29 Haziran 2012 Cuma

Annesinin Tosunu, İtalya’nın Paşası; Mario Balotelli


Balotelli biraz delidir” denildiğinde aklıma Daver Bey’in “Aman efendim hangimiz biraz deli değiliz ki” cevabı geliyor. Annesi adeta “Tosunum” diye sarılmış O’na. Balotelli de İtalya’nın Paşası. İtalya ailesinin bir parçası ama İtalya’nın aykırısı. Ve İtalya’nın rengi aslında.

“Bu gecenin en güzel anı? Annemi gördüğüm zaman! Ona gollerin onun için olduğunu söyledim” Mario Balotelli

Yakup Sabri İNANKUR

Sıcak İtalya Soğuk Almanya


2001 NBA Finalleri’ne LA Lakers fırtınalar estirerek gelmişti. İlk turda Portland’ı 3-0, yarı finalde Sacramento’yu 4-0 ve konferans finalinde San Antonio’yu 4-0 yenmişler, finale tek bir mağlubiyet almadan çıkmışlardı. Herkes Lakers’ın final serisinde de maç kaybetmeden tarihi bir rekorla şampiyon olacağına emindi. Rakip Philadelphia 76ers once Toronto’yu ardından Milwaukee’yi 4-3’lük skorlarla geçebilmiş, finale çok yorgun gelmişti. Kobe, Shaq, Harper, Grant ve Fox havuz başında güneşlenirken onlar parke üzerinde fiziksel olarak yıpranıyordu.

6 Haziran Çarşamba akşamı Denzel Washington, Jack Nicholson, Anthony Kiedis, Brad Pitt ve tanımadığım 19.996 Los Angeleslı daha, evlerine / villalarına / malikânelerine şaşkın ve üzgün yüzlerle döndüler. Sonuç hiç onların istediği gibi olmamıştı. Tüm gece Lakers sahada ruh gibi dolaştı, kazanmak için hiç direnç göstermedi. Yanılmıyorsam Kobe sadece 25 sayı atmıştı. Iverson ve arkadaşları dünyayı şok ettiler. 

Maç sonunda bir tek, ünlü NBA yorumcusu Bali Jackson haklı çıkmıştı. Lakerslılar için “Ellerinin sıcaklığını kaybettiler” diyordu. Yoğun bir temponun içinde sürekli kalmak, oradan çıkıp, gevşeyip tekrar üst düzey performansa dönmeye oranla daha avantajlıydı. Çünkü rahatlayan oyuncuların konsantrasyonları kayboluyordu. Favori olmanın getirdiği ekstra rahatlık Jackson’a gore Lakers’a şans tanımıyordu! Performansı en çok etkileyen fiziksel durumdan çok zihinsel durumdu. Hedefe konsantre olmak; kasları harekete geçiren en büyük dopingdi.

11 yıl once makro ekonomi finaline girmeme 5 saat kala sabahın 7’sinde öğrendiğim bu ders açıkçası 1 haftadır kafamı kurcalıyordu. Almanya; İtalya önüne 6 gün “dinlendikten” sonra çıkacaktı. Kaldı ki Yunanistan kolay bir rakipti ve Gomez, Müller, Podolski gibi yıldızlar oynamamıştı. En son tam kadro / konsantre oynadıkları Danimarka maçının üzerinden ise 11 gün geçmişti. Maçın favori olmayan tarafı İtalya ise İspanya ve Hırvatistan’ın olduğu gruptan çıkmıştı. 33 yaşındaki Pirlo henüz 4 gün once 15.2 km koşmuştu ve namağlup İngiltere ile 2 saatlik bir maç yapan İtalyanlar penaltılarla kazanmıştı.

