Ben aslında dizilişleri yazacaktım. Aybaba'nın 2 forvet görünümlü 4-1-4-1'i ile, Terim'in defansif forvetli 4-4-2'si bodoslama çarpacaktı birbirine. Sarı derin paslar ve kırmızı hücum presleri ile siyah şok presler ve beyaz kısa-seri paslar arasında hızlı, tempolu, gollü bir duello olacaktı. Melo-Selçuk güzergâhında volta atmaya hevesli Toraman-Kavlak’ın o bölgede ne kadar sözünü geçirebileceğini tartışacaktım. İki takımın da savunma zaafiyetinden bahsedecektim. Solda zaafları vardı, rakibin sağından sağlam aparkatlar çıkardı. Holosko ya da Hamit maçın adamı olabilirdi. Tabii Selçuk İnan ve Fernandes'in bilge ayaklarından dökülecekti bu paye. Aslında herşeyden önce bu maç çoook favori (denen) Galatasaray ile beraberlik iyidir (denen) Beşiktaş'ın psikolojisini irdeleyecektim.
Çok güzel bir maç, karşılıklı goller yazacaktım. Derbi bu! Uzun uzun, ballandıra ballandıra istatistikleri, olayları, hikayeleri dökecektim.Türkiye’nin en Premier Lig futbolunu oynayan takımının akıcılığına kapılıyordum. Selçuk İnan-Eboue arasındaki 50 metrelik görünmez köprüler ilgimi çekiyordu. O muhteşem mimariyi Melo-Umut işçiliği sağlamlaştırıyordu. 22. saniyede boş kaleyi ayağınızın altına koyan bir yapıydı bu. Galatasaray merkezinin Toraman-Kavlak fay hattına ne kadar direnip ne kadar direnemeyeceğini görecektim. Pahalı ve zevkli bir sanat eserini tasvirlemenin hazzını yaşayacaktım. Bununla birlikte Şampiyonlar Ligi için henüz yetmeyen organizasyondan ve yardımlaşma eksikliğinden hafifçe dem vuracaktım. Hamit henüz hazır değil, Engin uzun sure yok, Ambarat ortama ısınamamış, Aydın yetersiz. Burası için önemli değilse de orası için karın ağrısı olduğunu anlatacaktım.
Rakip hücuma kalkarken çalınan toplar ve arkaya ani paslardı Beşiktaş. Veli’nin baskıladığı Holosko’nun bitirdiği 2. gol şahane bir örnekti. Galatasaray ne kadar akıcıysa, Beşiktaş o kadar hızdı bu sezon. Bu nedenle Olcay Şahan’ın kenara yaklaştıkça etkisizleştiğinden bahsedecektim. Yavaş bir oyuncu olduğundan beklerden mümkün mertebe uzak durması daha bir selametliydi bana kalırsa. Olcay forvet arkasına, Fernandes sağ içe geçtiğinde (İ.B.B. maçının son 20 dakikasında olduğu gibi) Beşiktaş daha bir tempo kazanıyordu.
Terim favori olmanın sorumluluğuyla hamle yapma sırasında ilk olmak istemişti mesela. Önemliydi bu. Hıza hız ile karşılık vermek istediği için Ambarat’ı merkeze koymakta sakınca görmemişti. Hem geçen sezon aynı statta Ambarat, Toraman ile karşılaşmış ve 2-0 kazanmıştı. Merkezdeki Toraman zincirini parçalamadan maçı kazanamayacağının farkındaydı Terim.
Batuhan konusu açılacaktı. Belli belirsiz bir güvenden bahsedecektim; “Bu çocuk adam olmaz” diye kestirip atmamı bastıran bir iç ses... En azından sezon sonunda Beşiktaş’ın en çok gol atan oyuncusu olacağını söyleyen bir önsezi...
Sonra Batuhan’ın 2 dakika yerde yuvarlandığı izledim. Bel çukuruna gelen narin bir dokunuş dev adamı yerlere yatırdı. Mustafa Denizli’nin görüntüsü belirdi önümde. Hemen, İrlanda’yı eledikten sonraki tarihi açıklaması geliverdi aklıma. İçimizdeki İrlandalı o tarihten bu yana bizim için nahoş bir tanım. Aslen İrlanda’nın kendisi mazlum bir futbol tarihine sahip. Thierry Henry İrlanda’nın dünya kupası hakkına kesik atalı 3 yıl olmuş. Son dakikaya kadar getirdikleri dünya kupası umudu el çabukluğu marifet ilüzyonuyla kaybolalı 3 yıl geçmiş, onların yaşadıkları kimin umrunda?
Benim umrumda oldu. O zaman da, şimdi de…
Dışımızdaki İrlandalıları anladım bir kez daha, bir derbide daha...
Bir oyuncu ellerini havaya doğru kaldırıp öne meyletmeye başlamışsa dikkat! Ardından göğsünü çıkarabildiği kadar öne çıkarıp bacaklarında eklem yokmuş gibi, ağzını da “oooo” yaparak düşüyorsa, kendini atıyordur. Hangi takım, hangi futbolcu, hangi dönem olursa olsun Türk futbolcuların kendini atış şablonu bu. Sanırım o nedenle hakemlerimiz Avrupa’da daha başarılı. Orayı daha bir alıcı gözle seyrediyorlar. Ligin dinamikleriyle çok ilgilenmiyorlar. Tabi doğal olarak yürekler Arif Erdem’i andı ancak pozisyon o meşhur İstanbulspor maçının 1 hafta sonrasında olanlara daha çok benziyordu aslında. Bir şampiyonluk maçında Alpay Özalan, Hakan Şükür’ün omzundaki sineği kovmak isterken penaltıya sebebiyet vermişti. Bu kez Burak, Escude’nin traş losyonundan rahatsız oldu. Aynı stat, aynı kale, aynı maç, aynı dakika, aynı sonuç.
Kimse kızmasın!
Baba Hakkı, Lefter, Can Bartu, Metin Oktay, Gündüz Kılıç tarla gibi sahalara onurlu bir futbol ekmişlerdi, şimdi sürülmekten yemyeşil olmuş tarlalarımızdan yetişebilen gol kralı bu! Sistemimizin ürettiği bu. İçimizden çıkan en iyi futbol, futbolcular, hakemler bu. Zembille inmediler. Bizim sokaklarımızdan, altyapılarımızdan, okullarımızdan yetiştiler.
Uydurma penaltı için:
“Penaltı olabilir belki ama şike için bu kadar bağırmadınız”
Şike için:
“Şike var belki ama başkaları da yaptı”
Bu yorumlardan ürediler, büyüdüler, oralara geldiler. Yanlışı, başka yanlışı referans vererek kapatmaya çalışan, hatta kapattığı sanan bir kültürden bittiler. O yüzden cümleler hep ‘ama’ doludur, dikkat edin. Yaptığı erdemsiz davranışı mazur gösterme, bunu yaparken de özeleştiri yapıyormuş havası veren o harika kelime; “ama”. Alabildiğine sinsice…
Gerçek ‘ama’dan sonra başlar zaten ama ‘ama’dan öncesinin hükmü kalmaz! Kendinden önceki tüm kelimelerin katilidir ‘ama’, edebiyatın yutan elemanıdır. Tersine; kendinden sonraki tüm kelimelerin ise katalizörüdür, edebiyatın çarpanıdır. “Sen komik, zeki, eğlenceli birisin, seninle birlikte olan kadın / erkek dünyanın en şanslı insanı olacak” demesinin bir önemi kalıyor mu, “ama” gelince hemen ardına?
Referans vermek, yaptığımız bu. Bir kişi çıkıp, bu haksız bir penaltıdır diyor mu? Ama, cümlesini "ama"ya kurban etmeden!
Dışarıyı boşverip kendi iç muhasebesini sorguluyor mu? “Evet bu yanlıştır, bana sağladığı avantajlar dahil bu yanlışı istemem” diyebiliyor mu?
Diyenler var “ama” çok azlar.
Hakem hatası olur, yalandan kendini yere atan futbolcu olur, sonuçsuz tartışmalar, sebepsiz kavgalar olur.
Olurlar çünkü iyi referansları var. Biz varız kapı gibi!
Kalplerimizde hatice kutsal ama neticeye aşığız aslında. Esasen içimizdeki İrlandalılar sorun değil galiba, hepimiz biraz İrlandalıyız zira. İçimizdeki makyavelisti yenemiyoruz bir türlü. O sürekli bizi aldatmanın bir yolunu buluyor ve yoluna devam ediyor. Herkesi ufak paylara razı edip birbirine denklerken, tüm puanları hep o topluyor.
Yakup Sabri İNANKUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder