29 Nisan 2012 Pazar

Galatasaray 15 Kişi Oynadı


Maçın başlamasına dakikalar vardı ve spikerler iki takımla ilgili bilgiler vermekteydi. Bilirsiniz işte, iki takımın daha önceki maçları, kilit oyuncular hakkında birkaç istatistik, taktiksel öngörülerin öznel harmanı…

Konu dönüp dolaşıp “eksikler”e geldiğinde spikerlerden biri: “Burak Yılmaz’ın olmaması kuşkusuz Trabzonspor için en önemli eksik” dedi. Diğeri şöyle cevap verdi: ”Sadece Trabzonspor için değil 2 takım için de büyük eksiklik” Sonra yaptığı hatanın farkına varıp, asıl vurgulamak istediğini doğru kelimelerle aktardı: “Maçın geneli için, bugün oynanacak karşılaşma için büyük eksiklik” Haklıydı. Geçtiğimiz sezon Jaja ve Umut ile birlikte oynayan Burak 20 gol atmış ve Bordo-mavi hücumun gol üretimi 50 adet olmuştu. Bu sezon 5 hücumcu; Halil, Henrique, Volkan, Olcan, Adrian ancak bir Umut Bulut kadar edince Jaja’nın yerini doldurmak da Burak Yılmaz’a kaldı. Sanki kendi olmak yeterince zor değilmiş gibi…Bu yüzden O olmadığında Trabzonspor 1 değil, 2 eksikle oynuyor!


Trabzonspor’un eksiği Galatasaray’ın fazlası. 2 kişi fazla başladığı yetmiyormuş gibi Galatasaray’ın, bir de Selçuk İnan’ı var. 16 yıl önce Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Canizares de kameraman ve izleyenler gibi şaşkınlıkla topa bakarken Del Piero çoktan havalara zıplamaya başlamıştı bile. İtalyan spiker ise ciğerlerini yırtmakla meşguldü: “Bu adam frikik değil penaltı atıyor!”  Dün gece Selçuk İnan da milyonlarca ciğeri yırttı. Tıpkı rekor sayfalarına yaptığı gibi. Ancak O’nu sadece attığı frikiklerle övmek, Okan’ı sadece koşmasıyla, Hagi’yi sadece şutlarıyla ya da Taffarel’i sadece kurtarışlarıyla değerlendirmek gibi olur. Övgüler çolak kalır. Takımın en çok koşanı olmak, takımın en isabetli pas yüzdesine sahip olmak O’nun işi. Belli ki Selçuk “sıradan” bir yıldız orta saha oyuncusundan fazlasını olmak istiyor ki; en golcü oyuncu O, ligin asist kralı yine O! Bu haliyle sadece Trabzonspor için değil lig için de fazla.

Tüm bunlarla birlikte Galatasaray’ın en önemli fazlalığını maç sonunda gördük. Trabzonspor’dan 9 kilometre daha fazla koşmuştu Galatasaray. Ortalama olarak 1 Süper Lig maçında 1 oyuncu 9 km kadar koşuyor. Yani Galatasaray’ın Avni Aker’de kimsenin göremediği 1 oyuncusu vardı. Adının “ter” olduğunu maç sonunda öğrenebildik.

Maç bitip de kafamı kaldırıp tabelaya baktığımda, olmayan Burak Yılmaz’ın, olan Selçuk İnan’ın ve koşan Galatasaray’ın +4 fazlasını gördüğümde şaşırmadım doğrusu. Galatasaray sahada 15 kişiydi. 

Yakup Sabri İNANKUR


23 Nisan 2012 Pazartesi

2+2=5; Risultato e Importante

Büyük maçlardan önce ritüeldir. Gazetelerde tahmini 11’ler belirlenir ve yorumlanır. Bir arka sayfada vesikalıklarının yanına birkaç istatistik sıkıştırılıp, oyuncular arası karşılaştırmalar  yapılır. Muslera-Volkan, Eboue-Gökhan, Ziegler-Hakan arasında gözler gidip gelir, kimin kimi yiyeceği tartışılır durur.

Galatasaray baskındı. Ligin en çok pas yapan ikilisi Melo-Selçuk İnan karşısında, Baroni-Selçuk Şahin güdük kalıyordu. Ujfalusi-Semih’in senfonik uyumuna oranla Bekir-Yobo düetti. Muslera 17 maç gol yememişti. Sezonun adamı, derbilerin golcüsü, lig tarihimizin en 9.5 numara forveti Elmander Galatasaray’daydı. Emre-Engin, Topuz-Caner’e göre daha fazla şut, pas, gol üretmişlerdi. Galatasaray’ın omurgası daha sertti, elleri kolları ise daha esnek.

Zaten ön sayfadaki sararmış cümlelerin tonu da lacivertten ziyade kırmızıya yaklaşmaktaydı.

Maç başladığında oyun da kırmızıya yaklaştı. Melo sarı kartına rağmen mücadelesini yükseltince Selçuk İnan nakış nakış oyunu işleme başladı. Emre ve Engin (Terim’in istediği şekilde) içeri katedip rakip ceza sahasına zıpkın koşular yapmaya başladığında Xavivari bir desenin Fenerbahçe yarı alanını süslemesini izledik. Çanakkale Dardanel, Vestel Manisa, Trabzonspor ve Galatasaray... Adım adım bir kariyer. Futbolcudan iyi futbolcuya, iyi futbolcudan yıldız oyuncuya, oradan da dünya çapına doğru ilerliyor Selçuk İnan. Geçen sene Trabzonspor’u bu yıl Galatasaray’ı bir üst sınıfa taşıyan oyuncu O. Hep oynadığı takımın en iyisi. Hagi’nin susuzluğu yıllardır baş ağrıtırken, bugün kana kana Selçuk’u içiyor Galatasaray taraftarı ve Fatih Terim.