Schweinsteigger’ın turnuvanın (belki de kariyerinin) en düşük isabetli pas oranıyla oynadığı, Podolski’nin etkisizleştiği, Gomez’in parmaklarının ucundan geçen paslara çaresiz baktığı bir maç izledik. Almanlar ayaklarının sıcaklığı kaybetmişlerdi. 6 gün once sahayı nakış nakış işleyen Mesut ile, turnuvaya ve Almanya’ya Gerrard esanslı futboluyla renk katan Khedira ve her zamanki Lahm dışında isyan eden oyuncu yoktu. Bu isimlerin sürekli oynayan isimler olması dikkat çekici. 


İtalyanlar ise dünyanın en iyi oyun kurucusuna sahipler. Pirlo’nun parkta yürür gibi rahat, ağır çekim çalımları sadece bizi değil rakipleri de büyülüyor. Top onun ayağından O isterse çıkıyor. Durdurulamıyor, engellenemiyor. Amalfi sahilinin kumları kadar sıcak ayaklarıyla orta sahada rahatça seri ve kısa pas yapan İtalyanlar, bir de kahraman bulunca işi erken bitirdiler. Mario Balotelli, Iverson rolüyle maçın oskarını kazandı. Şampiyona tarihinde ilk yarıyı önde bitirdiği hiçbir maçı kaybetmeyen İtalya, Almanya’ya hiç mağlup olmayan İtalya, geleneği devam ettirdi.

Pazar günü futbol ateşini son bir gayretle harlamak isteyen 2 yorgun takım oynayacak. Turnuvanın favorisi İspanya, turnuvanın sürprizi İtalya’ydı. Finalin favorisi ise Gök-Mavililer.

Yakup Sabri İNANKUR




28 Haziran 2012 Perşembe

Çelik Yelekler


İspanya-Portekiz maçı Barselona-Real Madrid mücadelesine benziyor. Yürekleri o şekilde atmasa da akılları o şekilde akıyor. Tokluk-açlık mücadelesi biraz da. Portekiz Ronaldo'nun aurasıyla aydınlanırken, İspanya'da herkesin kendi mumu var. Portekiz biraz daha liberal, İspanya biraz daha sosyalist. Portekiz müthiş bir motivasyon, İspanya müthiş bir kendine güvenle oynuyor. 

İki takımın da silahları bariz olunca final yolu çelik yeleklerinin kalitesine bağlıydı. Portekiz ataklarının %48’i (geleneksel biçimde) soldan, Ronaldo kanadından gelirken, merkezden saldırmaya alışmış (ve alıştırmış) İspanya da, ataklarının %41’inde sol kanadı tercih etti. Topu mümkün olduğunca Ronaldo bölgesinden uzak tutmaya çalıştılar. Ronaldo’yu toptan ayırarak bertaraf etme fikri, katı bir markajdan daha etkili ve doğruydu.

İspanya'daki en büyük eksik Puyol değil Torres'di. Pepe'yi zorlayacak, Silva'ya, Iniesta'ya (hatta ısrarla beklediğimiz Pedro’ya) tüneller açacak tek adam O’ydu. Negredo çok kaliteli bir oyuncu. Kenarlara koşu yapmayı seviyor. Dribling seviyor. Bununla birlikte maçın her anında net bir şekilde görüldü ki;  kaygan pasları seven sistem Negredo’ya (maalesef) katlanamıyor. O bölgede oynayacak oyuncunun geriye, orta sahaya dönüp pas keşmekeşinin içinde kendine yer bulması, momentumu arttırması lazım.  

İspanya’nın dom dom paslarına karşı Bento oyuncularına Real Madrid desenli çelik yelek giydirdi. Kariyerinin son 3-4 yılında teknik direktörlük dehası “Barselona’yı durduracak mı, durduramayacak mı” sorusuna denklenmeye çalışılan Mourinho bu sezon bunu başarınca Bento’nun maçtan 1 gün once onunla yaptığı görüşmeden sonra Portekiz’in nasıl sahaya çıkacağı aşikârdı. Geçtiğimiz sezon antitez Hollanda + antitez Almanya modelinden Barça sentezi yaratmayı amaçlayan Mourinho başarısız olunca bu sezon başında daha proaktif bir yapı inşa etmişti. Temelinde hız olan oyun kabaca alan daraltma ile başlıyor. Pepe topu kazanıyor, 30 metre önündeki Mesut’u görüyor. Benzema ofsayt bölgesinde voltalar atarken, Mesut topu, ofsayta düşürmeyecek bir hesapla C.Ronaldo'nun koşu yoluna atıyor. Savunma (Benzema’dan aldığı ilhamla) ofsayt için öne çıkıyor. 3-4 saniye içinde Madrid golü bulmuş oluyordu. Bunu Mourinho “3 pasla atacağım bir gol için neden 100 pas yapayım ki” diyerek sayısal (ve rakibi eleştiren) bir cümlede özetliyordu.

Gömülmek İspanya orta sahasını rahatlatıyor. Xavi, Iniesta, Alonso rahat olduğu sürece rakibin rahatsız olması garanti. Lucescu; “Barselona’yı savunma yaparak yenemezsiniz” derken kastettiği yaldır yaldır saldırmak değil buydu. Önde basacak, pas boşluklarını kapatacak, onlar kadar tempolu olacak ve konsantrasyonunuzu kaybetmeyeceksiniz. Bento’nun oyuncuları Çakır’ın başlama düdüğünden, penaltılara kadar mükemmele yakın biçimde doğru oynadılar. David Silva 60’da çıktığında 32 pası vardı. 20 dakika sonra Xavi 71 pasla maça noktayı koydu. Iniesta tüm maçı Portekiz’in stoperi Bruno Alves kadar pas yaparak bitirdi. Savunma ile orta saha arasına Almeida-Ronaldo-Nani’den oluşan kırmızı bir hat çektiler. Zaman zaman Casillas’a kadar pres yaptılar. Taktiksel algı ve disiplini üst düzeyde olan Moutinho-Veloso-Meireles; İspanya seri pas makinesini Barselona tarzı şok preslerle sabote etti. Boşlukları kapattılar, pas ritmini bozup onları uzun toplara zorladılar. 2 saat boyunca tereciye iyi tere sattılar. Ancak iş penaltılara kaldığında çelik yelekler değil çelik bilekler ve eldivenler işe yarıyordu. İber Derbisi’nin hassas dengesini Iker bozdu.

Yakup Sabri İNANKUR

26 Haziran 2012 Salı

Andres Inibasa


Görüntü çok hoş, benzetme de öyle. “Sen beni emekli edeceksin, ama Andres ikimizi de emekli edecek” demişti Pep Guardiola, Xavi’ye. Hanedanlık ağacında O’nu Guardiola’nın, ardından Xavi’nin arkasına koyarlar. Belki öyle yetiştirildi belki de Barselona’nın “el verme” ananesi için öylesi uygundu. Bu ezber bana gore değil. Benim için O; oyuntarzıyla, kişiliğiyle ve ışığıyla Jose Mari Baquero klanının son mohikanı. Modern futbol; Xavi, Mesut ya da Gerrard talep ediyor. Üçüne dokunabilen kaç oyuncu kaldı?

Bojan Krkiç O’nun “utangaç, çok utangaç” olduğunu anlatıyor. Sahada bile öne çıkmak istemeyen bir yapısı var. Kendisine hiçbir zaman lider dememiş ve takım arkadaşı Victor Valdes’e gore “lider diye çağrılmaktan” hoşlanmıyor. Bununla birlikte oyun stili ve aurası onu sahanın lideri yapıyor. Bu liderlik Cristiano Ronaldo’nun, Hagi’nin, İbrahimoviç’in yahut Cantona’nın yönetim şeklinden farklı. Teşbihte hata olmaz; tek adam ve çevresinde havarileri şeklinde bir diktatörlük değil, futbolseverin, taraftarın, takım arkadaşlarının tümünün sevgisini ve saygısını kazanmış  bir lider o. Iniesta’yı sevmeyen birini gördünüz mü?  

