Kupası Finali’ni gördü (o top çizgiyi geçmemişti). 223 kez İngiltere Milli Takımı’na ev sahipliği yaptı. İngiltere’nin ve dünyanın en romantik, en tartışmalı, en dramatik futbol anlarının fotoğraflarında arka plan oldu.
Pink Floyd, Dire Straits, Michael Jackson, Metallica, Rolling Stones, Prince, U2, Genesis, Queen, Bon Jovi, Bob Dylan, Madonna, Elton John, Guns N’ Roses gibi müziğin en ünlü isimleri kariyerlerinin zirve noktalarında Wembley’de yüzbinlere söylediler, toplamda on milyonlara...
2003 yılında, 80 yaşında, sporun ve müziğin en kışkırtıcı, en heyecanlı anlarını poster yapan Wembley, yerini gelecek nesil futbolcularının ve atletlerinin uluslararası bir sembolü olacak yeni bir stadyuma bıraktı.
Türk Futbolu’nun Wembley’i olan “tarihi” İnönü Stadı ise “eski” Wembley’den 24 yıl sonra inşa edildi. Türk Futbolu için önemli anlara ev sahipliği yaptı. Yukarıda ismi geçen müziğin devlerini de ağırladı. Hatta bu konserler yüzünden bu sezon Beşiktaş, ilk 4-5 maçını tozun toprağın içinde bolca sakat bırakarak oynadı.
1943’te inşaası başlayan, 1947’de tamamlanan İnönü, “ağabeyi” Wembley gibi yerini gençlere bırakmak istedi. Tarihi eser kapsamında olduğu için bu isteği kabul görmedi. Daha doğrusu görmemişti, tarihi eser kapsamı sorunu için Beşiktaş Yönetimi girişimlerini Sn. Cumhurbaşkanı’na kadar sıklaştırmıştı ki; geçtiğimiz hafta stadın toprağın hafızasını bozacağı riskli bir bölgede olduğu ortaya çıktı! Beşiktaş Yönetimi bu konuda biraz daha zorlarsa bir sonraki red cevabı “orada yatır var” şeklinde olabilir.
Israrla Olimpiyatlara aday olan Türkiye, bu rüyasını gerçekleştirirse “tarihi” İnönü Stadıyla mı ev sahipliği yapacak? Avrupa Şampiyonası’nı düzenlemeyi 1 oy ile kaçıran Türkiye; 2016 Finali’ni tarihi İnönü’de mi oynatmayı planlamıştı? Türk Futbolu’nun Wembley’i, 64 yıllık İnönü Stadı’nın gelecek nesil futbolcularının uluslararası sembolü olması için 16 yıl daha mı geçmesi gerekiyor?
Gerçi bu tür red gerekçelerinden sonra Beşiktaş’a hep aynı çözüm önerisi sunuluyor. “Gelin size başka yerden stad verelim”.
Bayramlarda toplanan harçlıktan sonra genelde ağabeyler kardeşlere ellerindeki bozuk parayla gelirler ve “Sendeki o 1 tane kağıdı ver, ben sana 4 tane para vereyim” konulu ikna turlarına başlarlar.
FIFA’nın dünyanın en güzel stat yeri ilan ettiği bir bölgeden Beşiktaş’ı çıkarmak ve yerine başka bir bölge öneren ağabeylerin mantığı için, TDK sözlüğünde bir karşılık var. Ama bu karşılık kesinlikle “çözüm” değil.
Swissotel ve Gökkafes’in mağrurca geleni gideni selamladığı bir bölgede İnönü Stadı’nın naifliği ne zemin etüdüyle açıklanır, ne tarihle…
Geçen hafta Kültür ve Turizm Bakanı Sn. Ertuğrul Günay’ın İnönü Stadı’nın neden yıkılamayacağı ile ilgili açıklamalarını okudum. Sn. Bakan izin çıkmamasının kişisel nedenleri olmadığından bahsetmiş. Takım tutmadığını, topu görse bomba sanacağını söylemiş. Samimi olduğu belli olan bu açıklamaya içtenlikle inanıyorum. Stadyumları insanların tepindiği yer olarak belirtmesi zaten futbol ve taraftarlık kültüründen uzak olduğunu kanıtlıyor.
Belki de Beşiktaş Yönetimi İnönü Stadı’nın yerine baraj yapılmasını önerse,o meşhur kazma şimdiye kadar bu “tarihi yapıya” çoktan vurulmuş olurdu. 1800 yıllık Allianoi bu şekilde yenilendi, gelecek nesillere baraj olarak hizmet veriyor!
Anıtlar Kurulu İnönü Stadı’ndan ziyade, asıl Süleyman Seba’nın üzerine titremeli. Futbolun Fetret Devri’ne girdiği günlerde, herkesin ağzında, bildirisinde Süleyman Seba var. Allah uzun ömürler versin, O’nun olmadığı bir Türk Futbolu’nda fanatik kulüp yöneticilerinin kendilerini beyaz göstermek için referans gösterecekleri başka kimse yok.
Bugün Süleyman Seba’yı örnek gösterenlerin asıl düşünmesi gereken, kendileri 80 yaşına geldiklerinde onları örnek gösterenler olup olmayacağıdır.
8 Mart 2011 Salı
Hakem Yazmam!