Fenerbahçe, Galatasaray’ın bu merkezi hükümranlığının farkında olduğundan oyunu bol bol kanatlara yaymaya çalıştı. Fatih Terim beklerinin rakip orta sahada kanat oyuncularına pres yaptığını iyi değerlendiren Aykut Kocaman kendi beklerini kanatlarının ilerisine gönderdi. Özellikle ilk yarıda Ziegler-Gönül ikilisi, Topuz-Erkin’e göre daha fazla pas (68-58) ve koşu (9-6) yaptılar.


Bu sırada Engin, Emre, Melo, Necati ve Elmander, Selçuk İnan önderliğinde Fenerbahçe’ye göbekten akınlar yapmaktaydı. Fenerbahçe’nin sert karnını aşamadılar. 4’lü baklava Bekir, Yobo, Baroni ve Selçuk Şahin’in top çalma sayısı tüm Galatasaray takımına eşit. Bu da Galatasaray için 27 top kaybı demek. Tabii Fenerbahçe için de aynı sayıda hücuma hızlı çıkma şansı.

Galatasaray hakimiyet, Fenerbahçe hız peşindeydi. İkisi de bu bağlamda istediğini elde etti. 613 kez topla buluştu sarı kırmızılılar, 539’unu pasa çevirdiler, 430’u isabetli oldu. Maçın genelinde %61 topa sahip oldular. Bu rakamlar Fenerbahçe’ye kıyasla neredeyse 2’ye katlanıyor. Galatasaray çoğu zaman büyük işler yaptı. Fenerbahçe az zamanda çok ve büyük işler yaptı. 



İnönü’de jeneriklerin yakışıklı çocuğu Aydın Yılmaz altıpastan keder üretirken, Alex’in tahtına bir günlüğüne oturan sarışın çocuk Stoch Fenerbahçe’ye bayramı erken getirdi.

Saha dışında, saha içinde, oyun genelinde hep doğruları yaptı Galatasaray. Teoride, denklemde ne varsa, çalıştı ve uyguladı. Bununla birlikte hayatın paket programı futbol, dün gece her zaman doğruyu yapmanın istediğimizi elde etmekte her zaman yeterli olamayacağını, esasen doğru yerde, doğru zamanda bulunarak, doğru işi yapmanın sonuç için daha efdâl olduğunu önümüze bir kez daha (El Clasico’dan sonra) koydu.

Dostoyevski Yeraltından Notlar’da şöyle yazar: İki kere iki dört; yaşam değildir beyler, ölümdür... İki kere iki dört, küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine inanırım ama en çok övülmeye değer olan, iki kere ikinin beş etmesidir. “

Galatasaray 2+2’yi 4 yaptı…
Övülmeye değer bir Fenerbahçe vardı…

Çünkü; Risultato e importante…

Yakup Sabri İnankur


14 Nisan 2012 Cumartesi

Süper Final Öncesi; 1-Galatasaray


Yeni sezona; yeni bir başkan, yeni bir stad, yeni bir hoca ve yeni bir takımla başladı Galatasaray. Eski tas eski hamam bir lige 9 puan fazla geldi bu yenilikler şenliği. Fakat bu esnada federasyon da yeni sezona; yeni bir başkan, yeni bir başkan daha, yeni bir lig statüsüyle gelince adının karşısına şampiyon yazdıramadı sarı-kırmızılılar. Henüz…

Fatih Terim ilk 11 için 8, ilk 18 için 3 oyuncu transfer etti. Kendi felsefesine biat ederek altyapıdaki cevherlere baktı. En parlak 2 yavru aslanı mücevher yapmak üzere aldı ilk 11’e koydu. Galatasaraylılar ellerinde kaleydeskop UEFA Kupası’nın anıtsal resimlerine bakarak geçirmişti neredeyse son 10 yılı. Ruh çağırma ayinleri için en doğru medyumu bulduklarına inanıyorlardı ama O, takımı “Hakan Balta ve arkadaşları” ironisine dönüştürmüş gözüküyordu.

Halbuki Terim kafasındaki sisteme göre oyuncu seçmişti. Oyun esnasında bile değişebilen / dönüşebilen bir mentaliteyi oyuncularının kafasına / reflekslerine oturtmaya çalıştı. İlk başlarda her maç Galatasaray’da farklı bir anlayış gördük. İlk 10 maçta 9 gol yiyip 13 puan kaybetti sarı-kırmızılılar. Bu kayıpların nedeni deneme-yanılma değil, bilakis Terim’in plan ve programı dahilindeydi. Alışma devresinin olağan kayıplarıydı. Terim Galatasaray’a imza atttıktan sonra, parmaklarındaki hayali bir kalemle ellerini ileri geri sallıyor ve şöyle diyordu: “Değişim bizim kilidimiz olacak. Değişebilen, uyum sağlayabilen bir takım hedefliyoruz.” Beden dilinin altını çizdiği cümleler bunlardı.


Bu değişim Terim’in kendi içinde oluştu ilk önce. Bu kez Galatasaray’a mentalite anlamında bir 10 numara yerleştirmedi. 10 numaranın sahibi Felipe, -bir önceki dönemin aksine- koşan, ısıran bir Felipe. Herkesin Barselona’ya öykündüğü bir dönemde, Galatasaray çılgınca saldırmak, cansiperane savunmak istiyordu. Barça; “top bendeyken sen gol atamazsın ben istediğimde hücum yaparım” derken Galatasaray; “Ben maaile hücum yaparken, sen nefes alamazsın, top ne kadar istersem o kadar bende olur” diye düşünüyordu. 34 maçın 24’ünde topa rakipten daha fazla topa sahiptiler. Ortalama %55 topla oynarken ligin en çok gol atan en az gol yiyen takımı oldular.