Messi dünyanın tartışmasız en iyi futbolcusu, Barselona’nın en iyi futbolcusu ise Iniesta. Messisiz Iniesta ile Iniestasız Messi arasındaki farklar bana öyle söylüyor.

En sevdiğim yanı da; ne ikoncan saçları, ne “tarz” vuruşları var, ne de koluna, bacağına, kafasına, taktığı, koyduğu, yapıştırdığı, O’nu formadan farklılaştıran bir işaret taşıyor. Temiz yüzlü bir adam, sade bir oyun, hepsi bu. Kendini ayırmadan, diğerlerinden ayrılmak kadar etkili ve asil olan yok. Beethoven “Bütün mesele büyük görünmek değil, gerçekten büyük olmaktır” demişti, Iniesta kadar bu tanıma uyan az sanatçı var.

Yukarıdaki fotoğraf aklımıza elbette Diego Armando’yu getirdi. Maradona mı, falanca mı diye bir soru kalıbı varsa o kalıba en sağlam uyan şu an için Iniesta’dan başkası değil. 

Sadece öyle görünmüyor, gerçekten öyle!

Yakup Sabri İNANKUR

25 Haziran 2012 Pazartesi

En İyilerin En İyisi


Euro2012 çeyrek finali, son 4 turnuvada birbirleriyle final oynayan takımların toplandığı bir er meydanı oldu: Çek Cumhuriyeti-Almanya 1996,  Fransa-İtalya 2000, Portekiz-Yunanistan 2004, İspanya-Almanya 2008 kapışmalarının tarafları sanki kendi aralarında bir “best of the bests” turnuvası düzenleyip son 16 yılın Avrupa futbol kralını bulmak için bu seneyi seçtiler. Bu G-7 zirvesine dışarıdan katılan tek takım İngiltere’ydi. İngilizlerin en büyük başarısı 1968’de ve 1996’da (kendi evlerinde) elde ettikleri üçüncülükten ibaret. Neredeyse yarım asırdır ulusal düzeyde alabildiğine hayal kırıklığı yaşıyorlar. Beklentileri çoğu zaman dünya çapında, elde ettikleri her zaman Britanya kadar. 

Beklentinin sürekli yüksek olması aslında biraz da İngiliz basınından kaynaklanıyor. Her turnuva öncesi Premier Lig’in dünyanın en iyi ligi olduğuna vurgu yapılır. İngiltere'nin futbolun beşiği olduğu hatırlatılır. Hele bir de turnuvanın yapılacağı sene (bu sene olduğu gibi) bir İngiliz takımı uluslararası bir kupaya dokunmuşsa, NOS etkisi artar. 

Belki Premier Lig dünyanın en iyi ligi ama bu payenin asıl sahiplerinin çoğu İngiliz pasaportlu değil. Bugün takımın dünyaca ünlü yıldızları Terry’nin, Cole’un, Gerrard’ın ve Rooney’nin yerine alternatif de üretemeyen bir yapı var. Futbol orada doğdu, bugün de orada büyüyor ama kesinlikle oralı değil artık.

Hodgson bu sorunun farkındaydı elbette ve klasik yapıyla bir çıkış yolu aradı. İngiliz gelenek ve görenekleri ölçüsünde 4-4-2 dizildiler ama bir sorun vardı, uzun top atamıyorlardı. Orta saha merkez oyuncuları geriye gelerek geçici çözüm üretiyorlar, bu sefer de hücum hattı çok uzakta kalıyordu. Gerrard’ın sihirleriyle 3 gol bulabildiler. 

