Sırtında
3 temmuzun çarmıhını taşıyan Fenerbahçe artık iyiden iyiye yorulmaya başladı. Transfere
konu olan oyuncular dahi paradan önce takımın düşüp düşmeyeceğini sorguluyor. Yöneticilerden,
teknik direktörden garanti bekliyor. Gelecek, çamurlu bir göl kadar belirgin ve
ilerledikçe su berraklaşacak mı, yoksa bataklığa mı dönecek kimse bilmiyor.
Böyle
bir psikoloji içinde teknik heyet ve oyuncular başta olmak üzere camianın
konsantre olması hayli zor. Maçın içinde sadece belli bir bölümde etkili olabilmeleri
bu konsantrasyon medcezirlerinin bir sonucu.
Yine
de takım kalitesi yüksek olunca bu 15-20 dakikalar ya da tek devreler kazanmak
için –en azından bugüne kadar- yeterli geldi.
Saraçoğlu’nda
perdeleri, geçen sezonun Fenerbahçesi’nden bir esinti açtı. Şok presle
başladılar ve hemen golü buldurlar.
Maçtan
önce “Fenerbahçe önünde top oynayacağımız
boşlukları bulacağız” diyen Nurullah Sağlam topun kontrolüne sahip olmayı,
alışalagelmiş Mersin hızına tercih etti. Aykut Kocaman ise savunmayı önde
kurarak Mersin’in top oynamayı umduğu boşlukları
kapattı. Buradan kapılacak topları ise kullanabilecek, aynı zamanda ribaundları
toplayacak temposu yüksek oyuncularıyla (Mehmet, Cristian, Özer, ve sırf bu
nedenle orta sahada görevlendirilen Gökhan) Mersin kalesini kuşatma altına
aldı. Fenerbahçe böylece önce Mersin hücumu
ile orta sahasını koparttı, sonra savunma ile orta saha arasındaki kuvvetli bağı
çözdü, hem de orta sahada aktif pres yapmadan! Sadece topun önünde alan
savunmasının standart pozisyonlarında durdular. Mersin yavaşlığıyla sağdaki-soldaki
boşlukları katedemedi, zaten pas da yapamıyorlardı, orta sahanın burçlarında
Fenerbahçe bayrağı dalgalanmaya başladı.
Kısaca hava şartları (ve Fenerbahçe
şartları malumken) Nurullah Hoca’nın bu
kadar yavaş bir takımla sahaya çıkması, beklediği pasların yerine pas tutmaya
başlayan bir takım görüntüsüne neden oldu.
2. yarı kar / yağmur azaldı, Nurullah Sağlam (önce) Nduka
(sonra Beto) ile Mersin’i hızlandırdı, savunmayı da öne aldı, blokları bağladı.
İki takım da top yapan bir orta saha ve hızlı bir hücum
hattından oluşmaktaydı. İki takım da savunmayı önde kurmaktaydı. İki takımın da
savunma çizgisini, 1 adet hızlı ve top kesen, 1 adet ağır ve top yapan stoper belirlemekteydi.
Birbirine geçen bu kaotik yapıyı ayırmak büyük bir zekanın
işi olabilirdi.
Tüm bu hengâmenin ortasında (yine) Alex vardı ve ipler (yine)
O’nun elindeydi. Büyük Alex yüksek çekim kuvvetiyle takımı sağa-sola,
ileri-geri yönlendiriyor. Gerçek anlamıyla bir yıldız gibi. Çok hareket etmesi (koşması)
gerekmiyor. O kendi ekseninde işler yaparken, çevresindekiler O’nun yörüngesinde
düzen içinde dönüyor. Fenerbahçe sisteminin yaşam kaynağı. Sarı bir güneş...
Moritz ise Alex’e kıyasla bir kırmızı cüce* kaldı.
Neticede; lacivert ortak paydasında buluşan 2 takımdan sorunları,
ismi ve yıldızı büyük olanın payına galibiyet düşüyor haliyle...
Genelde
bayat bir Amerikan filmi repliğidir. Ölen birinin ardından “Şu anda bizi
yukarıdan bir yerden seyrediyor” konuşması yapılır. Öte dünyada böyle bir HD
yayın var mı bilemiyorum. Ancak sevdiklerimizin, biz sevdiklerinin ne durumda
olduğunu hissettiğine eminim. Fenerbahçe’sini
Alex’e emanet ettiği için huzurludur büyük Lefter. Ve eminim Beşiktaş’ını hissedemeyen, neler
olduğunu da anlamlandıramayan Baba Hakkı’yı teselli etmekle geçiyordur
cennetteki günleri…
*Kırmızı cüce: Güneşin yarısından daha az kütleye sahip, daha
düşük sıcaklığa ve ışığa sahip olan yıldızlara verilen isim.
Yakup Sabri İNANKUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder