26 Nisan 2013 Cuma

Masal Devi

15 dakika bocaladı, sadece 15 dakika. Pozisyon vermiyordu lakin gidemiyordu da. Hatalı pasların, top kaptırmaların en yoğun olduğu zamandı. Fenerbahçe’nin biraz ilhama ihtiyacı vardı. 52.000 ilham perisi hemen devreye girdi.

Taraftar tuttu kollarından takımı Benfica’nın üzerine itti. Yorulmadan, üzülmeden, usanmadan, bıkmadan, kopmadan birleştirdiler seslerini. Penaltı kaçıran Baroni’ye “öf” bile demediler. Tezahürat bir ara öyle bir hale geldi ki; Sanki üzerinde sarı-lacivert çubuklu formasıyla kocaman bir masal devi Amsterdam’a doğru yürüyor, sağ adımından “vur” sol adımından “kır” gümbürtüsü çıkıyordu. Onun peşi sıra yürüyenlerin içinin de içini, yüreğinin en dibini titretiyordu.

Yağmur gibi ataklar yapılması sorunu çözmüyordu. Gerçek yağmur çözebilir miydi? Göğün kapıları açılsa da bardaktan boşansa diye geçirdim içimden. Toplu bir duş işe yarayabilirdi belki. Sinirle karışık saçmalıyordum zira topun direkle yaşadığı aşk bitmeyecek gibiydi. Sentetik yuvarlağın, üç direğin kenarına, yanına, üzerine, birleşme yerine değil de içine (daha) nasıl gideceği konusunda mantıklı hiç bir açıklamam yoktu. Sprint mesafeleri, top çalma oranları, hücuma çıkma süresi ve gözümün önündeki sağlam Fenerbahçe şablonu, goller atmalı ve kazanmalıydı. Matematik yetmiyordu.

Fenerbahçe baskıyı harladı.

Benfica savunması Webo-Sow-Kuyt’ın terinde boğulmaya, artık nefes alamamaya başladı. Garay-Cardozo arasındaki pas teleferiği kopunca, Benfica orta sahada kümelendi. Bu kırmızı birikintiyi Topal-Meireles-Baroni once kale önüne süpürdüler, Gönül-Ziegler yardımıyla da etrafına çelik tel örgüler çektiler. Fenerbahçe yığıldı. İş göğüs göğüse mücadeleye kaldığında Benfica kalesini koruyan melekler bile yoruldu. 

Gol sevincinde Kuyt’un yüzüne baktım. Sıktığı dişlerinin arasına canını, memleketindeki finale aklını takmıştı. 33 yaşındaydı. Tatil için, emeklilik için Türkiye’ye geldiği söylenmişti. Avrupa Ligi yarı finalinde 11 kilometrenin üstünde koşmuştu. Zaten tatili düşleyen arkadaşlarını havuz kenarında güneşi ve rahatıyla arkada bıraktılar. Aykut Hoca zoru istedi. Zoru seçenlerle birlikte ileriye gidebilirdi. 

Fenerbahçe uzun zaman sonra ülkede istikrarlı bir takım nasıl olur, neleri başarabilir, sabrın sonu neden selamettir sorularının yanıtını veren bir keyif oldu. 1 ay sonra gömeceğimiz 2012-2013 sezonunu “nasıl bilirdin” diye sorduklarında “Fenerbahçe için başarılı bir sezondu” cevabını şimdiden veririm. “Sonunda ne kazanır” sorusunu ise ben cevaplayamam; Kupa saymayı çocukken bırakmıştım, 3’ün kaçını alacağı cevabını da çocuklara bırakıyorum.

Yakup Sabri İNANKUR


16 Nisan 2013 Salı

Boşlukları Doldurun

Top, boş alana doğru oynanır: Boşluğa hareketlen, boşluğa koş, boşluğa pas at…  Bir oyuncu, oyunun ne kadar boşluklarına hakimse, o kadar dolu bir futbol zekasına sahiptir. Oğuzhan Özyakup Beşiktaş için bu yüzden önemli: Boşlukları dolduruyor. Son dakikalardı. Fernandes topu kaptırmış, can havliyle kazanılan topu Gökhan Süzen önündeki kalabalığa göndermiş, Holosko da her zamanki gibi adamın içinden geçmeye çalışmış ve her zamanki gibi başaramamıştı. Beşiktaş’ın solu ana-baba günüydü ve bir türlü çıkmayan top, bir türlü bitmeyen dakikalarda azap verici bir Antalyaspor atağına dönüşmek üzereydi.  Oğuzhan koştu topu aldı. Sağ kanada uzuuuuun bir pas attı. En kalabalıkta debelenmek yerine, en rahat yerde oyalanmayı seçti. Antalya’nın presi, topun sıcaklığı düştü. Hilbert’in pası biraz daha içe falso alabilse ikinci gol de gelecekti.