Turnuvanın en iyi teknik direktörü Prandelli de bu sorunun farkındaydı. Turnuvada 2 forvetle sahaya çıkan 2 takımdan biri elinde, diğeri karşısındaydı. 3’lü savunma yerine 4’lü savunmaya dönerek Rooney-Welbeck ikilisini adam-adama marke etmeyi düşündü. Riskliydi ama beklere ihtiyacı vardı. İngiltere ataklarının %40’ı sağ kanattan Gerrard önderliğinde geliyordu ve atılan 5 golün 4’ü sağdan yapılan orta neticesinde gelmişti. Balzaretti sürekli hücuma çıkıp Milner’ı oyalarken, De Rossi, Gerrard’ı yormakla meşguldü. İtalyanlar orta sahada her zaman oynadığı; merkezde 2 çift yönlü, 1 oyun kurucudan oluşan 5’li düz yapı yerine, merkezde önlü arkalı 2 oyun kurucu ile baklava dilimi şeklinde dizildi. Böylece İngiliz savunması ile hücumu arasındaki alan iyice genişledi. Marchisio-De Rossi, Gerrard-Parker’ın peşini bırakmadığı için İngilizler topu şişirmeye, İtalyanlar da toplamaya başladı. Montolivo-Pirlo kapılan topları bırakmama amacıyla birliktelerdi ve herşey Prandelli’nin istediği gibi gidiyordu. Carroll oyuna girdikten sonra İngiltere’nin etkinliği arttı çünkü havaya şişirilen toplar yere indiğinde beyaz çoraplı ayaklarda görünmeye başladı. Hodgson bundan cesaret alıp, Walcott ile sağdan yeni bir delme hareketine giriştiyse de Prandelli orayı hemen Nocerino ile kapattı. 

Kanatları kopmuş, orta sahası yorulmuş bir İngiltere’nin penaltılardan başka şansı yoktu. İtalyan oyuncular da olacakların farkında gibi oynadılar. Maç sonunda Pirlo, "Maçı domine edebileceğimizi biliyorduk. İngilizler savunma yaptı. Beklediğimizden daha fazla enerji harcadık. Ama işin sonunda maçı kazanmayı da başardık.” dediğinde 15.2 km koşmuş, 117 pas yapmış ve hiç faul yapmadan 120 dakikayı tamamlayan 33 yaşındaki bir oyuncuydu. İtalya takım halinde 815 pas yaptı, bunların 59’u 20 metre ve üzerindeydi. Pas istatistiklerini; Barzagli-Bonucci-Pirlo arasındaki paslaşmalardan ziyade Bonucci-Cassano, Pirlo-Balotelli, Bonucci-Montolivo arasındaki telepatik uyum yazıyordu. İleri ve dikine oynadılar ki bu da asıl eğlenceli ve güzel olan bana göre.

Buffon maçtan once Hart için “Böyle giderse dünyanın en iyisi olacak” demişti. Dünyanın en iyisi nasıl olunur dersini de maçtan sonra uygulamalı gösterdi.

İtalya skor olarak hiç geri düşmediği, sadece 1 galibiyet aldığı bir turnuvada hakederek yarı finale çıktı. İngiltere hiç yenilmediği bir turnuvada hakederek elendi. 

Tarihin –en azından kendi izlediğim 24 yıllık döneminde- en iyi şampiyonası olduğunu söyleyebilirim. Kupayı kazanacak takım hakikaten “best of the bests” payesiyle Avrupa Futbol Tahtı’na oturacak. 

Yakup Sabri İNANKUR

23 Haziran 2012 Cumartesi

Atacak Taşları Yoktu


Turnuvanın en zayıf takımıydılar. İlk maçta ev sahibiyle oynuyorlardı, stoperleri sakatlanıp turnuvayı kapattı. Tanrı onların yanında değildi, hakemin de öyle olmaya niyeti yoktu. Diğer stoperi de o çıkardı. Devre bitmeden gol yediler. Birçoklarımız turnuvanın orada Yunanistan için bittiğine hükmetmişti bile. Onlar işi bırakmadılar. Gol attılar, galibiyete 11 metre yaklaştılar, gümrükte Szczesny’e takıldılar.

Grubu lider bitirecek takıma karşı 2-0 geriye düştüler. Hakem yine onların yanında değildi. 2 gol atmışlardı 1’i geçerli oldu.