Bidon Melo’nun pitbull, bedava Elmander’in ligin en değerli yabancı oyuncusu, yaşlı Ujfalusi’nin en çok top kesen savunmacı, çaylak Emre ve Semih’in en çok gelişme gösteren oyuncular olması 3-4 ayı aldı sadece. Necati, Semih, Engin, Hakan hatta Elmander Beşiktaş ya da Fenerbahçe’de olsa yedek kulübesinde üzerinde battaniye elde çekirdekle görmemiz normal karşılanırdı. Pedro’nun, Abidal’in, Cuenca’nın Avrupa’nın herhangi bir büyük kulübünde yaşayabileceği bir durum gibi. Futbol tarzı değil ama düşünce yapısıyla Barselona’ya benzeyen tarafı bu oldu Galatasaray’ın. Takım olgusu…


Süper Final’e Dair.

Güven veren bir kaleci, sağlam bir savunma ikilisi, çalışkan ve yaratıcı bir orta saha, iyi bir forvetiniz varsa, etrafına serpiştireceğiniz oyuncular orta kalite olsa bile iyi futbol üretebilirsiniz. Muslera, Semih-Ujfalusi, Melo-Selçuk ve Elmander bu toprakların son 5 yıldır gördüğü en iyi omurga. Böyle olunca genç bir yetenek Emre Çolak ilk 11 oyuncusu olabiliyor, “sorunlu” Engin rakipler için sorun yaratabiliyor, taraftarın varlığını sorguladığı Hakan Balta bu muhteşem takımın sırıtmayan dişlisi olabiliyor. Oynanan futbol bir yana, oyuncuların arzusu da üst düzey. 3 temmuzun çamuru camianın paçasına yapışmadı. Psikolojik olarak da rakiplerine göre daha rahatlar. Avantajları bir hayli fazla. Dezavantajları ise sadece sakatlık olabilir. Özelllikle sezon başında adele sakatlığından muzdaripti oyuncular. 6 maçlık yükleme yapılması sezon yorgunluğunun gergin ipini koparabilir.  

Kilit Oyuncu; Johan Elmander

Hayatta nasılsa futbolda da öyle. Varlığın kıymetini, yokluğun şiddetiyle ölçüyoruz. Elmander’in olmayışı Galatasaray’ı sadece hücum yönünde etkilemiyor. İsveçli Galatasaray orta sahası için Melo kadar Selçuk kadar kıymetli. Maç içinde takımın kırılgan fay hattı Engin’in, Emre’nin (ya da Sabri’nin) direnci çatırdamaya başladığında orta sahaya sağlam bir Viking harcı katıyor. Böylece Galatasaray’ın merkezi sistemi kolay kolay çökmüyor. Muslera’nın güdümlü toplarını indiriyor, sırtı dönük alıyor, yüzü dönük veriyor, şut atıyor, dribling yapıyor. 2012 model Galatasaray’ın neye ihtiyacı varsa onu yapıyor. Elmander’in olmadığı, hatta son 15 dakika oyundan alındığı maçlarda dahi Galatasaray’ın dengesi bozuluyor. Sayılar da bizi doğruluyor. Elmandersiz Galatasaray %3 daha az (%51,85) topa sahip oluyor. Golcü kimliğini ise tartışmaya gerek yok. Golcünün büyüğünü, maçların büyüğünde ararım. Süper Finaldeki rakiplerinin hepsine golü var. Yeniden atmaması için hiçbir sebep yok.


Takviye Kuvvet; Fernando Muslera

Eskilerden bize miras kalan futbol aklı; “Şampiyon olmak istiyorsan herşeyden önce bir atan bir de tutan iyi olacak” der. Madem Galatasaray'ın altın oranlarla dolu dengesine dem vuruyoruz, o halde kilit oyuncu Elmander ise, destek kuvvet Muslera'dan başkası olamaz. Uruguaylı, sadece manevi değil, oyuna (hatta gole) katkısı gayet somut olan bir oyuncu. Lig boyunca yaptığı 347 başarılı pasın bir çoğu takımını yıldırım hızıyla gol pozisyonuna soktu. Maç başına 10’dan fazla olumlu pas kullanan Muslera böylece derbilerin de gizli kahramanı oldu. Bu tip maçlarda daha çok kaleciyle oynama zorunluluğu doğar. Muslera ile zorunluluk bile avantaja dönüştü. O da Elmander gibi görevinin dışına çıkıp, takımına ekstra katkı sağlayabiliyor ve Elmander gibi asli görevini de harika icra ediyor. Top kale çizgisinin geçene kadar gole tüm ruhuyla isyan ediyor. Kurtarışlarıyla güven veriyor. Elleri küçük ama yüreği büyük Muslera şampiyonluğun merkez üssü olacak.

Tahmini sonuç

Süper Final demek, ülkenin en büyük takımlarının kapışması demek. Bu sezon büyük maçların hiçbirini kaybetmedi Galatasaray. Mühendislik harikası, muhteşem bir akustiğe sahip TTArena’da maç kaybetmesi çok zor. Başlarında Fatih Terim gibi adaletli ve güçlü bir figür var. 2. hafta Seyrantepe’de Fenerbahçe’ye karşı kaybetmezse 10-12 puan toplayan “lider” Galatasaray şampiyon olacaktır. 

Yakup Sabri İNANKUR



11 Nisan 2012 Çarşamba

Süper Final Öncesi; 2-Fenerbahçe


Bu sezon Fenerbahçe’yi yorumlamak için futbol bilgisi yetersiz kalıyor. İyi bir psikolog da olmanız lazım. Lig tarihinin en karmaşık sezonunda kötü adam damgasıyla maçlara çıkmak kimi zaman rakipten daha çok zorladı Fenerbahçe’yi. Maç içinde bölüm bölüm kopmaları çok yaşadılar ve çift kişilikli bir futbol yapısını izlettiler. 

