18 Aralık 2010 Cumartesi
Bir Beşiktaş-D.Kiev yorumu
14 Aralık 2010 Salı
Hamamda Eşcinsellik Olmaz!
10 Aralık 2010 Cuma
Absolutely Rapes Him!
9 Aralık 2010 Perşembe
Teknik Direktörleri Kim Gönderiyor?
8 Aralık 2010 Çarşamba
Fiorentina 1992-93
O sezon ki kadroda dikkat çeken isimler var; Daniele Carnasciali, Massimo Orlando, Stefan Effenberg, Brian Laudrup, Fabrizio Di Mauro, Francesco Baiano ve Gabriel Omar Batistuta.
Zaten bu kadro o sezon İtalya Kupası'nda final oynamıştı. Olimpico'da 4-0 geriye düştüğü ilk maçta 79 ve 82. dakikalarda attığı 2 golle, Artemio Franchi'ye umutlu dönmüştü. Ancak 1-1 biten ikinci maç sonrası kupanın Roma'nın olmuştu.
Ancak asıl hayalkırıklığı ligde yaşandı. Fiorentina o sezon küme düştü. Aslında ligin ilk yarısında hiç de kötü sonuçlar almamış. Juventus'u Roma'yı yenmiş, Parma ve Inter deplasmanlarında 1 puanla dönmüş, Ancona karşısında 7-1 lik flaş bir galibiyet var. Peki neden düştü Mor Menekşeler?
Vittorio Cecchi Gori, Bizim 3 büyük başkanın kesişim kümesi gibi bir "futbol adamı". Zaten bildiğimiz üzere hikaye Fiori'nin iflas etmesi ve 3. kümeye sürülmesi ile hazin bir şekilde bitti. 1992-93 sezonunda ise 14. haftada Atalanta Fiorentina'yı 1-0 yenince (ki bu maçtan 2 hafta önce Juventus'u yenmiş, 1 hafta önce de Parma deplasmanında 1 puanla dönmüş bir takım var, ha unutmadan takım 6. sırada bu esnada), Başkan Cecchi Gori, Luigi Radice'nin yerine, Aldo Algroppi'yi getiriyor. Algroppi 6 hafta takımın başında kalabiliyor, 21. hafta Fiorentina'nın yeni teknik direktörleri Luciano Chiarugi-Giancarlo Antognoni ikilisi.
Böylece son haftaya Fiorentina düşme potasında giriyor ve son maçlar tamamlandığında sadece 1 gol averajla düşüyor. Trajik olan bu 1 gol farktan ziyade son maçta olanlar. Fiorentina, Foggia'yı 6-2 yenmiş. 4 gol fark var. Yediği 2 golün dakikaları 83 ve 85. Bu sırada Fiorentina ile birlikte düşmeme mücadelesi veren Udinese Roma ile 1-1 berabere kalıyor. Roma'nın yıldızı Carnevale'nin attığı (Fiorililere göre) buz gibi gol verilmeyince, son 10 dakikada yaşanan olaylar dizisi küme düşürüyor Fiorentina'yı.
6 Aralık 2010 Pazartesi
Beşiktaş'ı Kimler Destekler?
Ellerindeki “All of us are Mustafa Kemal Atatürk” pankartlarıyla tek tek dünyaya, tüm tribünü kaplayan “Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez” bayrağıyla bütün olarak, içeridekilere meydan okurlar.
Ve bu heyecan, bu coşku sizin de yüreğinize bir zaman akmış olabilir. Beşiktaşlı olmasanız da Liverpool maçında Atatürk olmuş olabilirsiniz, atılan goller de anılan şehitler sizi de duygulandırmış olabilir. Nükleer Santrallere siz de karşı olabilirsiniz ve dünya, terbiyesiz kalemlerden çıkan çamurlu karikatürleri tartışırken o tribünlerde “Muhtaç Olunan, Özlemi Duyulan” yazısını gördüğünüzde son peygamberi anmış olabilirsiniz, belki inanmamanıza rağmen...
Belki Diyarbakırspolulara siz de çiçek verdiniz, istememenize rağmen.
Belki Rıdvan’ı, Feyyaz’ı, Müjdat’ı, Rıza’yı aynı kareye koyup saygıyla eğildiniz, anlamayacaklarını bilmenize rağmen.
Belki Muhsin Ertuğruldunuz, hiç tiyatroya gitmemenize rağmen.
Ya da belki Türkan Saylandınız, görmemenize (gösterilmemesine) rağmen.
Michael Jackson oldunuz, Bülent Ecevit oldunuz, Eto’o oldunuz...Tanımadınız, hazzetmediniz, umursamadınız ama mutlaka hayatınızın bir döneminde oldunuz.
“Ermeni köpekler Beşiktaş’ı destekler” çığlıklarınız ne Ermenileri küçük düşürdü, ne de Beşiktaşlılığı aşağıladı. Küçük düşürdüğünüz kendinizdi, aşağıladığınız kişiliğiniz.
Beşiktaş yönetiminin olumlu –ve doğru- bir adım atarak kapılarını açmasının karşılığı bu olmamalıydı.
Ligimizde futbol oynamaya çalışan 4 takımdan ikisi böyle bir ortamda her zaman yaptıkları işi yapmaya çalışarak alkışı hakettiler. Ancak aradaki farkı daha çok isteyen belirledi. Top Bursaspor fileleri ile buluşmadan 1 dakika önce atılan uzun topu kapan Ersan Gülüm ileri çıktı. 20 metrelik depardan sonra araya oynamak istedi top Bursasporlu savunma oyuncusu tarafından kesildi, biraz ayağından açıldı, Ersan gitti pres yaptı, Bursasporlu oyuncu topu sol tarafındaki arkadaşına aktardı. Ersan oraya koştu kayarak müdahale de bulundu. Top başka bir Bursasporlu’nun önünde kaldı. O pasını arkadaşına aktarmaya çalıştı. Pası alan Bursasporlu’ya Aurelio pres yaptı, Aurelio rakibini bozmasına rağmen top rakibinin önünde kaldı. Aurelio vücudunu topa doğru atarak rakibinden önce topa müdahale etti, top Hilbert’e geldi. Bu sırada Holosko ceza sahasının içine koşuya başladı, Hilbert bekletmeden topu Holosko’nun koşu yoluna attı. Holosko vurulacak en mantıklı yere vurdu.
Golden önce tam 4 kez kaptırdığı topu, yeniden kazandı Beşiktaş. Schuster’in maçtan sonra “siyah-beyaz bir kalple oynadık” açıklaması da bunu işaret ediyordu. Beşiktaş dün camia olarak hazırdı ve rakibinden daha çok istiyordu. 1 hafta içinde Galatasaray ve CSKA’nın ardından güçlü Bursa’yı da bu kadar eksikle deviren bir takım varsa sahada henüz 5. ayını henüz dolduran teknik direktörün başarılı olduğu da açıktır. Bu geçici dönemin ardından sakatların dönmesi ve ara transferde yapılacak 2 nokta takviye ile, oyunu önde kuran ve topu ayağında tutan Schuster felsefeli Beşiktaş, mücadele ettiği tüm kupalarda cemreleri teker teker görecektir, nisan yağmurlarını da umarak...