“Rakip eksik, forvet sayısını arttırayım” mantığının sahne alması olan Fernandes-Nobre değişikliğini görmezdik. Bu nedenle Ceyhun Gülselam’ı da görmezdik. Ceyhun Gülselam’ı görsek, orta sahada temposu düşmüş bir Necip ve Guti karşısında görmezdik, zira orada bir Fernandes olurdu. Muhtemelen dakikalar ilerledikçe bir de Ernst-Guti değişikliğiyle Beşiktaş’ın oyun şefliği Guti’den Fernandes’e geçer, tüm maçı yüksek tempoda oynamış Selçuk İnan’ın temposu bu hamleler karşısında Trabzonspor orta sahasını da Beşiktaş’a teslim ederdi.
Ama Serkan Balcı atıldı.
Tüm pasları isabetli ve dikine oynayan, Guti’nin yükünün yarısını alan Fernandes çıktı, yerine maçı şutsuz tamamlayan ve Guti kadar maaş alan Nobre girdi. Şenol Güneş’in bu “hamleye” karşı hamleyi yapması 5 dakika sürdü. Selçuk, Colman ve diri Ceyhun üçlüsü Guti-Necip ikilisine basmaya başladı. Orta sahanın can çekiştiğini gören savunma öne çıkarak yardıma gelince Burak arkadaki meşhur boşluklara tanıdık koşularını rahat rahat yaptı.
İşte bu nedenle ilk golü attığı 22 maçın hepsini kazanan, kendi evinde son 25 dakikaya skor olarakta, nüfus olarakta 1 fazla giren Beşiktaş, bu maçı kaybetti.
*****
“Neden hiç hakem yazmadığımı” soruyor okur, mütemadiyen...
Yazayım;
Türk hakemliğinin kalitesi Türk Futbolu kadar. Türk Futbolu’nun kalitesi büyük takımlarımızın yönetimleri kadar.
Şampiyonluktaki rakibinin kaleci hatası markalı golüne şike imâsında bulunurken, 1 hafta sonra aynı golün devam filmini kendi avantaj hanesinde gören bir yönetim var.
Rakiplerin penaltısına gönderme yapıp, olmayan penaltı ve ofsayt golle maç kazanmaktan memnun olan bir yönetim var.
Rakibin de en az kendi kadar -hatta daha fazla- canının yandığı maçtan sonra, masaya karate yapan bir yönetim var.
Ligi şaibeli ilan eden, ama 20 yıllık yöneticilik döneminde takımının 9 şampiyonluk kazandığını unutan, bu sebeple “şaibe varsa bu sene mi başladı, o zaman yok muydu?” sorusunun akıllara gelmeyeceğini sanan bir yönetim var.
Hepsi farklı yönetim, aslında...
Hakemler de öyle, hepsi farklı hakem.
Haftasonu Liverpool-Manchester United maçında, ilk yarının son anlarında Liverpoollu Jamie Carragher, krampon tabanıyla bilerek ve isteyerek vurup Nani’nin kaval kemiğinin, ayak bileğine yakın kısmını, gerçek anlamıyla yardı. Nani’nin darbe alan kısmındaki derisi ikiye ayrıldı, kemiği ve bacak kaslarını net bir şekilde gördük. Nani bu yarığı hakeme de gösterdi. Sonrasında ağlayarak sedye üzerinde sahayı terketti.
Hakem Carragher’a sarı kart verdi.
3-1’lik mağlubiyet sonrası United önemli bir avantaj kaybetti. Sezon sonunda şampiyonluğu kaçırırlarsa, bu maçın ve çıkmayan kırmızı kartın etkisi büyük olacak.
Peki;
Siz Manchester United Başkanı’nın Liverpool maçının devre arası hakem odasına indiğini duydunuz mu?
Siz Manchester United Başkanı’nın, “Arsenal’i şampiyon yapmak istiyorlar, önümüzü kapatmaya çalışıyorlar” diye bir açıklamasını duydunuz mu?
Siz Manchester United Başkanı’nın “United büyük kulüptür, yumruğumuzu vurursak altında kalırsınız” diye basın toplantısı yaptığını duydunuz mu?
Daha önemlisi;
Siz Manchester United başkanının adını duydunuz mu?
Hakemlerin düdüğünü konuşmakla havanda su dövmenin aynı paralellikte olduğuna inanıyorum. Rahmetli Federasyon Başkanı Hasan Doğan’ın 2004 yılında operasyon yapıldığını açık seçik söylediği bir ligimiz var. Teşvik primlerinin göz önünde olduğu bir ligimiz var. Hatır şikesinin yapıldığı telefon kayıtlarıyla belgeli bir ligimiz var. Almanya’ya kadar uzanan bahis skandalının bir parçası olan bir ligimiz var...
Yönetimlerin ve teknik adamların, özellikle taraftarların sevgisini kullanarak –ve arkalarına alarak- suçu hakemler üzerine atması eyyamcılıktır.
Hakemlerimizi haklı çıkarmak niyetinde değilim. Bilakis hakemlerimizin çok kötü olduğunu düşünüyorum. Onlar da benim kötü yazdığımı düşünüyor olabilir. Ama en azından ben bağımsızca yazıyorum. Eminim Onlar da bağımsızca çalıyorlar düdüklerini, ne mutlu Onlara...
Herşeyi geçin.
Bir ülkede ne kadar adalet varsa futbolunda da o kadar adalet vardır.
Beşiktaş Tribünleri’nin merhum Necmettin Erbakan için pankart açması ne kadar güzel bir hareketse, aynı tribünlerin merhume Türkân Saylan için açmaya çalıştığı pankarta izin verilmemesi de o kadar çirkindir ve adaletsizdir.
Bu nedenle ben;
Elimden geldiği kadar “futbol” yazmaya devam edeceğim.
http://www.macadogru.com/news.php?news_id=7749