Saraçoğlu’nda yürekli ve istekli bir oyun anlayışıyla başladılar hep. Önde oynayarak rakibi hataya zorladılar. Özellikle Alex, sonra O’na katılan Stoch, sonra onlara katılan Sow ile hızlı top çeviren, yetenekli bir hücum üçlüsünü 8+50.000 kişiyle desteklediler.

Dış sahada ise önce 50.000 kişiden sonra maç ilerledikçe 8 kişinin desteğinden eksik kaldı bu becerikli üçlü. Neredeyse her deplasmanda aynı tiyatro sahnedeydi. Fenerbahçe’nin önce ön hattıyla arkası arasında kopma başlıyor. Takım olarak topa sahip olma oranları düşüyor. Tempo düşmeye başlayınca, ribaundları da alamıyorlar. Kaptırılan her topta mevzileri biraz daha geri çekiyorlar. Golden uzaklaşıyorlar. Dolayısıyla ligin Jeykll-Hide’ı olan takım iç sahada +27 averajla ilk sıradayken, dış sahada 0 (sıfır) averajla 4. sırada. 

Buna rağmen Fenerbahçe’yi ligin zirvesinde tutan en büyük neden sağlam omurgası ve konsantrasyonu oldu. Volkan, Gökhan, Emre ve Alex birbirleriyle en az 4 senedir ayak tenisi oynuyorlar. Karabük’te, Ordu’da, Eskişehir’de, Bursa’da hatta İnönü’de son dakikakaya kadar kendine (yıllanmış bir) güvenden kaynaklanan bu takım konsantrasyonunu tabelaya yansıtabildiler. Kazanan bir takımın harcı bu güven ve konsantrasyondan oluşur. İşlerin yolunda gitmediği durumlarda ise tek kişilik gösteriler sahne alır. Kayseri’de Caner, Mersin’de Özer, Manisa’da, Ankara’da ve Belediye önünde Stoch, Trabzon karşısında Ziegler ve çokça Alex galibiyetlere yetti.

Kabul etmeliyiz ki geçen sezona göre kalite anlamında daha geride bir takım var. Bu eksikliği ekstra motivasyonla kapatmaya çalışıyorlar ve o motivasyon motorunu çalıştıracak yakıtı saha dışından ve tribünden buluyorlar. Böyle bir sezonda Lefter’in vefatı ise çok büyük üzüntü oldu. Varlık vergisiyle Lefterleri dışlayan, küstüren ve üzen bir hükümetin başkanının isminin adını alan stattan tüm Türkiye’nin sevgisiyle uğurlanması ise Lefter’in büyüklüğüydü.

Süper Final’e Dair.

Sezona Aziz Yıldırım’ı, Lugano’yu ve Niang’ı kaybederek başladı Fenerbahçe. Kumların üzerinde tüm sezonun stresini atarken, Barselona’yı, Real Madrid’i, Milan’ı Saracoğlu’nda hayal ederken, bir sabah aniden sayfalarca klasörün, tapelerin, savcıların, UEFA müfettişlerinin altında kaldı tüm Fenerbahçe ailesi. Bütün sezon sırtlarında 3 temmuzun çarmıhını taşıdılar. Bir gün idam endişesi, diğer gün beraat umuduyla haftalar geçip gitti. Adaletin kılıcı bu diyarlarda kördü ve asıl canlarını acıtan buydu. Araf’ta beklemekten psikolojileri nasır tuttu. Yine de koca bir sezonu 2. sırada, Süper Final’e taşıdıkları umutla bitirdiler. Dağılmadılar, safları sıklaştırdılar. En büyük avantajları da bu. Sıkılı yumruk gibi bir olmaları. Dezavantajları ise maçların 60. dakikasında başlıyor. Kocaman bir fren çekiyorlar ve kazanacakları çoğu maçı kaybediyorlar.  

Kilit Oyuncu; Alex de Souza

Fenerbahçe, hatta lig tarihinin en çok tartışılan “yıldızına” Fenerbahçe’nin ve ligin tartışmasız ihtiyacı olduğu çok açık. Aykut Kocaman mazbatayı aldığında kafasında ve kalbinde Alex’siz bir 4-3-3 hedeflemişti. Bugün ise Fenerbahçe yine Alex’in arkasında 8, önünde 1 oyuncuyla yoluna devam ediyor, 8 yıldır olduğu gibi…
O’nu vazgeçilmez (ya da mecburi) kılan keskin bir zeka ve parlak bir aura. Koşsa da koşmasa da ipleri elinde tutan büyük Alex yüksek çekim kuvvetiyle takımı sağa-sola, ileri-geri yönlendiriyor. Gerçek anlamıyla bir yıldız gibi. Çok hareket etmesi (koşması) gerekmiyor. O kendi ekseninde işler yaparken, çevresindekiler O’nun yörüngesinde düzen içinde dönüyor. Fenerbahçe sisteminin yaşam kaynağı, güneşi...

Takviye kuvvet; Moussa Sow

Bienvenu hoş geldiğinde milyonlarca Fenerbahçeli, hızı ve ten renginden dolayı genç Niang’ı bulduklarını düşünmüştü. Oysa Niang kara bir trenden çok fazlasıydı. Gerektiğinde kenara rakip stoperleri çekip, ortada Alex’in istediği boşlukları yaratıyor, gerektiğinde orta sahadaki hızlı pas trafiğine katılıp, Alex’i rahatlatıyordu. Bienvenu çalışkan, tempolu, gol peşinde koşan bir oyuncu ancak Alex’e uymadığı için O’nunla Fenerbahçe forvet hattı hastaydı maalesef. Sow ilaç oldu. Türklerin yoğun olarak yaşadığı Mantes la Jolie’de doğup büyüyen Sow, böylece sadece beden olarak değil ruh olarak da çok güzel uyum sağladı. Senegalli, taraftara Niang’ı kolay unutturdu. Oyun yapısı gereği maçın içinde gerektiği zaman Alex’leşiyor. Öyle olduğunda Alex de golcü kimliğini masaya vuruyor, Sow’laşıyor. O zaman tabelada Fenerbahçe’nin karşısındaki ışıklar da parlamaya başlıyor.