Ülkesini en çok seven işini en iyi, en yürekten yapandır.
Dün de taraftarları, futbolcuları, işini daha iyi, daha yürekten yapan Beşiktaş, maçı kazandı.
5 Aralık 2010 Pazar
Şampiyon Malmö!
3 Aralık 2010 Cuma
2 Aralık 2010 Perşembe
Neden İtalya'da Grev Var?
Neden İtalya'da Grev Var?
Ya da bizde neden yok?
Aslında İtalya'da futbolcuların grev kararı nedeniyle maçların oynanmaması daha önce sadece bir kez 17 Mart 1996'da yaşanmıştı. O tarihte de toplu sözleşme konusundaki anlaşmazlık, oyuncuların grev kararıyla sonuçlanmıştı.
İtalya'da da aynı bizde olduğu gibi Kulüpler Birliği mevcut. Bunun yanısıra bir de Serie A'da top koşturan futbolcuların oluşturduğu Futbolcular Birliği (AIC) var. AIC bir çeşit sendika gibi. AIC kulüplerden şunları istiyor:
-Sözleşmelerden "Takımda istenmeyen oyuncunun takımla antrenmana çıkmaması" maddesinin çıkartılması
-Oyuncunun istemediği bir takıma transfer edilmesi veya gönderilmesi konusu. Kısaca oyuncunun rızasının olmadığı transferin gerçekleşmemesi
-Kulüpler Birliği, teknik direktörün oyuncuları farklı gruplara ayırmasının, buna göre çalıştırmasının doğal bir hak olduğunu savunuyor. Buna itiraz eden AIC ise oyuncular arasında hiçbir surette ayrıma gidilmemesini, antrenmanların beraberce yapılmasını istiyor.
-Kulüpler Birliği, bir oyuncuya aynı düzeydeki bir kulüpten teklif geldiğinde ve kendisine aynı maaş garanti edildiğinde futbolcunun transfere itiraz hakkının olmaması gerektiğini savunuyor. AİC ise oyuncular açısından zorunlu transferin kabul edilebilir bir şey olmadığını belirtiyor.
-Oyuncuların kadro dışı bırakılmaları konusunda daha üst bir kurumun karar mercii olması
Yukarıdaki maddelerden, kim haklı kim haksız sorusunun cevabı büyük bir netlik kazanmaz. AIC, antremanlarda ayrım yapılmamasını, antremanların beraberce yapılmasını istiyor. Haklılar; böylece sadece hoca, ya da başkan gibi "futbolcu üstlerinin" kişisel nedenlerle oyuncuyu takımdan soğutması ve göndermesinin önüne geçilmeye çalışıyor. Diğer taraftan her oyuncunun her özelliği aynı olmadığı için, standart bir teknik direktörün, oyuncunun eksikliğine göre, kimine hız-çabukluk, kimine taktiksel, kimine de özel görevler vereceği antremanlar olması da gayet doğaldır.
Dolayısıyla burada sorguladığım safi hakkın kendisidir. Hak aramadır. Bizde, yukarıda sıralanan madde konuları çok mu adil ki sorgulanmıyor? Ya da oyuncuların şartları İtalya'dan çok mu üstün de oyuncuların böyle bir birliği yok?
2-3 ay önce, İngiltere'de 3,290 sterlin olan yüksek öğrenim harçları, 2012'den itibaren yıllık 9 bin sterline kadar yükseltilecek haberinden sonra İngilizler sokaklara döküldü. Son 1 ayda 3 büyük gösteri yapıldı.
Biz, öğrenci harçlarının, eğitim hakkının, öğretmen atama(ma)larının, Tekel İşçileri’nin, Tuzla Tershanesi’nin, günlük çalışma saatlerinin çok daha fazlasını mesaisiz çalışanların durumu için en son ne zaman kıpırdadık? Ne kadar kıpırdadık? Ne kadar kıpırdamamıza izin verildi?
Futbolun dışına taşırmadan konuyu bağlayalım. Hani bazen diyoruz ya “hakem golümüzü yedi, penaltımızı vermedi, ofsayttı o”. Kendi takımının lehine olan hataları bile bile kazanılan zaferlere makyavelist kahkahalar atanların, sistem aleyhine döndüğünde akıttığı gözyaşları timsahları kıskandırır, ancak...
Kısaca bir ülkede ne kadar adalet varsa, futbolunda da o kadar adalet vardır. AIC ya da kulüpler değildir önemli olan. Önemli olan hakkını aramadır, iki taraf için de.
Ve hakkını aramak ağlamak değildir, aptallaşmayı red etmektir.
30 Kasım 2010 Salı
ALTIN YAPI
İşte bu basitlik, Barcelona’nın “oyun hilesi” kodu Messi’nin neden Arjantin Milli Takımı versiyonunda çalışmadığını gösterir. Barcelonadaki fark Shankly’nin basit açıklamasının ilk tanımında ortaya çıkıyor. Top Messi’ye gelirken ve Messi topu kontrol ederken, O’nun çevresindeki Xavi, Iniesta, Pedro, Villa, Busquets (duruma göre Maxwell ve Alves) hareketlerine çoktan başlamış oluyor. Bu hareketlerin mantığı ise Shankly’nin ikinci tanımı “pas alabilecek uygun konuma gelmek” amacında yatıyor. Bu amaçla; boşa çıkmak amacıyla, Messi’nin “pas alanındaki” 5 kişi, ileriye, çapraza, sağa, sola (rastgele değil!) dağılmaya başlıyor. Bu dağılımdan yarım saniye sonra rakip stoperler ve bekler buna “cevap vermeye” başlıyor. Kaçanlara “yakın durma” iç güdüsüyle rakip savunma çizgisinde oluşan bozulmalar Messi’ye boşluklar açıyor, Messi tereddütsüz bu boşlukları katediyor. Tam bu anda rakip savunma Messi’ye doğru (Messi’nin üzerine) daralıyor. Bu durumda hızını almış Messi ya şık çalımlar atıyor ya da savunmanın “unuttuğu” pas almaya uygun konuma gelmiş Barça 5 lisine uygun pası veriyor. Bu pas trafiğini başlatan orkestra şefleri tabi ki Xavi-Iniesta (buraya daha sonra değineceğiz)
Arjantin Milli Takımda ise, hücum şu şekilde oluyor; “Topu Messi’ye ver ve O birşey yapsın” Sadece Tevez, Messi’nin önünü açacak girişimlerde bulunuyor ki bu da yetmiyor.
Peki rakipler ne yapacak? El Clasico’dan çıkan sonuç aslında Real Madridliler kadar (olmasa da), Şampiyonlar Ligi’ni kazanma hesapları yapan Manchester United, Chelsea, Milan, Inter gibi takımlar için de üzücü oldu. Barcelona’yı kim yenecek? Nasıl yenecek?