Grubun favorisi, şampiyonanın gizli favorisi, Rusya önüne çıktıklarında herkes Dzagoev’den, Arshavin’den, Kerzhakov’dan bahsediyordu. Handikaplı bahisler havalarda uçuyordu. Karagounis tüm kuponları yırttı.

Almanya’nın önüne geldiklerinde ağzımızda antifutbol, kısır bir anlayış, sıkıcı bir yapı ve bolca mücadelenin tadını bırakmışlardı. Ellerindeki buydu yapabilecekleri en tatlı helva da bu kadar olabilirdi.

Davut ile Calut’un savaşıydı, ama Calut’un atacak taşı dahi yoktu. Yunanistan’daki taşlar atılacak türden değildi zaten. Turnuvaya güzel, çok güzel bir hatıra bıraktılar.


Yakup Sabri İNANKUR

22 Haziran 2012 Cuma

Rötarlı Ronaldo


Beşiktaş, Avrupa Ligi öneleme turunda Vitoria Plzen ile eşleşince, hepimizin yüzüne bir sırıtış gelmişti. Genç, tecrübesiz ve isimsiz bir takımı Kara Kartal’ın kolayca yutacağına emindik. Boğazımıza takıldılar. Hakan Arıkan’ın şifalı elleri olmasa boğulmuştuk. Ellerimizi ovuşturarak beklediğimiz maçı tırnaklarımızı yiyerek bitirmiştik. Beşiktaş, Şeref Bey’de turu geçti geçmesine de Plzenli oyuncular, futbol arşivimizin ünlemli dosyalarında yerlerini aldılar.

Aradan 2 yıl geçti ve bugün teknik adam Michal Bilek kadrosunu 8 Plzen kökenli oyuncuyla kurdu. 5’i hala orada oynuyor. Önümüzdeki yıl muhtemelen Avrupa’nın büyük liglerine dağılacaklar. İskeleti tecrübeli oyunculardan kurulu Çek Takımı’nın, kas sistemini Plzen ağırlıklı oluşturmak yapılabilecek en mantıklı hareketti. Orta sahadaki Jiracek-Plasil ikilisi çocukluğumuzun harika Çekoslovak dinamoları Hasek-Bilek’in çift ciğerli modern versiyonuydu. Takımın hücum mentalitesini onlar belirliyordu. Dikine 30 metrelik deparları ani şutlarla tamamlıyorlar ya da kenara ani koşular yaparak hücumu genişletip arkalarında Rosicky’nin derin paslarına ısmarlama tüneller bırakıyorlardı.

Kısıtlı futboluyla, disiplinli alan savunmasıyla ve şanslı kurasıyla ulaşabileceği en yüksek çıtayı aştılar. Dün akşam bizlerle vedalaşmaya gelmişlerdi. Özellikle ikinci yarı kapı önünde asansöre binip gitmelerini bekledik.

Esasen Portekiz de buralarda görmeyi umduğumuz takım değildi en başta. Onlar da Çekler gibi turnuvaya favori karşısında ezilerek başladı. Dün akşam Portekiz’in oyun kalitesi veya mücadele gücünde öncekilerden pek fark yoktu. Sağlam bir irade vardı ama! Odaklanma halinin sahaya yansıması… Çeklerin gözünü kamaştıran da buydu işte. Kıpırdayamadılar, hatları koptu. 2 savunma kanadı hücüm çarkının ana dişlisi oldu. Özellikle Coentrao sol oyun kurucu Veloso ile sürekli Çek Cumhuriyeti sağını meşgul etti. İki oyuncu toplamda 10 top çalmayla oynadılar. Bindirmeleriyle turnuvaya renk katan Selassie bu nedenle nöbet yerini terk edemedi. Zaman zaman Meireles bile o bölgeye baskıya gelince Çek Cumhuriyeti’nin hücum umudu sadece Jiracek-Plasik’in nefesine ve Pilar’ın deli dolu ani patlamalarına kaldı. Tabii Moutinho-Meireles’ten fırsat buldukları anlarda!  Bu ikilinin telepatik uyumu 117 isabetli pas üretti, Portekiz hücum hattını tam 7 kez gol pozisyonuna soktu. 12 etkili orta yaptılar. 1’ini Postiga’ya, 2’sini Almeida’ya, 2’sini Ronaldo’ya servis ettiler. Maç boyunca 35 orta yaptı Portekiz. Kabaca her 2.5 dakika 1 gelen bu ortalara 60 dakika sahada kalan ve Cech’ten sonra sahanın en uzun boylusu olan Almeida 3 kez vurabilirdi.