Tahmini Sonuç

Gökhan Gönül’ün bir röportajında söylediği “Bu yıl şampiyon olalım, 3 yıl olmayalım” sözününü daha kapalı ya da daha keskin söylemlerle hemen hemen tüm Fenerbahçeli oyuncular dönem dönem dile getirdi. Bu sezonu belki de kariyerlerinin içindeki en anlamlısı olarak görüyorlar ve bu konuda onları suçlayamazsınız. Eğer Fenerbahçe şampiyon olursa, önce geçen seneki şampiyonluğu için sevinecek! 6 maçlığına tüm kavgaları, özel sorunları, hatta futbol bıkkınlıklarını bir kenara koyacaklar ve şampiyonluğun kendi ellerinde olduğunun bilinciyle çıkacaklar. Konsantrasyon yoğunluğu özellikle Kadıköy’de rakipleri boğacaktır. Şampiyonluğu ise belirleyen son maç değil TT Arena’daki 2. maç olacaktır. O maçı bir kenara koyarak; 10-12 puan toplayacaklarını düşünüyorum. 

Yakup Sabri İNANKUR

10 Nisan 2012 Salı

Komutan Guardiola’nın Mücadelesi


Mücadele. Bizi futbola bağlayan... Hayır! bizi futbolda birleştiren ana unsur. 11 adamın sırtına yüklenen kavramların, fikirlerin, zayıflıkların, inançların, arzuların çatışması. Futbolun kutsal ruhu saha dışından saha içine akar. O nedenle bu mücadelenin sınırlarını saha içinde tutamazsınız. Saha içinde biten şey oyundur. Oyun bittiğinde mücadele geldiği yere, saha dışına döner.

Büyük oyuncular, büyük teknik direktörler kupa kazandı(rdı)kları için büyük değillerdir. Futbolun ruhunu anladıkları için büyüktürler. Büyük oldukları için kupa kazanırlar. Jose Mourinho polemik olsun diye “Benim için maç basın toplantısı salonuna girince başlar, 90 dakika sonunda değil, basın toplantısı bitince biter.” demiyor. Mücadelenin başında avantaj yakalamak, hatta mümkünse onu başlatan olup oyunun kurallarını belirlemek istiyor.

Dün akşam Josep Guardiola basın toplantısında şöyle bir söz sarfetti: Hala, ligde şampiyon olmamızın neredeyse imkansız olduğunu düşünüyorum. Rakibimizin kim olduğunu gözden kaçırmamamız gerekli. Tarihte hiçbir takım Real Madrid'i 10 puan geriden gelerek geçmedi”

La Liga’nın bitmesine 6 hafta var, Camp Nou’da bir El Clasico var ve elinin altında dünyanın en iyi takımı var. Guardiola umutsuz mu? Hiç sanmıyorum.
Real Madrid’i rehavete mi sokmaya çalışıyor? Cristiano Ronaldo ve arkadaşlarının bu pohpohu yemeyeceğini en az onlar kadar biliyor.
Amacı asla Real Madrid’i kandırmak değil. Hatta daha ötesinde konu Real Madrid’le bile ilgili değil.
Açayım…

Tarihte hiçbir takım Real Madrid'i 10 puan geriden gelerek geçmedi”
Hiçbir takım!
Bugüne kadar arkada kalanların hiçbiri tarihin en iyi takımı değildi de ondan. Tarihin en iyi takımı olmanın birinci kuralı, tarihte yapılmayanı yapmak, ikinci kuralı birinci kural için sonuna kadar mücadele etmek.

Baltasını topraktan çıkardı. Hedef gösteriyor Guardiola. Büyük bir komutanın yapması gerektiği gibi. Bunu da kendi tarzında yapıyor. Alabildiğine saygılı, alabildiğine zeki, alabildiğine kibar. Rakibe değil kendine dönük. Başkasının çapını küçültmekle uğraşmıyor, kendi çapının büyüklüğünü oyuncularına hatırlatıyor. Rakibin büyüklüğünü kullanıyor, onu yüceltiyor ve “tarihte kimsenin yapamadığı” bir başarıyı işaret ediyor oyuncularına. Kendine güvenmenin ve mücadelenin katı bir ukalalıktan farklı bir olgu olduğunu hatırlattığı için futbol dünyası da ayrıca minnettar olmalı büyük komutana.

Yakup Sabri İNANKUR 

Süper Final Öncesi; 3-Trabzonspor


Geçen yıl Trabzonspor bol pas yapan ve rakip yarı alana yerleşmeyi seven bir hücum takımıydı. 34 maçın 9’unda 3 ve üzeri gol attılar, 27’sinde rakipten daha fazla topla oynadılar. Maç esnasında Barselona oyun havalarıyla, maçtan sonra kolbastıyla izleyenlere keyif verdiler ve sezonu 82 puanla tamamladılar. 

Sezon başında ligin en isabetli pas oranına sahip savunmacısı Egemen’i, ligin en isabetli pas yüzdesine sahip oyuncusu Selçuk’u, en isabetli şutör Jaja’yı ve en çok koşan hücum oyuncusu Umut’u -kısaca tüm omurgayı- kaybedince Şenol Hoca’nın önünde 2 seçenek kalmıştı. Ya yeni Egemenler, Jajalar, Selçuklar bulacak, Türkiye’nin Barselona’sı olmaya devam etmeye çalışacaktı, ya da elindeki kadroya uygun yeni (ve geçen sezona ters) bir sistem uygulayacaktı. Güneş elindekini daldakilere yeğledi ve anti-Barça –Inter 2010- modeline döndü. 