Dün gece Real Madrid önde basmaya çalıştı, arkasına atılan toplarla gol yedi, arkada bekledi topla oynama oranı %80’ %20 oldu. Savunmayı daralttı, kanattan geldiler, savunmayı genişletti, içeriye katettiler. Bütün bunlar olurken Real Madrid takımının ayağına değen top sayısı Xavi’nin topla buluşmasından azdı!
O halde Mourinho daha önce Chelsea’de zor anlar yaşattığı, Inter’de ise geçtiği Barcelona’ya karşı neden -kendisi kabul etmese de- böyle bir hezimet yaşadı?
Bu sorunun cevabı o maçlarda oynattığı futbol. Barcelona sihrinin kaynağı Xavi-Iniesta. Eğer bu ikilinin iletişimi kesilirse Barcelona’da gözle görülür bir güç kaybı oluyor. Geçen sezon Şampiyonlar Ligi yarı final maçlarında Motta, Cambiasso ve Zanetti üçlüsüyle Xavi ve Iniesta’yı birbirinden uzaklaştırmıştı Mourinho. Hatta Nou Camp’daki rövanş maçının henüz 30. dakikasında Motta atıldığında bile bazen Eto’o, bazen Milito orta sahadaki bu “bozuculuk” oyununda rollerini eksiksiz yerine getirmişti. Dün gece ise böyle bir görevi yapacak sadece Khedira vardı sahada. Oyun kurucu Xabi Alonso pres altında boğulurken, Mesut’a top gelmedi. Real Madrid topları kullanamadı, dönen toplar Barcelona’da kaldı ve paslaşmalar başladı.
Bütün bu taktiksel yorumların dışında, kendi ülkelerinde ve/veya uluslararası arenada belli bir “dönemi” domine eden tüm takımlarda takımın hem sayısal hem de etkisel çoğunluğunu altyapı çıkışlı oyuncuların oluşturduğu görülmüştür. Dün gece ilk 11’inde altyapısından 8 oyuncu bulunan, yaptığı 3 oyuncu değişikliğinin 2’si yine altyapı ürünü olan Barcelona, petrol milyarderlerinin, Arap Şeyhlerinin cirit attığı bu dönemde dahi, bu gerçeğin temelinde bu felsefenin yattığının hikayesidir.
26 Kasım 2010 Cuma
KÜSTAH SCHUSTER!
Şu meşhur Schuster'in 1960lar muhabbettinde öyle güzel bir noktaya dikkat çekmiş ki, Schuster haklı mı haksız mı önemsiz kalıyor.
Bu konuda hakkında 2 büyük futbol adamımız eleştiri buyurmuşlar;
Ahmet Çakar:“Schuster inanılmaz küstah bir insan. Çok da cahil. Onu bir psikanalist, hatta seksüel psikanalist incelemeli. Bence Almanlığından da utanıyor. Yoksa neden kendi dilinde konuşmak yerine İspanyolca konuşsun ki? Buradan Beşiktaş yöneticilerine sesleniyorum. Schuster’i bir gün nasıl olsa kovacaksınız. Şimdi kovun. Takımı Rijkaard gibi enkaza çevirmeden yollarınızı ayırın” Erman Toroğlu:“1960’ları nereden biliyormuş Schuster? Ana rahmine kamera mı çektirmiş?”
Hakikaten küstah adammış Schuster. Nasıl bir toplum olduğumuzu bir cümle ile yüzümüze vurdu.
25 Kasım 2010 Perşembe
Türk Futbolu'nun Değeri Nedir?
Başkent’e 200 km uzaklıkta şirin bir şehrin aslında köklü ama Avrupa arenasında tecrübesiz futbol takımı için Şampiyonlar Ligi’nde olmak bile başlı başına bir başarı aslında. Takımın teknik kadro ve futbolcularının toplam değeri yaklaşık 6,5 milyon avro civarında. Nitekim 5 maç sonunda attıkları gol sayısı 2, yedikleri gol sayısı 17. Şu ana kadar henüz puan alamadılar. Yine de MSK Zilina, özellikle son yıllarda atılım yapan Slovak Futbolu’nun yüz akı.
Zilina’ya benzer bir performansı geçen sezon Debrecen’de görmüştük. Tecrübesiz Macar ekibi Şampiyonlar Ligi macerasına 0 puanla veda ederken, attığı 5 gole karşılık, 19 gol yemişti. Aynı sezon İsrail ekibi M.Haifa da A Grubundaki macerasını puansız tamamlarken, defansif futbol anlayışı ile 8 gol yemiş, ancak hiç gol atamamıştı.
İsrail, Slovakya ve Macaristan Futbolu’nun dünyadaki yeri zaten belli. Asıl soru şu; Türk Futbolu ve şampiyon Bursaspor beklentileri ne kadar karşılıyor? Schuster’in dediği gibi futbolumuz köhne mi ya da Bursaspor’u tecrübesizlik sıfatı altında değerlendirip mevcut durumu normalleştirmeli miyiz?
Geçtiğimiz sezon Bursaspor şampiyonluğu son maçta kazanırken 3 büyüklere yöneltilen en büyük eleştiri konusu, aralarındaki “değer” farkına rağmen başarısız oldukları içerikliydi. Toplam değerleri 130-150 milyon avro arasında olan 3 büyüklere karşın 35 milyon avroluk Bursa şampiyon olmuştu. Sürekli olarak ligimizin marka değerinden bahsedilen bir ortamdayız. Hakikaten rakamlar Spor Toto Süper Ligi’nin Avrupa’nın en değerli 6. ligi olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda konuya bu “değer yaklaşımı” açısından bakalım.
Şampiyon Bursaspor’un bu sene kurduğu kadronun değeri 50-55 milyon avro arasında. Şampiyonlar Ligi’nde bu değere yakın diğer takımlar ve değerleri şöyle:
Twente:60 milyon avro
Braga:55 milyon avro
Auxerre:60 milyon avro
Rangers:60 milyon avro.
Bu takımlar arasında en şanssız kurayı çekerek Real Madrid, Milan ve Ajax ile aynı grupta bulunan Fransız Auxerre’in 5 maç sonunda 3 puanı var. Attığı gol 3 yediği gol 8. Portekiz temsilcisi Braga’nın attığı 5 gole karşılık yediği 9 gol var. Ancak topladığı 9 puan ile Avrupa Ligi’ni çoktan garantilemiş durumda olan Braga, eğer son hafta S.Donetsk deplasmanında kazanırsa, Arsenal’in durumuna göre 2. tura bile çıkma şansına sahip. Twente ise A grubunda şuana kadar 5 puan toplamış durumda eğer son maçta kaybetmezse Avrupa Ligi’ne kesin olarak gidiyor. Rangers ise temsilcimiz Bursaspor ile aynı grupta. 5 puana sahip İskoç temsilcisi Avrupa Ligi’nde yoluna devam edecek.