Oğuzhan’ın basit ve parlak futbol zekası, körelmeye yüz tutmuş hücum organizasyonlarını anında keskinleştiriyor.  İlk yarıda enlemesine oynayan Beşiktaş, Oğuzhan ile birlikte dikine oynamaya başlayınca maçı kazamaktan başka çaresi kalmadı. Olcay-Oğuzhan-Mustafa üçlüsü çimlerde yağ gibi kayarken, rakip savunmanın kalbine bir zıpkın harekatı ve kaleyi fethetme görevi yine Olcay Şahan’a düştü. Necip’ten, Olcay’a uzanan gol yolculuğunun kıssadan hissesi; sağı solu bırak, dikine oyna. Şişirme toplardan medet umma, seri ve kısa paslarına güven.

Bu sezon ilk kez savunma çizgisinin Mustafa Denizli bölgesine çekilmesi pozisyon vermemenin garantisi olamazdı. Ancak başka çare yoktu zira Diarra ile Tita, savunma arasındaki / arkasındaki boşlukları memnuniyetle doldurmaktan çekinmezlerdi. Savunma birbirine yanaşmalıydı. Ceza sahası yayı ile orta yuvarlak arasındaki her 5 metrekarede bir Beşiktaşlı oyuncu bulunuyordu. Samet Hoca akordiyon gibi daralıp genişleyen bir yapıyla oyun melodisini bestelemişti. Duruer ve Aissati topu her aldığında karşılarında ya da pas atacakları koridorlarda bir Beşiktaşlı’yı mutlaka gördüler.  Sıkıcı ve tekdüze bir maç vardı. Çünkü diğerlerinde boşlukları dolduracak zekâ, Fernandes’de istek yoktu.

“Şampiyonluk!” diye kimin bağırdığını hatırlamıyorum ama “ilk 4’e giremez bu takım” iddialarının hiç susmadığını biliyorum. Ne zaman Beşiktaş’ın futbolcusu yuhalansa, hocasına küfürler edilse, localardan küfürler, ayakkabılar, şişeler yağsa, şeref tribününde kavgalar çıksa, hep onu hatırlıyorum. Herkesin  ve herşeyin boşluğu dolar Beşiktaş’ta, Süleyman Seba’nın asla.

Yakup Sabri İNANKUR

7 Nisan 2013 Pazar

Masanın Üstüne Çıkıp Tepinin


Savunulacak bir tarafı olmayan davranışları / işleri / olguları sırf "bizimkiler" yaptı diye ölümüne savunanların çirkin ve yalnız ülkesi. Demirörenler, Yıldırımlar, Terimler, Şenerler,Adalılar mahvetmiyor futbolu. Biz yapıyoruz. Bu adamların kıçında, her bokunu "destekleyen" biziz. Adaleti değil menfaati seçen biziz. Ne zaman kirli bir çamaşır fırlasa sepetimizden "ama sizde de..."cümleleri kuran da biziz. 

Temiz futbol mu? Bunu söyleyen kulüp yöneticileri yalancıdır:

Penaltınız mı verilmedi, ofsayttan gol mü yediniz, hakem odası basabilirsiniz. Kesmedi mi? Basın mensuplarını toplayıp, slayt gösterileri yapabilisiniz. Yetmedi mi? Hakemin üstüne yürüyün. Çünkü arkanızda milyonlar var. Sizleri körlemesine, çirkefliğin sınırlarına dahi tecavüz ederek destekleyecek milyonlar var.

Herşey unutulur şampiyonluk kalır bunu da biliyorsunuz. Kapkara paraları bembeyaz yapacak harika planlarınız var. Manejerleriniz zaten kulüplerin kasasının içinden çıkarmıyor ellerini. 

Tam yol gidiyorsunuz çöplerinizi denizlere bıraka bıraka. Medya, derinlerin pisliğini haber yapmayı çoktan bıraktı, sizin yelkenlere üflüyor rüzgârlarını. Üflemeyen varsa da bağlanın programlara verin ayarı.

Yiyin efendiler yiyin. Bu han-ı iştiha sizin. Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin. Bitirin futbolu, dibini iyice sıyırın.

Boşverin futbolu. Hepiniz kupanızı isteyin. Kalkın makam koltuklarınızdan masanın üstüne çıkıp tepinin!