Şampiyonlar Ligi’nin en az kaleyi bulan şutla oynayan takımı, en çok ofsayta kalan takımı oldular. Şenol Hoca 6 maçta, 14 farklı oyuncu kullanabildi. Sadece 3 gol attılar. Buna rağmen San Siro’da tarih yazdılar ve gruptan çıkmalarını bir direğin ihaneti engelledi.

Kadro darlığı ve yeni sistem, Trabzon’u olağanüstü bir defansif başarıya mecbur bırakmıştı. Avrupa vitrininde %110 ile oynadıkları için bu başarıyı yakaldılar. Ligde aynı konsantrasyona (doğal olarak) ulaşamadıkları için ilk yarıda çok sıkıntı çektiler. Sırasıyla Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe ile oynadıkları maçlarda bırakın puan almayı, gol dahi atamadılar. Aslında burada sayıları daha iyi yorumlamamızı gerektiren bir durum var. Geçtiğimiz sezon 16 gollü Umut Bulut’un arkasındaki üçlü; Alanzinho-Jaja-Burak sezonu 38 golle tamamlamıştı. Hücum hattı 54 gol üretmişti. Bu sezon Burak Yılmaz’ın arkasında (dönem dönem) oynayan altılı; Adrian-Volkan-Alanzinho-Halil-Henrique-Vittek’in toplam 20 golü var. Muhteşem Burak’ın 34 golünü eklediğimizde yine 54 golle birşeyin değişmediğini düşünebiliriz ilk başta. Sayısal anlamda fark yok ama sözel öyle söylemiyor. Futbolun en önemli ürünü; gol; bir önceki sezonda elele üretilirken, bu sezon tüm yük Burak Yılmaz’ın sırtındaydı. Şenol Güneş bir patron gibi üretimi aynı seviyede tutmayı başardı, ama iş bölümündeki bu adaletsizliğin O da farkında. Farkında da işte yapacak bir şey yok. Takımın çapı bu.

Bordo-mavililer ilk olarak 27 temmuzda sahaya adım attılar. O tarihten bu yana 47 resmi maç oynayarak, ligde Beşiktaş’tan sonra en çok terleyen takım oldular. Avrupa ziyaretleri bitince, üzerine kupadan da elenince biraz nefes almaya başladılar. Yeni sisteme de alıştılar ve ikinci yarıda -özellikle şubat sonrası- maçları belirleyen takım hüviyetine dönmeye başladılar. İlk yarıda gol atamadıkları İstanbul dükalığına ikinci yarı hiç yenilmediler ve 3 maçtan 5 puan çıkarmayı başardılar.

Süper Final’e Dair

Mourinho 2010 modeli Şampiyonlar Ligi’nde işe yaradı. Sadece torbada değil, grupta da çıkma iddiası bakımından son sırada bulunan Trabzonspor, saldırma zorunluluğu olan taraf değildi. Amacı; mevcut durumunu korumak ve muktedir olacağı en üst sınıra kadar mevcudiyetini zorlamaktı. Süper Final’de de aynı durum söz konusu. Alanzinho ve Adrian Burak Yılmaz’a destek verebilirse, Halil biraz daha vites yükseltirse, Volkan Şen ve Olcan Adın bildiğimiz oyunlarını oynarsa, ligde olduğundan daha canlı, daha can yakıcı bir Trabzon izleriz. Trabzonspor’un dezavantajı yok, avantaj olabilecek faktörleri çok.


Kilit Oyuncu; Burak Yılmaz 

Şampiyonlar Ligi’ndeki hücum fakirliğinin temel sebebi sadece Trabzonspor’un defansif anlayışı değil, aynı zamanda modern savunma oyuncularının Burak Yılmaz’ı dipdibe marke etmeye çalışmamasındandı. Disiplinli bir alan savunmasıyla Burak’ın istediği / beklediği boşlukları dipsiz ofsayt karanlığında boğdu rakipler. Ümit Karan’dan beri ofsayt kelimesini bu kadar çok duymamıştık. Öte yandan ligimize -özellikle Trabzonspor’un Süper Final rakiplerine- döndüğümüzde Burak’ın karşısına bu disiplinin ve anlayışın çıkmadığını net bir şekilde görüyoruz. İstanbul’un 3 büyüğü Burak’ın gollerinin acı tadına baktı. Belki de O’nu son kez bu topraklarda izleyeceğiz ve sanırım kral da taraftarlarına son bir şov izletmeye kararlı.

Takviye Kuvvet; Didier Zokora

32 yaşındaki Fildişili belki gol atmıyor, asist yapmıyor ve böylece matematiksel anlamda takımını 10 kişi oynatıyor ama Selçuk İnan’ın, Manuel Fernandes’in üzerine 60’lık (hatta 61’lik) asma kilidi takarak rakibi de 10 kişiye düşürüyor. Orta sahada bozulan ve hatlarını kopan rakibin oyun dengesi bozuluyor, geniş alanların yüzölçümü genişliyor. Hızlı ve hareketli Trabzon hücumunun özgürlüğü de böylece artıyor.

Tahmini Sonuç

İkinci ile olan puan farkı matematiksel anlamda kapanabilecek olsa da elindeki kadro ve sistem gereği Şenol Güneş’in ilk hedefinin 4. sıraya inmemek olduğuna eminim. Şampiyonlar Ligi’nin devam filmi niteliğinde 6 maç izletecek bize Trabzonspor. Disiplinli, alan bırakmayan sabırlı bir savunma anlayışı ve Burak Yılmaz’ın ofsayta düşürmediği gol umutları…
Zor mağlup olurlar, zor da kazanırlar. 5-7 puan toplayıp grubu 3. bitirirler.