Öte yandan değer tablosunda yukarıdaki takımlardan daha aşağı sırada bulunan takımların durumu da dikkat çekici 38 milyon avroluk Basel 6 puanda, gruptan çıkma veya Avrupa Ligi şansı var. 35 milyonluk Cluj, 3 puanda ve Avrupa Ligi şansını son maça taşıdı. 38 milyon avro değerinde olan Danimarka temsilcisi Kopenhag ise grubunda 7 puanla 2. sırada ve Barcelona’nın alacağı sonuca göre gruptan çıkmak için kazanması bile gerekmeyebilir!
Bu durumu 2 şekilde yorumlayabiliriz. Ya ligimiz, takımlarımız, futbolumuz hakettiği ve/veya olduğu seviyenin çok üzerinde “işlem görüyor”. Ya da tecrübe “hesaplanmayan” çok değerli bir faktör. İki durum da aynı anda doğru olabilir. Şunu da eklemek lazım; ligimizin durumu da değer tablosuna ters bir görüntü sergiliyor. Üçte birini geride bıraktığımız ligimizde, Trabzonspor, Bursaspor, Kayserispor ve İstanbul Büyükşehir Belediye’nin kendi değerlerinin çok üstünde olan Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe’yi sıralamada altına alması gibi “garip” bir durum var ortada. 3 büyükler için ligimizde tecrübe “baskın” bir faktör olamayacağı için 3 büyük kulübün futbolcularına değerinden çok fazla para ödendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Herşeyden önce Zico, Löw, Del Bosque, Gerets, Schuster, Rijkaard, Aragones gibi dünya çapında futbol adamlarının futbolumuzla ilgili eleştirilerine hakaret etiketini yapıştırıp arşiv odasına atmak yerine anlamaya çalışır ve değerinin çok üzerinde transferleri, menajer oyunlarını ve yönetenleri sorgularsak, futbolumuz eminim kısa sürede altın yıllarını yaşadığı 2000li yıllara dönecektir.
Zira 6.5 milyonluk Zilina ile 55 milyonluk Bursa paralel bir performans gösteriyorsa, “tecrübesizlik” sığınılabilse de, sürekli konaklanacak bir liman olarak kalmamalı. Aradaki 49 milyonun hakkı için tartışmalıyız.
http://www.macadogru.com/news.php?news_id=3229
24 Kasım 2010 Çarşamba
ANELKA KAÇIRMADI, VAN DER SAR KURTARDI!
11 Kasım 2010 Perşembe
Kocaman Devrimden Beyaz Mektuplar
Daum’un Fenerbahçeli’nin kalbinde açtığı yaralara, beyninde oluşturduğu travmalara, taraftarın %80’in yazdığı reçetede geçen en kuvvetli ilacın ismi Azizsilin değil, Aykut Kocamandı.
Aykut futbolculuk döneminde 103 gollü Fenerbahçe´nin gol kralıydı. Veselinoviç´in Fenerbahçesi orta sahada topu oyalamayan, Rıdvan´ın, Aykut´un ve Turhan´ın koşu yoluna Oğuz milimetrik ölçümleriyle olabildiğince çabuk topu gönderen ve keyfine bakan bir şablona sahipti. Aykut´un düşünce yapısının temelleri burada atıldı. Bu yapıyı Jaba, Tita gibi oyuncularla, başında olduğu her takıma bütçesi oranınca işlemeye çalıştı. Fenerbahçe’nin başına geçtiğinden beri de aynı felsefe ile ilerlemeye devam ediyor. Niang, Stoch ve Dia bu mantık içerisinde Aykut’un ısrarlı isteği ile transfer edildi. Özellikle Niang için ciddi bir savaş verildi.
Öncelikle ilk düşünce devrimi burada başladı. Alışık olunan Fenerbahçe’nin parlatılmış, Güney Amerikalı ekseninin bol Figerli transferleri ve “forma satışı” sıfatlı renkli kumaşın altında sezon sonunu ummaktı. Ancak Aykut, futbolun, her daim liderlik payesine yaklaştırdığı, layık gördüğü Hollanda ve Fransa’ya teslim etti Fenerbahçesini.
Şimdi ise devre arası yavaş yavaş ortalığı aydınlatmaya başlarken görünen o ki, rotasını batan Brezilya güneşine değil İtalya, Fransa, Hollanda ufuklarına çevirdiği en kıymetli gemisinde çalışacak yeni tayfalar peşinde Aykut. Eğer istediklerini alabilirse, istediklerini gönderirse, bu kez rota, şampiyonluk denen en zengin, en fiyakalı limana doğru otomatik bir dönüş yaşayacaktır. O limana en erken varabilmek mümkün olmasa bile bir sonraki yolculuğa daha umutlu ve daha güçlü başlayacağını şimdiden söylerim. Kupada Ankaragücü mağlubiyeti bu yolculuğun olmazsa olmazı, fırtınalarıdır, gelir ve geçer.
Aykut takımını kurduktan sonra ancak o zaman benimseteceği futbol sistemini de daha net analiz edebileceğiz. Şimdilik heyecanla takip ettiğimiz konu, Aykut’un devirdiği hanedanlığın geldiği gibi giderek cumhuriyetin sınırlarından çıkmasıdır.
Mürekkep kabı dolu olduğu ve elinden kalemi alınmadığı sürece Aykut Kocaman’ın, Fenerbahçe’nin beyaz geleceğine yazdığı mektuplara tarihi imzalar atacağına tüm kalbimle inanıyorum.
9 Kasım 2010 Salı
Yorumcusuz, Taraftarsız, İstikrarlı
Yılmaz Hoca’nın oyuncularına duyuramadığı sese Beşiktaş Tribünleri’nin talip olması, yine Yılmaz Hoca’nın oyuna girmeye hazırlanan Quaresma’ya başarılar dilemesi ve Beşiktaş Tribünleri’nin “Efsane” tezahüratları, aslında futbolun, 70 dakika boyunca sıkıcı olmayı kendine görev edinmiş maça olan isyanıydı.
Haftalardır savunma çizgisini önde kurduğu için futbol ulemalarının zehirli oklarının arasında yol bulmaya çalışan Schuster bu kez o meşhur çizgiyi geriye çekti. Acaba Quaresma’nın arkasına seken topa kimsenin basmamasına olan isyanını gördü mü aynı okçular? Çünkü savunma ve hücum hattı arasında oluşan 50 metrelik mesafe, rotasyonun uğra(ya)madığı Guti ve Ernst’in nefesini tüketirken arkaya sarkacak o toplara basacak fizik ve konsantrasyon eksikliği de gayet normal bir hal aldı. O toplara basan olmazsa isyankar Quaresma, golcü Bobo ve tanımlayacak bir sıfat bulmakta zorlandığım Nihat hücumda topa sahip olamaz. Topa sahip olamazlarsa ya ileride kaybolur ya da orta saha çizgisine inerler. İki durumda da Beşiktaş’ın hücum etkinliği azalır.