Futbolda sadece taktiksel doğrular yetmiyor. Plan ne kadar tutarsa tutsun, teknik adamlar futbolcuların hareketlerini trenler gibi tarifelere bağlamayamadığı için beklenen gol rötar yapabiliyor. Gecikiyor, belki hiç gelmiyor. Bento sinirli sinirli voltalar atarken, Ronaldo direklerle olan husumetini (nihayet) çözünce yarı final trenine son anda atlayabildiler.

Ölüm grubuna komayla başladılar,  nefes nefese çıktılar. Disiplinli, cetin bir ekolü devirdiler. Önlerinde İspanya ve muhtemelen Almanya var. Saygı duyulacak bir takım, dünyanın saygı duyduğu büyük bir yıldızları var. 

Babası Ronald Reagan hayranı olduğu için ona Ronaldo ismini vermişti. Dün gece O da (nihayet) başrolünün hakkını verdi. Eğer Portekiz Altın heykelciği kaldırmayı başarırsa, Portekiz Futbol Tarihi’nin oskarı da sonsuza kadar O’nun olur.

Yakup Sabri İNANKUR

17 Haziran 2012 Pazar

FEDA’nın Dizisi Olmaz




90’larda orta halli insanları izledik. Bizimkiler’le, Mahallenin Muhtarları’yla, Ferhunde Hanımlar’la kahvaltı yaptık, sohbet ettik. 2000’lerde muazzam bir zenginlik vardı. Asmalı Konak, Lale Devri, Yer Gök Aşk bizim Dallaslar’ımızdı. Komedi dizileri bile belli bir gelir seviyesinin üzerindeydi. Çocuklar duymasın, Avrupa Yakası... En son prime time’ın sultanı Muhteşem Yüzyıl oldu ki; topyekûn en zengin olduğumuz dönemdi. İhtişam paçalarımızdan akıyordu. Bu durumda soru hep şudur; Kitlesel uyuşturucu araçları bileşimlerini toplumdan mı alıyor yoksa topluma mı pompalar? İkisi de. Metronom gibi. Sarkaç sağa yattığında, zemberek sola çağırıyor, sola yattığında sağa. Bilinçaltımıza sızan ortak bir ritim, düşüncelerimize yön veriyor. Belki de Behzat Ç. bu nedenle bu kadar ilgi çekti. Şaşaa ile uyuşan bir toplumdan sıkılan bizim gibi sıradan insanların sıradan mutsuzlukları, ağaların, sultanların ekstrem mutsuzluklarından daha önemli geldi.

Kulüplerimizin ve tribünlerin değişerek aynı ritimde sallanması şaşırtmadı. Üzdü ama. 1 simit ile maça giren, bilet parası çıkışmazsa o simidi de almayan taraftarın yerini localar, parası maça yetmediği için stada üzgün bakanlara cebinden çıkarıp para veren abilerin yerini; forma, kombine al(a)mayanın taraftar olmadığı hükmünü veren amigolar aldı. Rakip takımların bile saygı duyduğu tribün liderlerinin yerini, reklam yıldızlığı, televizyon yorumculuğu, köşe yazarlığı gibi popüler meslekleri aynı anda yapabilen taraftar gruplarının liderleri aldı. Bu esnada Ortegalar, Elanolar, Quaresmalar gelmeye başladı. Yetmedi Ronaldinho’yu, Robinho’yu istedik. Rakamlar konuşulmaya başlandı. Konuşuldukça sayılar önemli olmaya başladı. Tabelada dilediği sayıları göremeyince sırtını sahaya dönenlerin, sahaya ağlamaklı gözlerle bakanların ama kalp kırmayanların yerini, koltukları kırıp sahaya atanlar aldı. Bırak rakibi, kendi oyuncusuna, hocasına koro halinde küfretmek caiz oldu. Küfrü hakediyorlardı, çünkü para veriyoruz, hem de çok para veriyoruz. Karşılığını da istiyoruz.  Takım sevgisini alışveriş konusu yapıyoruz ve hala takım ruhundan bahsediyoruz.