Yakup Sabri İNANKUR

9 Nisan 2012 Pazartesi

Süper Final Öncesi; 4-Beşiktaş


Yine bir sezonun günah kamçılarını yine bir teknik direktörün sırtında parçalayarak bitirdi Beşiktaş. Biz 7 yıldır doğru kadını bulamayan Ted Mosby’nin hikayesine doğradığı kabakları (ananasın ve son tokadın hatrına) sabırla yiyeduralım, Beşiktaş 8. sezonunda da doğru! teknik direktörle karşılaşamadı. Şubat bilemediniz mart ayı sonunda milyonlarca “special one” forumlarda ve tribünlerde kurdukları engizisyon mahkemelerinde “How I Met Your Trainer”ın yeni sezonu için kimbilir bize ne hikâyeler sunacak…

Carlos Hoca’nın giderken söyledikleri genel olarak Beşiktaş’ın 2011-2012 özetiydi. 2011; takım olgusunun oturduğu, 14 maç kaybetmemiş, zor gol yiyen ve yıldızlarından verim almaya başlayan bir Beşiktaş sunarken, 2012 sakatlıklarla, üstüste mağlubiyetlerle ve yıldızların keyfinin bir türlü yerine gelmemesiyle geçti gitti. Ya da dilerseniz bu sezonu T.Ö ve T.S şeklinde de bölebilirsiniz. İlk bölüm ne kadar beyazsa, ikinci bölüm o kadar siyahtı.

Carvalhal’i ipe götüren sebeplerin başında muamele ve pohpohta Cristiano Ronaldo yapılan Quaresma’nın, bankamatikten 5 ay boş dönmesi geliyordu. Hatta Ernst’in avukatının 1 yıla yakın alacağı için Beşiktaş’ın FIFA’daki dosya okyanusuna bir kova daha eklemesini gazetelerden okuduk. Simao’nun isteksiz ve dalgın halini, Almeida’nın bıkkın ve ruhsuz ifadesini sahada izledik. Sadece vitrin maçlarında ışıldadı yıldızlar. Avrupa’da karların eridiğini görebildik bu nedenle.

Portekizlilerden daha önemlisi Beşiktaş’ın en sağlam, en takım, en güvenilir yerinin; savunmasının, ardarda yaşanan sakatlıklarla çökmesiydi. Beşiktaş savunma 4’lüsü top çalma ve isabetli pas konularında harikulade bir işbölümüne sahipti. Egemen ve Hilbert %80’in üzerinde isabetli pasla oynarken, Sivok ve İsmail 6 top çalma ile maçı bitiriyorlardı. Geçtiğimiz sezonun en az top çalan (590) en fazla top kaybeden (774) takımı bu sezon bu 2 istatistikte arka sıralara düştü! Egemen Korkmaz geçen sezon olduğu gibi bu sezonda ligin en isabetli pas oranına (%81) sahip savunmacısı olmaya devam etti. Hilbert ve İsmail’in maç başına toplam 28.3 bindirme yapması Beşiktaş hücumunda derinlik yaratıyor, Quaresma’ya, Simao’ya daha fazla hareket alanı sağlıyordu. Mersin İdmanYurdu maçında ikisinin birden sakatlanması, üzerine Fernandes’in 2 maç ceza alması, ardından Kadıköy, (-15 derecede)Sivas, TT Arena, arada Braga derken 2.8 güne bir maç yapmakta olan Beşiktaş iyice harap ve bitap düştü. 2000 yılında Jardel altın bir dokunuşla Galatasaray’ı Avrupa’nın en süper takımına dönüştürürken maçtan sonra Roberto Carlos kendisine yöneltilen “henüz tatilden çıkamadığı” eleştirilerine şu yanıtı vermişti: ”Tatil mi? Geçen sezon 58 kez sahaya çıktım ve Galatasaray maçı 59. maçımdı. Sizi temin ederim ki eğer 1 maça daha çıkarsam düşüp bayılacağım!” Atletico Madrid karşılaşması Beşiktaş’ın son 2 sezondaki 101. maçıydı. Carvalhal’in federasyona sitemlerini görmezden geldik. İki yorgun Carlos’un farkı; bir tanesinin O’nu dinleyecek bir spor medyası ve O’nu anlayacak bir taraftar kitlesine sahip olmasıydı. Ne mutlu Brezilyalı’ya.

Savunmadaki sağlam fay hattı kırılınca orta sahada da depremler başladı. Ernst’de düşüş oldu, Veli’de düşüş oldu, Necip’de yere seriliş oldu. Genç oyuncu için geri sayım başladı. Toparlanıp kalkmazsa nakavt olacak! Serdar Özkan, Mehmet Sedef, Serdar Kurtuluş dizisine yeni örnek olmak istemiyorsa, artık her kimi örnek / ağabey alıyorsa O’nu bırakmalı. Necip Uysal kötü pas tercihleriyle sadece kendi performansını kötüleştirmiyor, Ernst’i ve Veli’yi de tedirginleştiriyor.

Süper Final’e Dair

Beşiktaş’ın bel kemiği savunma 4’lüsü yerine geldi. Ancak orta sahası bir türlü kendine gelemedi. Tayfur Havutçu bu durumu (geçen sezon devraldığında olduğu gibi) uzuuuun toplarla aşmayı deneyecektir. Savunmayı çok geride kurup gol umutlarını Almeida’nın kafasına ekecek. Tabii O’nun indireceği toplar kadar, Quaresma ve Simao’nun keyfinin en azından 6 maç yerinde olması şart.