Beşiktaş son 10 yılda, şampiyon olduğu yıllarda dahil, savunma felsefesini benimseyen bir futbol ile öne çıktı. Ancak bu sezon Schuster ile beraber felsefini, yani kafa yapısını değiştirmenin ilk adımlarını atmaya başladı. Hücum felsefesi sadece futbolcunun değil, takımın, yönetimin, camianın, taraftarın benimsemesini gerektirdiği bir felsefedir. Schuster in kazandırmaya çalıştığı şey 4-2-5-3-1-2 gibi tahtaya yazılıp edinilecek şeyler değildir. Schuster bir mentaliteyi öncelikle bu futbolcuların kafasına sokmaya çalışıyor. Hücum ederken savunmayı düşünebilen, savunmadayken hücumda “ne yapmalıyım”ın planlarını daha 2-3 hamle önceden kafasında yaşatabilen oyuncular yaratmaya çalışıyor. İşte tam da bu nedenle; kendi alışkanlıklarını değiştirmeye, sigarayı bırakmaya, sınavın son günü sabahlamak yerine günlük çalışmaya kendine söz verdiği halde bile bunları yapmaya gocunan insanoğlunun, 25 kişilik değişik yapıda, düşüncede ve görüşte insanların kafa yapısının 2-3 ayda değişememesinin normal bir durum olduğunu anlayabilmesi acaba neden bu kadar zordur?
Bugün Joachim Löw Fenerbahçe ile 15. yılına girse ne kaybederdi Fenerbahçe ve Türk Futbolu? Şenol Güneş bugün 4. dönemi yerine 15 yıldır Trabzon’un başında olsa ne kaybederdi Trabzonspor? Ya da 6 yılda sadece 1 şampiyonluk çıkarabilen Beşiktaş bu 6 yılda sadece Del Bosque ile çalışsa “en az” 1 şampiyonluk göremez miydi zaten? Bugün toparlanmış gibi gözüken Galatasaray, yarın futbolcuların keyfinin kahyası gittiğinde Hagi yerine kimbilir kime darağacı hazırlayacak, 2000 ruhu naralarıyla...
Ligimizin en istikrarlı takımının ve teknik direktörünün; taraftarı olmayan, yorumcusu olmayan hatta dominat bir başkana sahip olmayan İstanbul Büyükşehir Belediye olması bu yüzden tesadüf değildir. Futbol taraftarla güzeldir, yorumlamayla, tartışmayla güzeldir elbet ama ülkemizde maalesef bu unsurlar futbola ters etki ediyor.
http://www.macadogru.com/news.php?news_id=2799
5 Kasım 2010 Cuma
YENİ 'VATAN HAİNLERİ' GELİYOR!
Lobilerin taşıdığı, vatan-millet gazlarının doldurduğu kovalar, bizim değirmenleri artık döndüremezken, Don Kişot rolüne soyunan Hamit’e teşekkür ediyor, aynı başarıyı Belçika’ya ve Avusturya’ya karşı göstermesi temennisi ile kardeş Azerbaycan’ı tebrik ediyorum. Hakan Baltasıyla, Volkanıyla, Nihatıyla, Özeriyle, Oğuz Çetiniyle bir türlü ulusa yayılamayan takımımızı bırakıp Almanya’nın genç ulusal takımlarına göz atalım.
Almanya U-17 Kadrosu;
Kaleciler: Odisseas Vlachodimos, Cedric Wilmes
Savunma: Kaan Ayhan, Koray Kacinoglu
Koray Günter, Nico Perrey, Cimo Röcker
Orta Saha: Levent Aycicek, Emre Can,Timo Cecen
Fabian Schnellhardt, Mitchell Weiser,Robin Yalcin
Forvet: Maximilian Arnold,Okan Aydin,Mirco Born
Nils Quaschner, Samed Yesil
18 kişilik kadronun 8’i Türkiye kökenli. Yani Almanya U-17 kadrosunun neredeyse yarısını 4-5 sene sonra “bizim çocuklar” diye sahipleneceğimiz oyuncular oluşturuyor. Yalnız, bu kez attığı gol(ler)e sevinecek bir nesil geliyor. hâlâ “vatan hainliği” sularında kulaç atanlar bata çıka önündeki koskoca sorunlar adasını görmekten aciz kalmaya devam etsin, Mesut gibi bu çocukların da doğduğu ve doyduğu yere hürmet ederek, taşıdıkları sorumluluğun hakkını vereceklerine eminim.
Hoş, biz hâlâ “Mesut gole sevindi mi?, yüzü üzgündü, aslında Alman mı?, yok Türk mü, hatta Kürt mü?” tartışma bulamaçlarını kaşıklıyoruz. Neden, nasıl sorularının etrafında dönüyor da dönüyor, mideleri bulandırıyoruz.
Belli lobilerin ve şahısların elinde yelkenlerinin rant rüzgarına göre ayarlandığı, bir geminin karaya oturması neden şaşırtıyor, neden üzüyor anlamış değilim. Yaklaşık 1 yıl sonra yapılacak genel seçimlerin çıkaracağı (tek ya da koalisyon farketmez) sonuçların sonrasında kılıfları değişecek koltukların ne kadar futbolun içinde olduğu, ne kadar futboldan anladığı, vizyonunun ne kadar geniş olduğu sorgulanmayacak. Kılıfçıların önceden topladıkları minarelere biçtikleri fiyat ise, ligimizin süper olduğunu kulaklarımıza katan gür sesli müezzinlerin çıktığı kariyer basamakları olacak. Belki ithal mallar gelecek, kaliteli, güvenilir etiketleriyle ışıl ışıl vitrine çıkacaklar ancak bir süre sonra Onlar da eyyam imparatorluğundaki rollerini değme aktörlere taş çıkaracak şekilde gözümüzün önünde icra edecekler. Bizlerin karnı lakırdıyla dolarken, yine ulusal takımımız için “herşey henüz bitmedi” olacak, “bir futbol ekolümüz yok” denecek, üst üste 2 turnuvaya gidilemeyecek. Dünya kulübü olma yolunda emin adımlar atan kulüplerimizin ise, futbolcularının asgari ücretin biraz üzerinde kazandığı öneleme takımlarından “talihsiz goller” yiyerek elenmesi, kulübün padişahlık görevini yürütenler için daha çok transfer daha çok (kendine) borçlanma anlamından başka bir şey ifade etmeyecek.
“Ligimizin marka değeri” tanımlaması ısrarla gözümüze sokuluyor. Gelgelelim maçlar Kung-Fu tekmeleri eşliğinde başlıyor, Aikido taklaları ile sona eriyor, kallavi yorumcular ise oyuncu sakatlıklarını aşırı sekse bağlıyorlar. Ödediğimiz para belli, aldığımız hizmet belli asıl “aşırı” cinsellik burada bence.