Parayı, zenginliği, ihtişamı izliyoruz ama kendimizi pek gördüğümüz söylenemez.

İlk tribünden izlediğim maçta Feyyaz gol atınca binler gibi ben de ayağa kalkmıştım “gol” diyerek. Ancak sesim öyle ince çıkmıştı ki, bir anda sustum. Utanmıştım. Sonra ciğerlerimi şöyle iyice doldurarak, gırtlağımı büzerek bir daha bağırdım, daha bir bağırdım. Aman Allah’ım, felaket! Sesim inceydi. 8 yaşında olmaktan nefret ettim. Beşiktaş’a sağlam destek vermek için acil büyümem lazımdı! Aynı maçta Feyyaz penaltı kaçırdı ve ardından Beşiktaş gol yedi, maç öylece bitti. Sessizce evlere dağılıyordu insanlar. Yarım saat evvel bas baritondan fırlayan oktavlar; ince, narin, nazenin olmuştu. Taraftarlar fısıltıyla konuşuyorlardı, sanki Beşiktaş duymasın, üzülmesin diye…

30 sene o tribünde oturarak maçını izleyen, galibiyette mutluluktan, mağlubiyette üzüntüden sessiz sessiz ağlayanlar vardı. Onların sesleri inceydi. Şimdi en kalın sesi kim çıkaracak şampiyonaları yapılıyor. Taraftarlığı sadece desibele indirgediler, o güzelim amcalar da çektiler gittiler, sessizce…


Dün itibariyle o eski Beşiktaş’ın, daha doğrusu Beşiktaş’ın geleneklerinden filizlenen bir çiçek açtı yeni Beşiktaş’ın çölleşmeye başlayan geleceğine. Böyle bir ortamda, böyle bir dönemde, sözleşmeyi sadece imzasıyla doldurdu. Sayılar O’nu ilgilendirmedi. Beşiktaşlı’nın derdi sayılar olmazdı.


Samet Aybaba’nın Beşiktaş’a bir kaç beden küçük geldiği tezini ortaya atanların hesap makineleri, bu düşünce yapısının Beşiktaş kültür ve geleneklerinin kaç beden altında kaldığını hesaplıyor mu? 2000’lerin zengin çocuğu 580 milyon liralık borç dağını kulübün sırtına yüklerken Beşiktaş’ın kaç beden zayıfladığını hesaplamışlar mıydı?

Son 8 yılda lüks sarhoşluğuna, şımarıklığa feda edilen Beşiktaş, bugün kendini Beşiktaş’a feda etmeye hazırlananlara kucak açıyor. Kendine gelebilmek için, Beşiktaş kalabilmek için.

8 yıldır lüks bir dizi idi Beşiktaş. Kavgası, şaşaası ve tabii ki reytingi bol, huzuru, özgünlüğü ve tabii ki samimiyeti azdı.

Beşiktaş kendine gelebilmek için FEDA derken, Samet Aybaba hoca olduğu müddetçe maçlara gelmeyeceğini söyleyenler zaten FEDA’yı hiç anlamamışlardır.
Beşiktaş’ı da…

Zap yapıp zengin temalı başka bir dizi bulabilirler. Beşiktaş için sakıncası yok” dedi (31 yaşında ve hâlâ) ince bir sesle.

Yakup Sabri İNANKUR
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...