Yakup Sabri İNANKUR


5 Nisan 2013 Cuma

270 Sabır Taşı

Eğer kibir en sevdiği günahsa şeytanın, kuşkusuz sabır en gıcık olduğu erdemdir. Tabii ot gibi oturup evrenden torpil, yaratandan mucize beklemek, çalkantılı sularda bata çıka sürüklenmek erdem olamaz. Dalgalarla boğuşan, acınmayı-mağlubiyeti reddeden, yolundan katiyen ayrılmayan dervişlerdir, kutsananlar.

20 yıl evvel Kadıköy’ün ortasına dev bir cam prizma koymuş olsaydık, Fenerbahçe özünün ışığı kıpkırmızı bir kibirle yanardı. Spektrumun diğer ucunda belli belirsiz, sönük ve mahsun bir sabır bulurduk.

Dünkü maçtan bahsediyorum. Dünkü maç, dünün öncesinde başladı esasen.

Fenerbahçe, güneşin bizimkinden sonra battığı topraklarda hep aynı oynadı; sabırlı, olgun, akıllı. Haldır huldur hücum yapan, maaile rakip kalenin önüne üşüşen, gazla çalışan, vatan-millet-sakarya üçgenine sıkışan değil, sistemine güvenen ve sebat edip bildiği futbolu oynayan bir takım var sahada. Çimlerin üzerindeki oyun camianın ruhunu yansıtır. Tesislere, koridorlara, soyunma odalarına sinmiş karakteri içine çeker futbolcu, ve öylece çıkar tünelden. 
 
İstikrarsızlığın ve krizlerin yılmaz temsilciydi Kanaryalar. Aziz Yıldırım sistemli bir çalışmayla Fenerbahçe’yi fanusun içine aldı. Çoğu zaman kırsa da o fanusun camını, yeniden inşa etmesini de bildi. Zararlı otları tek tek ayıklamaya başladı. Önce homurtular gitti tribünden. Rant muslukları kapanınca kendi oyuncusuna küfür eden, yuh çekenler kurudu ve toz oldu. Elvir Boliç’e “Ayşegül” diye bağıranları biliyorum ben. Alex’in yuhalandığı gördüm. Evet kahırdan çıkıyordu sesleri ve sesleri yalnızca kahır veriyordu. Saraçoğlu’nda sesler sadece tek bir amaç için yükseliyor artık: destek.

Eskiden isim gelirdi. Artık topçu geliyor. Önden geriye: Sow, Webo, Kuyt, Meireles, Mehmet Topal, Ziegler, Egemen, Yobo; kocaman ilk 11 transferleri. Brezilya’dan rakibi öpen oyuncudan ziyade kulübün kasasını öpen menajerler çıktığını bilen Aykut Hoca, Fransa’dan Ligue 1’den yapıyor tercihlerini. Fiziğe dayalı bir Akdeniz ligini tercih ediyor. Benzerlik ilkesi sadece geometrinin konusu değildir çünkü, o basit ve en güçlü mantıktır. İkinci sırada Premier League, olmadı Serie A’dan geliyor futbolcular. Türkiye Ligi’nin fiyasko ansiklopedisinde bu üç ligde ismi geçmiş futbolcu azdır. Böyle bir ansiklopedinin başlığı La Liga olurdu. 

Sambacı Fener, maç kazanmanın ve rakiplere size “ 5 atacağız” demenin peşindeydi. Avrupa’nın karın ağrısından başka birşey getirmediği yıllarda arasıra golleri sıralayıp, devleri paralasa da finalin çeyreğini dahi aralamak romantik bir rüyaydı. Oysa hücum maç kazandırıyordu, savunma ise şampiyonluk. Şimdi Amsterdam’a minimum 270 dakika var. Umursanmayan Mönchengladbach mağlubiyeti dışındaki son 8 maçta Fenerbahçe’nin yediği gol sayısı: 1.

“Yetenekleri kısıtlı” Aykut Kocaman Fenerbahçe tarihinin en büyük teknik direktörü olma yolunda ilerliyor. Sabırla ilerliyor, sabrettiği için ilerliyor, sabredildiği için ilerliyor. Her branşta finali hedefleyen (ve futbol hariç ona ulaşan) bir camiada artık herkes gözbebeğini bekliyor. E malum assolistler en son çıkar sahneye.

Eminim İtalyanlar pasaporttan stada kadar polisiyle, holiganıyla cehennemi sunacaklar. Önemli değil. Cennetin yolları 270 minik sabır taşı ile döşenmiş. Fenerbahçe yürüyor. Tökezlese ne olur? Birşey olmaz. Seneye kalkar devam eder. Çünkü artık bugünün Fenerbahçe’si, dünün Fenerbahçe’sinin bilmediğini biliyor: Daima bir yarın vardır. 

Yakup Sabri İNANKUR
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...