Konudan biraz uzaklaştık gibi görünse de aslında konunun tam içindeyiz. Anılarım De Toekomst* öğrencisi Mustafa Yücadağ’ın İzlanda deplasmanında direkte patlayan topu ile başlarken, 17 yaşında Bayern Münih’in ilk 11’inde harikalar yaratan Berkant Göktan, Premier League’de yıllarca pas dağıtan Muzzy İzzet, bir türlü ulusal takım’a harmanlayamadığımız Yıldıray Baştürk bir anda peşpeşe aklıma geliyor. Bu oyuncular, en iyi oynadıkları dönemde dahi mevkilerini, yetenekleri ve formları kendilerinin 2 gömlek altındaki oyunculara bıraktılar. Ulusal takımı evden, en iyi ihtimalle kulübeden izlediler. Bu durum, mevcudiyetini koruyarak bugüne kadar geldi. Özellikle son 5-6 senedir, yedek kulübesi ve revir arasında antreman fırsatı bulabilen isimlerin ısrarla ulusal takımın değişmezi olmasının “takım kimliği” kavramının içine sığdırılmaya çalışılması hem futbol, hem mantık dışıdır. Son 6 yılda 4 değişik hoca ile çalışmış bir takım var. 4 değişik hoca, 4 değişik mentalite demek. Ulusal takımda nasıl bir değişmez mentalite nasıl bir klasikleşmiş ekol var da kulüplerindeki pozisyonları tartışılan oyuncular rotasyona uğramıyor. Bunu hangi futbol kavramı açıklıyor? Sapına kadar sol bek Malik Fathi’nin “Türk olduğunu bilmiyorduk” diyen bir zihniyetin üzerine Berlin’de Sabri’yi sol bek oynatan zihniyet gelmiş olamaz. Bu bir tesadüf değildir. Yoksa siyasetin penceresinden el sallayanların (geçmişte, şimdi ya da gelecekte) takım seçimini etkilemediğini düşünememek gibi bir saflığın içinde mi olalım? Yoksa aynı isimlerin, ciğerlerinde gurbet havası olan oyuncuların aykırı nefeslerine karşı olmadığını düşünmemiz için sebepler mi arayalım? Bugün Veli Kavlak’ın Avusturya seçimini “Türkiye’yi seçenin adını duymuyoruz. Bunun dışındaki sebepleri ise konuşmaya gerek yok” dediği sebepleri nasıl düşünelim? Sinan Bolat’ın isyanını neye yoralım? Oyun kurucu Nuri Şahin’in Westfalen’de arz-ı endam ettiği futbol sanatına rağmen hâlâ ulusal takımda soru işaretleri sunan “önlibero” oynamasını nasıl anlatalım?
Eminim futbolseverlerin yüzde 90’ı yazının ana konusu 8 tane gencin Türkiye’ye gelmesi ve/veya ulusal takım tercihinin Türkiye olması halinde bu çocuklardan hiçbirşey olmayacağını düşünüyordur. Artık Onlar da bunu biliyor. Bunu bildikleri için zaten bize “Nein!” diyorlar. Vatan-millet-Sakarya şekerlemelerine de kanmıyorlar artık. Gerçekten Mesut Özilgillere ulusal takım forması giydirmek istiyorsak Onlara “gelecek” sunmalıyız. Bu insanlar futbolcu. Her futbolcu gibi Real Madrid gibi bir devin içinde parlamak, Dünya Kupası’nı kaldırmak istiyorlar ve onlara bu hayali gerçekleştirebilecek yolların, bu hayali verebilecek şartların peşinden koşuyorlar.
4 milyonluk nüfustan 1 tane Real Madrid virtüözü çıkıyorsa, 75 milyondan en az 18 tane çıkmasını gerektiren matematik bilimi, torpil çarklarının dişlilerine sıkışmış altyapı seçmelerinin kaç Mesut öğüttüğü problemi karşısında çaresiz kalıyor. 3 kuruşluk oyunculara ürik asit yarışması uğruna 10 kuruşu hak gören yöneticilerin bu konuya ilişkin planları, projeleri olduğunu düşünmüyorum.
Ancak seçim sizin sevgili futbolseverler, yazarlar, yöneticiler, Federasyon ve siyasiler. Dilerseniz bütün bunlara boşverebilir, Almanya, Avusturya, Belçika..v.s formalarıyla Türkiye’ye karşı oynayan, gol atan, asist yapan “bizim çocuklara” hain damgası yapıştırır geçer gidersiniz.
Nasıl olsa, 4 yıl sonra genç Almanya kadrosu bu kez işin sonuna kadar giderse “Dünya Kupası’na dokunan ilk Türk oyuncu” diye kendi kendimize pembe gözlükler takacağız. Futbolumuzun her anlamda siyahlaştığı bir ortamda gözümüze giren gerçeklerden nasıl kaçacağız, onu da “Luis Suarez de iyi topçuymuş” diyen gelecek dünya kupası yorumcularımıza bırakalım (mı?)
• De Toekomst: (Flemenkçe) “Gelecek, gelecekte” anlamında. AFC Ajax’ın altyapı akademisine verdiği isim.
4 Kasım 2010 Perşembe
Krasiçleştiremediğimiz Keitalar
Halbuki güzel oyundur futbol. “Yarın yine borçlarım olacak ama bu gece 90 dakika için kral benim” duygusu verir insana. Güzelliği bozan durumlar olduğunda ne krallık kalır ne de keyif.
İ.B.B’li Gökhan Süzen geçenlerde Beşiktaş Taraftarı’nı kastederek “Bizi sevmiyorlar” dedi. Halbuki aynı taraftar, aynı insanlar daha geçen hafta Portolu “dev” golcüyü selamladı, alkışladı. Demekki taraftar atanı seviyor, yatanı değil. 2 hafta önce Bologna ceza sahasına yatan Krasiç’e hakem penaltıyı layık görürken, İtalya Futbol Federasyonu aynı Krasiç’e en iyi aktör dalında 2 maç ceza verdi. Üstelik penaltı kaçmasına ve maç 0-0 bitmesine rağmen. Orada da yatanları sevmiyorlar. Avustralya’da daha geçen ay futbolcuyla federasyon mahkemelik oldular. Kulüp avukat tuttu, futbolcunun gerçekten düşürüldüğünü, kendini atmadığını ispatlamak için.
Futbolları XL olsun olmasın, Joga Bonito Federasyonları, saniye hatta saliseler içinde adalet dağıtmaya çalışanların omzundaki sorumluluk dağlarını traşlamak için çalışıyor. Kısa dönemde mağdur takım ve hakem için amorti havası esse de, uzun dönemde artist ve kasapları kapsayacak 3 aylık, 6 aylık ceza paketleri futbol katillerini saha dışına atmak için kalıcı bir yöntem olacaktır.