Kilit Oyuncu; Manuel Fernandes
İngiliz tipi oyun anlayışı, Brezilyalı tekniği, Sezen Cumhur Önal tarzı sakalıyla bu çikolata renkli futbol sanatçısı paslanan gözler için 90 dakikalık tedavi sunuyor. Çift yönlü oyunuyla hatları çelik halatlarla bağlıyor. Beşiktaş; Fernandes’in bilge ayaklarından yoksun çıktığı her maçta büyük sıkıntılar yaşadı. Süper Lig’in derbilerinde yoktu, Süper Final’in derbilerinde nihayet O’nu izleyebileceğiz.

Takviye Kuvvet; Mustafa Pektemek
Ben O’nu izlediğimde Feyyaz’ı görüyorum. Sinsice boşluklara sızışı, top almaktan korkmayışı ve en önemlisi golü kendine çeken ayaklarıyla İlhan Mansız sonrası golcü açlığından muzdarip Beşiktaş’ın ağrı kesicisi oldu. Süper Final’e kulübede başlayacağından emin olduğum için takviye kuvvet yazdım O’nu. Benim için Beşiktaş’ta adı tahtaya Fernandes’ten sonra yazılacak isim.

Tahmini Sonuç
Süper Ligi en sorunlu bitiren büyük, Süper Final’e en sorunlu başlayan büyük aynı zamanda. Beşiktaş’ın tek avantajı hoca değişikliğiyle kazanacağı ivme. Tek umudu ise; yıldızların 6 maçlığına kim olduklarını hatırlaması. Yine de Süper Final grubunda en zayıf gördüğüm takım Beşiktaş. Tahminimce 4-5 puan alarak grubu sonuncu tamamlar. 

Yakup Sabri İnankur


2 Nisan 2012 Pazartesi

Bıçak Sırtı


Yaklaşık 9 aydır spor hukuku ile ceza hukuku arasındaki farkları, bağları ve uyuşmazlıkları tartışıyoruz.  

Bugün sokakta bir insana bıçak fırlatsanız; kasten yaralamaya teşebbüsten 4 aydan 1 yıla kadar hapis cezası alırsınız. Adam öldürmeye teşebbüs ise 5 yıldan başlıyor. Ama eğer hasmınız futbolcuysa ceza almadan bu işten yırtabilirsiniz. Yapacağınız tek şey maça bilet almak. Hele de kurban kaleciyse daha güzel. Kale arkası tribününe gireceksiniz. Böylece en az maliyetle öldürme / yaralama / göz korkutma şansına! sahipsiniz.

Sadece Trabzon’da değil, Türkiye’nin her yerinde bu hakkınız! mahfuz. TT Arena’da, İnönü’de, Saraçoğlu’nda, Bursa’da, Ankara’da, İzmir’de, Diyarbakır’da, doğudan batıya, kuzeyden güneye cennet vatanın her stadında birilerine birşeyler atabilirsiniz. Artık ne atacağınız sizin yaratıcılığınıza ve hayal gücünüzün derinliğine bağlı.

Logar kapağı gördük, rakı şişesi gördük, adam atıldığını gördük. Cep telefonu, kol saati, davul sopası, koltuk, bozuk para, ayakkabı teki, ayakkabının öbür teki ise artık “yabancı” değil “bizden biri” maddeler sınıfında…

Dün geceden beri makalelere, haberlere göz gezdiriyorum, Volkan Demirel’in başına gelen (Allah’a şükür gelmeyen) olay tek tük satırlarda dolanıyor. Sanki ayıp olmasın diye üzerinde durulmamış. Öyle bir hava var. Tepkili olanlar ise ikiye ayrılmış durumda; olgun “iyi ki gelmedi”ciler ve kızgın “ya gelseydi”ciler. Aynı; daha önceki atma vakalarında olduğu gibi 2-3 gün sonra unutacağımız tartışmalar, atışmalar.

Bir adım öteye taşısak şu tartışmayı işin vahametini kavramaya yaklaşacağız aslında. Çenemiz yerine gelin biraz beynimize jimnastik yaptıralım. Düşünün ki; dün gece tribünlerden gelen bıçak Volkan Demirel’e isabet etti. YGS sınavındaki kadar iç karartıcı şıklar var önümüzde: Öldürebilir, felç edebilir, spor hayatını bitirecek şekilde bir uzvuna / organına zarar verebilir…  

Oyuncu hastahanede yatarken muhtemelen suçlu (hemen!) yakalanacak ve ağır bir ceza alacaktı. Hatta belki örnek olması açısından hakim tokmağını ceza hukukundaki en yüksek limitten vuracaktı. 

Peki neden bunlar olmuyor? O futbolsevmez isabet ettiremediği için mi? Kan çıkmadığı için mi? 

Statların zemin etüdü için “bilimsel” açıklamalar yapan, yayıncı kuruluşun (muhtemel) zararı ve reytingini sahiplenen, 1 kereliğine şike affı, gerekirse 5 yıl Avrupa’ya gitmeme konusunda topa girmekten çekinmeyen siyasetçiler ve kulüp yöneticileri bu konularda pek bir sessiz. Volkan’a atılan bıçak futbolun marka değerine –daha doğrusu ticari değerine- değmediği için olsa gerek.

Dün gece değmeyen o bıçak, yarın mutlaka değecektir. Eminim o zaman konuşacaklar. O zaman da konuşmaya değer bir şey kalmayacak.

“Günümüzde insanlar herşeyin fiyatını biliyor, hiçbirşeyin değerini bilmiyor.” Bu sözü 140 sene önce sarfetmiş Oscar Wilde. Şimdi yaşasa aklını kaçırırdı. Fiyatı olan herşeyin değerli olduğu, insan hayatının ise değerinin olmadığı zamanlardayız. Bıçak sırtında yaşıyoruz.

Yakup Sabri İNANKUR

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...