Peki 2 milyar liralık bir pazar payı barındıran ligimizin bu tarz bir yaptırımı var mı? Hergün çarşaf çarşaf gazetelerden, yüksek kalite görüntülerden gözümüze giren ligimizin marka değeri, futbolumuzun zenginliği sloganlarının en pırlanta isimleri Niang, Quaresma, Arda, Baroş, Guti nerede?
Futbolun içinde elbette savunma da vardır. Hatta maçı kazandıran en önemli etken savunmadır. Ancak savunmak ile kasaplık arasında Avrupa ile Asya kadar fark vardır. Yakın gözükse de kültürü farklıdır. 24 yıllık profesyonel kariyeri boyunca bir tek meslektaşını sakatlamamış Maldini’nin rakip forvet anlamadan topu almasındaki zerafet ya da Puyol’un kimseye zarar vermeden verdiği cansiperane savaş da futbol sanatının en güzel renkleridir. Bu nedenle arzum, Keitagilleri istenmeyen tüy kıvamına getirmek değil O’nu da futbolun güzelliği içerisine katmaktır.
Sivaslı Keita’nın ayak tabanı ile Guti’nin bileğinde başladığı yolculuğa utanmadan ve acımadan meslektaşının en değerli sermayesinde devam etmesi, sonrasında ise kendini yere atması futbolun katlidir. Hakemin görmemesi bu suçu değiştirir mi peki, ya da unutturur mu?
Krasiç ile Keita’nın hareketi ahlaki açıdan aynıdır. Rakibe illegal yollardan zarar vererek, futbol dışı davranışla, futbol içi avantaj sağlamak. Futbol açısından ise Keita’nın hareketi daha kötüdür. Vereceği fiziksel zarar meslektaşı için maddi, bizim gibi futbol dilencileri için ise manevi ligimiz için hem maddi, hem manevi zarardır.
Federasyonumuzun acilen bu tip konularda İtalya modeline geçmesi şarttır. Çünkü yorduğumuz bu kafalar futbolun güzelliği içinde dinlenebilmelidir.
Çünkü güzele dair ne varsa elimizde futbol adına yazmak istiyoruz.
Ve Macadogru.com’un yeni yüzüyle hepinize yeniden merhaba diyoruz.
http://www.macadogru.com/news.php?news_id=2646
28 Ekim 2010 Perşembe
27 Ekim 2010 Çarşamba
Tedavi Sancıları
Ama bazen rakiplerimizin forumlarında göz gezdiriyorum, hani şu sezon başında köy takımlarına elenen, bizim 2 kupamıza "biz yoktuk" diye ok atıp, geçen sene bizim olmadığımız ligde ve kupada becerip 1 kupa alamayan rakiplerimizin forumlarında. Hiç biri bizim kadar melankolik değil. Özellikle son 3-4 yılda bir "arabesklik" yerleşti Beşiktaş'a (bunun son yıllarda geç gelen şampiyonluklarla da ilgisi yok) ki aslında başlı başına bir konu bu ama uzatıp asıl konudan sapmayalım. Her fırsatta en zeki, en aklı başında topluluk diye övündüğüm Beşiktaş Taraftarı 90larda tanıdığım Fenerbahçe seyircisi kıvamında hareketlere, sözlere sapmaya başladı bu da ayrı bir konu.
Asıl konu şu;
6 yıl=5 Hoca=1 şampiyonluk.
Eminim 6 yıl sadece 1 hoca ile çalışsak, "en az" 1 şampiyonluğumuz olurdu. Buna emin olduğum kadar dün Nihat yerine Holosko oynasa "Holosko sana tahamülüm kalmadı" konusunun 90 sayfaya ulaşacağına eminim. Sakatlıktan henüz çıkmış Guti oynasa 60. dakikada tükeneceğinden ve "Onur neden oynamaz" denileceğinden eminim. Tabata-Delgado kıyaslamasının en az 3 konu başlığı altında daha yapılacağından da eminim. Yusuf ile başlasa "50 yaşına gelmiş, bu sezon hiç maça çıkmamış Yusuf neden oynar" denileceğinden de eminim.
Asıl durum şu, sene başında da yazdım bu sezon favori önce Trabzon sonra Bursa'dır. Bizim takımımız ne yazık ki yaratıcı oyuncu eksikliği çeken, pas özelliği kısıtlı olan oyunculardan kurulu ve eski oyuncularla hala başı ağrıyan yeni olmaya çalışan bir takım. Ancak Beşiktaş, 100. yılda dahil, savunma futbolu mentalitesiyle oynayan bir takımdı.
Hücum felsefesi takımın, yönetimin, camianın herkesin benimsemesini gerektirdiği bir felsefedir. Schuster in kazandırmaya çalıştığı şey 4-3-2-5-1-3 gibi tahtaya yazılıp edinilecek şeyler değildir. Schuster bir mantaliteyi öncelikle bu futbolcuların kafasına sokmaya çalışıyor. Hücum ederken savunmayı düşünebilen savunmadayken hücumda ne yapmalıyımın planlarını daha 2-3 hamle önceden kafasında yaşatabilen oyuncular yaratmaya çalışıyor. Ve bu o kadar zor birşey ki, elimizdeki oyuncuların yeterliliğini geçtim yeterli oyuncuların bile bir araya getirmesi çok uzun süreçler alabilecek bir taktik. Bu süreçten Barcelona da geçti, Real Madrid de geçti A.madrid de geçti Valencia da geçti ispanya da üst düzey takımların çoğu bu aşamaları yaşadı. Beşiktaş ta o sürecin içine girdi (Galatasaray 1996 da F.Terimle başladı ve uygun kadrolar ile yakaladı).
Schuster in istediği futbolu uygulayabilmek ve kalıcı olmasını sağlayabilmek için öncelikle çok ama çok sabırlı olmak, medyadaki ve camiadaki bazı örümcek kafalara prim vermemek gerekmektedir. Öncelikle de transferde ; zamanlama hatası yapmayan, geniş alanda oynamaya alışkın, alan savunmasını ezberlemiş, geniş alanda oynamayı becerebilen, mümkünse La Liga dan iki iyi stoper almalı. Galatasaray'ın UEFA'yı aldığı yıllarda Bülent, Popescu, Emre gibi az hata bile oynayan stoperleri ve onların önünde hücümu da, defansı da yapabilen ortasaha oyuncuları vardı. Bizim orta sahamız belki de daha iyi ama maalesef stoperlerimiz sadece adam markajında etkili olan, tuttukları adamlar yer değiştirince de en basit organizasyonlarda pozisyon veren adamlar. Ayrıca ; Üzülmez'den başka ters kademe bilen bek yok ama Hilbert her geçen gün ısınıyor, Rıdvan gelene kadar idare eder. Rıdvan; tam schuster in sisteminde yıldız olacak bir oyuncu,motorik özelliklere sahip bir bek.
Kısacası bu yıl hiç mızlanmadan ,sonuçlara bakmadan bu değişime sabretmeliyiz. Hocamız bu işi biliyor ve iki hokkabazın baskısı ile vazgeçecek çapsızlıkta da değil. Bazılarının dediği gibi "Rijkard " hiç değil.
Yeterki bizler ve yönetim arkasında dursun. Üstelik bu sistemi uygulamada belkide Avrupa da'ki en iyi 1-2 saha içi liderinden birisi de bizim takımımızda..
Değişim sancıları karnımızda dayanılmaz ağrılar yapıyorsa bunun nedeni doktor değildir. Daha önce yediğimiz hurmalardır. Öyle "2" hapla da geçecek bir ağrı olmadığı gibi 9 yerimizde de tahmin edilenin dışında başka hastalıklar çıktı. Bunlar da olabilir.
Milne'nin tedavisi 3 sene, Sir Alex'in tedavisi 6 sene sürdü.
Bizim kaç ay tahammülümüz olmalı?
Not: İtalik yazı ile yazılan sözler besiktasforum.net'ten İrfan Bey'e aittir.
25 Ekim 2010 Pazartesi
Bağımsız Fenerbahçe:0, Bağımlı Galatasaray:0, Kazanan Fenerbahçe
Fenerbahçe maçı ne olur?
“Bunu oyunculara sorun” Frank Rijkaard, Galatasaray eski Teknik Direktörü
Futbolcuya dayalı düzeni en güzel ve kibar şekliyle yüzümüze vurup gitti Hollandalı. Derbilerimizin ya da futbolumuzun çapının başına böbürlene böbürlene eklediğimiz “dünya” teknik direktör, sistem, altyapı gibi konularda istikrar sahibi olanların önderliğinde ilerlerken, ülke futbolumuz istikrarı başkan ve futbolcuya dayalı düzen konusunda arıyor. Beni şaşırtan durum ise Galatasaray Futbol Takımı'na bu düzeni en sağlam çivilerle tutturanların bizzat Galatasaray Taraftarı tarafından kurtarıcılığa aday gösterilmesi. Fenerbahçe Brezilyalılardan kurtulma yolunda hızla ilerlerken, Galatasaray’ın aynı oranda mevcut yapıyı koruduğu ortadayken bu maçın sonucu ya da sezonun sonucu çok da önemli değil. Daha 6 gün önce ayağı topa gitmeyenlerin, Fenerbahçe önündeki cansiperane savunması “derbi motivasyonu” kavramının içinde eritilemez. Lucescu’nun korkak, Feldkamp’ın bunak, Gerets’in fazla atak olduğu için gitmesini gerektiren değirmen, öğüttüklerini taraftar, yazar, yönetim fırınına göndererek krallığını çoktan ilan etmiş oyunculara yeni ekmekler sunacaktır. İstikrar Hagi ve halefleri ile devam edecektir. Adnan Polat’ın 3 yıl önce başlattığı devrim denemesi şu an için karavana gözüküyor.
Devrimciliğin diğer yakasında ise Aykut Kocaman önderliğinde taraftar-başkan-medya birliğini de gerçekleştirebilmiş bir Fenerbahçe var. Emre Belözoğlu, Mehmet Topuz ile İngiliz orta sahasına, Dia-Stoch-Niang ile Fransız hücum hattına sahip olarak Brezilya krallığından özerkliğini kazanabilmiş bu Fenerbahçe daha bir güzel sanki. Özer’in sakatlığı bağımsızlık bildirisi planlarında değişiklik yapar mı, ya da herşeye rağmen devrime devam edilir mi bunu lider Aykut Kocaman anlatacak. Belki o zaman sistem konusunda da daha net fikir sahibi olabileceğiz.
İstisnasız bütün takımlarımızda istikrar ya da sabır gibi kavramlar oturmuş değil. Ancak 5 büyük arasında oyuncuların etkin şekilde hoca gönderdiği, hatta transfere aktif olarak karıştığı en çok vuku bulan iki takımın maçı Rijkaard’ın başta yazılan cümleleriyle galibi ve mağlubu çoktan belirledi. Zaman devrimi gerçekleştirenin, sistemini oturtabilenin lehinde ilerler. Her ne kadar bugün için “başarılı” bir sonuç alan ve bu “beraberliği” kutlayanlar olsa da, kazanan bağımsız Fenerbahçe olmuştur.
22 Ekim 2010 Cuma
Edward Norton Halt Etmiş!
Kolları sıvamış bol taktik anlayışlı, eleştiri soslu bir yazıya hazırlanıyordum ki Porto’nun genç hocası Andre Villas Boas’ın açıklamasındaki tek bir cümlenin tüm paragraflara bedel olduğunu farkettim. Boas “Çok kaliteli oyuncularımızla fark yaratıp maçı kazandık ve iyi bir galibiyet elde ettik.'' demiş ve olayı bitirmiş. Yan top, üst top, depar kulvarı,4-1-3-1-1...v.s bir yere kadar, gerçek şu ki; üst düzey maçlarda alnımız, kaliteli oyuncuların imzalarıyla kırışır, ama sevinçten, ama üzüntüden...
Beşiktaş’ın çok kaliteli oyuncuları kim?
Guti, Quaresma, Sivok, Ferrari ve Nihat.
Neredeler bunlar?
4’ü revirde, 1’ini hala bulamıyoruz.
Futbol nasıl oyundur?
Basit bir oyundur. Korner penaltı noktası üzerindeki oyuncunun kafasına atılır, O da köşeye vurur. Bek uzun top yapar, forvet o uzun topa koşu yapar. Oyun kurucu -ne hızlı ne yumuşak şiddette pas ile- araya oynar forvet buna da koşu yapar.
Peki zor olan nedir?
Kaleci için, bıkmadan usanmadan boşa çıkmaktır. Stoper için, bıkmadan usanmadan önünde sekecek olan topa sekmeden müdahale etmemek ya da sekeceğini anladığında geriye koşuya başlamamaktır. Orta saha için, bıkmadan usanmadan takım arkadaşına pası ses hızı limitlerinde atarak O’nun topu kontrol edememesini sağlamaktır. Forvet için, bıkmadan usanmadan kenardan yapılan 15 adet penaltı noktası üzerine gelen ortaya zinhar kafa vuramamaktır.
Ayrıca ne kadar yıldız oyuncusu varsa hepsinin muhtelif karşılaşmaların 30. dakikasında arka baldırını tuta tuta, boştaki elini kulübeye çevirip işaret parmağı döndürmesi, zordur. Bütün bu adale sakatlıklarına rağmen basın sözcüsü dahi genel cerrahi Profesörü olan bir kulüpte “Hayırdır, antremanda siz ne yapıyorsunuz?” denilmemesi zordur.
Bunları yapmak gerçekten zordur.
Porto basit oyunu ve “çok kaliteli” oyuncularıyla kazanmıştır. Gerçi Porto’nunkiler de kaliteli oyuncudan çok “süper kahraman” klasmanında yarışıyor, bu da ayrı mesele. Edward Norton halt etmiş!